Türban düzenlemesi Meclis’ten geçti. Üstelik AKP ve MHP’nin yanında DTP’li milletvekillerinin de oylarıyla geçti. Bundan sonra Gül’ün onayıyla devam edecek olan egemenler arası çekişme sürecini CHP “hukuksal mücadeleyle” ilerleteceğini ilan etti. Gözler bir taraftan da Anayasa Mahkemesi’nde olacak. Büyükanıt’ın “malumun ilanı” lafından sonra umudunu hukuka ve millete diken CHP, sivil toplum kuruluşları eliyle birkaç miting […]
Türban düzenlemesi Meclis’ten geçti. Üstelik AKP ve MHP’nin yanında DTP’li milletvekillerinin de oylarıyla geçti. Bundan sonra Gül’ün onayıyla devam edecek olan egemenler arası çekişme sürecini CHP “hukuksal mücadeleyle” ilerleteceğini ilan etti. Gözler bir taraftan da Anayasa Mahkemesi’nde olacak. Büyükanıt’ın “malumun ilanı” lafından sonra umudunu hukuka ve millete diken CHP, sivil toplum kuruluşları eliyle birkaç miting düzenledi. Ancak Kamer Genç bile CHP’yi aşan bir tavır aldı ve milletvekillerini “kürsüyü işgale” çağırdı. Mitingler ise “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganının ötesine geçemediği gibi Meclis’in tersi istikamette Anıtkabirin yolunu tutmaktan başka bir şey yapma basiretine de zaten sahip değildi. Egemenler arasından son açıklama ise TÜSİAD’dan geldi. “Bu iş kriz haline getirilmeden de halledilebilirdi” diyen sermayenin tavrı üzerine şimdi tartışmalar AKP’nin hızını kesip kesmeyeceği, geri adım atıp atmayacağı noktalarına düğümlenmiş durumda.
Türban düzenlemesinin Meclis’ten geçmesiyle birlikte rektörler kelimenin tam anlamıyla “ne yapacaklarını bilemez bir halde” hukuk devleti nakaratını tekrarlıyorlar. Öncesinin sert açıklamalarının yerini, düzenlemenin Meclisten geçmesiyle daha “ılımlı” açıklamalar da izlemeye başladı. TÜSİAD’ın sesini biraz daha çıkarmasıyla birlikte büyük üniversitelerin rektörleri de karşı duruşlarını ve temkinliliklerini elden bırakmamaya yöneldiler. Önceleri “sınava girecek olan kapalı öğrenciye not bile vermem” diyen İstanbul Üniversitesi rektörü Mesut Parlak’ın “Bizim kimsenin başına ne örteceği gibi bir işle ilgimiz yok. Hiç kimseye senin başın kapılı, sen ne arıyorsun burada diye sormadım. Böyle bir şey olur mu? Onlar da bizim çocuklarımız. Parlamentodan da çıktı, hayırlı uğurlu olsun. Hiç kimse hukukun üstünde değil. Demokratik hukuk devleti neyi gerektiriyorsa biz onu yaparız. Öğretim üyeleri oturdukları koltukları ideolojileri için kullanamaz” cümleleri rektörler açısından sürecin özeti gibi. Öte yandan Radikal’den Murat Yetkin’in ağzından birkaç defadır üniversitelerin “karışmasından” duydukları “endişeleri” dile getiren rektörler, açılan okullarda ortalığın pek de karışmadığını görünce Gazi Üniversitesi rektörü gibi “ortalık fazlasıyla sakindi” diyebildiler. Zımni talimatlarıyla ulusalcı-laik ve solcu öğrencilerin üniversite kapısına barikat mı kuracaklarını düşünüyorlardı acaba bilemeyiz ama “istedikleri türden başlayacak ve sonuçlanacak bir gerginliği” öğrencilere sıçratarak ondan siyasi manevra alanı kazanma arzusu Ankara ve Gazi rektörlerinin ağzından anlaşılıyor. Adana ve Kocaeli’de ise rektörlük ilk gün türbanlı öğrencileri kampusa alırken ikinci gün almamaları kafa karışıklığının ne derece olduğunu göstermiş oldu.
Türban düzenlemesinin bu kadar kolay geçirebileceğini kendisi bile beklemeyen AKP, hızını alamayarak ÖSYM katsayılarına da ayar vermeye girişti. Böylece İmam Hatip’lilerin diğer bir beklentisi daha umuda dönüşecekti. Ancak, TÜSİAD’ın “süreci fazla gerdiniz” müdahalesiyle birlikte şimdilik bu konu askıya alındı. YÖK kurulunda ÖSYM katsayıları değil fakat üniversitelerin piyasalaştırılması sürecine dair iman tazelendi. Diğer bir krizli noktayı YÖK kanununun ek 17. maddesi oluşturuyor. MHP’nin ısrarına karşın AKP’nin bu iki konuda da daha ertelemeci olduğu anlaşılıyor. Pazarlıklar türbanın üniversiteyle sınırlı olması noktasında yapılıyor.
TSK’nın bu süreçteki “sessizliği” kuşkusuz merakların odağı olmaya devam ediyor. Daha düne kadar ağzını laiklikle açıp laiklikle kapatan TSK’nın üst kademelerinin “geçiniz” anlamına gelen sessizliğinin bir nedeni ABD ve sermayenin bu konuda şimdilik sağladığı egemenler arası mutabakattır. Bu mutabakatın tarafları AKP, MHP, TSK’nın üst kademeleri ve (kimi pürüzlü noktalarla birlikte) TÜSİAD’dır. TÜSİAD’ın ve liberal cenahın son süreçte MHP’yle ve AKP’yle sürtüşmeleri egemenler arasında göreceli bir ayrışma bir eğilim olarak değerlendirilmeli; ancak, bu sürtüşmelerden kısa vadede bir kaos beklemek anlamsız, bu süreçteki karşılıklı çıkışlar kontrolden çıkan pazarlıkların kontrol altına alınması için karşılıklı ayar vermeler olarak değerlendirilmeli.
Bu mutabakatın egemen cenahta “açıkta kalanlarının” başındaysa CHP, bürokratlar ve rektörler geliyor. Genelkurmay’sız pek bir “güçsüz” kalan bu ulusalcı-laik kadroların, özellikle rektörlerin tepkilerinin cılızlığı ise bu topraklarda faşist hiyerarşinin “yeterince somut desteğini” alamadığı müddetçe yapılan çığırtkanlıkların “gerici ve düzen içi bile olsa” dönüştürücü bir güce sahip olamadıklarının kanıtıdır. Yıllardır TSK’nın üst kademelerinin direktifleriyle hareket etmeye alışmış bulunan rektörler, Türkiye rejiminin dönemsel ihtiyaca göre biçim verdiği “türban sarkacında” ibrenin Bush’un da işaret ettiği “Türkiye, müslüman demokratik bir ülkedir” izahatına dönmesi nedeniyle yüksek güvencelerinden mahrum kaldılar. Bunun ilk işareti Gül’ün cumhurbaşkanı olmasıyken, ikinci adımı YÖK başkanı olarak Fethullahçı Özcan’ın atanması izlemişti. Evet, rektörler ya tasfiye ediliyor ya da terbiye. Genelkurmay’sız mücadelenin pusulasızlığı ve telaşesinin arakasında bu yakın korku bulunmaktadır.
Özellikle “terör sorunu” üzerinden ve genel seçim sürecinde AKP karşıtı çizgi üzerinden MHP’ye sempati besletilen laik-ulusalcı kitleler son mitinglerden de anlaşıldığı gibi daha dar bir çevreye (aleviler ve eğitimli orta sınıfın bir kısmı) daralmış bulunuyorlar. Emekli asker derneklerinin MHP’yi protesto girişimleri (MHP önüne çelenk götürmeleri) ise trajikomik bir olay olmasının ötesinde “milliyetçilerle” “laik ulusalcılar” flörtünün iflasının gecikmiş bir perçinlenmesi örneğinden ibaret. Ergenekon operasyonu da bir anlamda bu iflasın kontrgerilla ayağını oluşturmaktadır.
Diğer bir ilginç gelişme de TÜSİAD-MHP atışması idi. TÜSİAD’ın esasında arkasında durduğu AKP’nin, türban konusundaki aceleci cüretkarlığından duyduğu ikirciklenme ve sürece MHP’nin de aktif katılımından duyduğu (ve 301’in rafa kalkmış görünüyor olmasının getirdiği) rahatsızlık Yalçındağ’a MHP’ye “demokrasi siciliniz belli” dedirtebilmiştir. Ardından ise açıktan AKP’yi “ortalığı fazla germekle” ve “reformların yavaşlamasıyla” eleştiren TÜSİAD’la paralel tereddütleri vurgulayan medyanın “sağduyu” ve “üniversite kutuplaşıyor” vurguları sürecin “tamamen” AKP ve MHP’nin “kontrolüne ve pazarlıklarına” daralmaması isteğini işaret ediyor. Liberallerin AKP eleştirilerinde dozaj artırmaları bu bağlamda değerlendirilebilir.
Önümüzdeki süreçte AKP’den başka bir alternatifi olmayan oligarşinin farklı kesimlerinin türbanda olduğu gibi değişik konularda da kayıkçı dövüşlerine tanık olacağız. Türban konusundaki kayıkçı dövüşünden ise “gericilikten” başka bir şıkkın gerçeklik bulma ihtimali yok denecek kadar az. Arzuhan Doğan Yalçındağ’ın söylediği gibi “türban zamana yayılarak çözülebilirdi”, yani bugün ya da yarın ama illa ki egemenler “türbana” bel bağlamış bulunuyorlar.
Türban, “Neo-liberal gericilik” ve “sömürge tipi faşizm”
Türban konusunda atılan adımlar kesinlikle basit adımlar değil. Türban, ABD’nin dayatması, Türkiye iç siyasi güç bloklarının iktidar mücadelesi ya da rejimin zaten gerici olması gibi öğelerden “bir tanesine” indirgenmemeli. Bugün bunların hepsinin ortak bir konjonktürde buluştuğu bir süreç
yaşanmaktadır. Ve yine bugün bütün bu bağlamlardan çıkan tek “ortak ve nihai sonuç” basit bir siyasi simge değil, gerici bir siyasi simge olarak türbanla egemenlik ilişkilerinin ve onun sömürge tipi faşist rejiminin teminat altına alınmaya çalışıldığıdır.
ABD’nin Ortadoğu politikası da, Türkiye oligarşisinin ihtiyaçları da türbanı basit bir “örtü” olmaktan çıkartmıştır. Türban bir sermaye egemenliği, gericilik ve özellikle de faşizm sorunudur.
Türbanla birlikte pek çoklarının feryat figan yırtındıkları gibi “laik rejim elden gitmiyor”. Zira var olan “rejimin” temel dayanaklarından bir tanesi zaten öteden beri toplumdaki gerici eğilimlerin beslenmesinden, devlet çekirdeğinden başlayarak toplumun gericileştirilmesinden ibaretti. Özü itibariyle gerici olan bir rejimin olmayan “ilerici değerleri” elden gitmez! Türkiye hiçbir zaman laik bir rejime sahip olmadı, burjuva anlamıyla olması da imkansız. Bu, Türkiye egemen sınıflarının halk nezdinde meşruluklarını sağlamak için ve yeni sömürgecilik ilişkilerini devam ettirebilmeleri için zorunludur. Gericilik, Türkiye siyasal rejiminin sömürge tipi faşist karakterinin bir özelliğidir. Kenan Evren’in “Türbanlı öğrenciler kalkıp da devlet kuracağız demiyorlar. Ama solcu öğrenciler sol yumruklarını kaldırıp, ‘tam bağımsız devlet istiyoruz!’ diye bağırıyorlardı” cümlesi bunun en güzel örneğidir.
Öte yandan ülkedeki siyasal İslamcı güçlerin (cemaatlerin, siyasi partilerin, STK’ların, İslamcı medyanın, yeşil sermayenin, kontrgerilla örgütlerinin, ılımlı-liberal-radikal tüm İslamcı örgütlerin…) “şeriat” getireceği söylencesi temelsizliğinden öte var olan durumun manipülesini sağlamaktadır. Bu kesimlerin 1950’lerden beri emperyalizmle ne kadar göbekten bağlı oldukları unutulmamalıdır. Bunların varlık nedenleri emperyalizmdir. Yeni sömürgecilik ilişkileriyle birlikte toplumun din gibi geleneksel öğelerine sömürge rejimlerinde hep özel bir yer verilmiştir. Türkiye’de İslami örgütlenmeler oligarşinin kontrolü dışında gelişmedi. Oligarşinin ellerinde “beslendi, geliştirildi”. Komünizme Karşı Mücadele derneklerinden MTTB’ye, Milli Görüşçülerden Fethullahçılara, Hizbullah’tan İBDA-C’ye kadar hepsinin ortak özelliği cemaat ilişkileriyle ve kontra yapılanmalarla tıpkı faşist örgütlenmelerde olduğu gibi halkın ve üniversitenin muhalefet kanallarını tıkama, solu şiddetle sindirme, gerici ve düzen içi bir halk ve üniversiteli gençlik yaratmak için sağladıkları sopa misyonudur. Bunun son örneği İTÜ’deki “gericilik ve piyasalaştırma karşıtı” eylemlerin ardından “müslüman öğrenciler” imzasıyla dağıtılan bildiride ilerici-solcu öğrencilere verilmeye çalışılan gözdağıdır. Geçen dönem İstanbul Üniversitesinde solcu öğrencilere saldıran İslamcıların nereden çıktığı, kimler tarafından yönlendirildiği unutmamalıdır. Türkiye’nin “şeriatı” onun emperyalizmle ilişkisinde, sömürge tipi faşist rejiminin içinde, sola karşı aldığı görevlerde, neo-liberal ekonomik ve sosyal düzenlemelerinde “gizlidir!”
Bugün gericiliğin sistem içindeki yerine daha bir önem verilmektedir. Emperyalizmin Ortadoğu’yu ve Türkiye’yi yeniden sömürgeleştirme gömleği “yakasızdır”. Emperyalizm açısından Türkiye’de neo-liberal sömürgecilik ilişkilerinin devamının en sağlam teminatı, rejimin gerici öğelerinin yenilenmesine ve toplumun da bu çizgide gericileştirilmesine bağlı. Faşist baskı ve zor aygıtlarının “çıplaklığı” belirginleştikçe ikinci bir güçlü “uyuşturucu” egemenler için zorunludur. Öte yandan Türkiye’nin Ortadoğu’daki taşeronlukları ve kontra ilişki ağları için “İslami kanal” oldukça önemli bir yer tutmaktadır. O nedenle ordunun şahin bakışlı, hacıya-hocaya geçit vermeyecek “yegane güç” imajı da, TÜSİAD’ın hassas görünüşlü laik teni de “şehir efsanesidir”. Bilinmeli ki bu gericileştirme dalgasının çekini yazan eller tekelci sermayenin elleridir.
Evet, ABD bu süreci örgütlemektedir, çünkü emperyalist sömürgecilik ilişkilerinin ve neo-liberalizmin “krizinin kontrolü” ancak toplumun ve siyasal alanın gericileştirilmesinden geçmektedir. Buna sadece emperyalizmin ya da piyasanın “kendinde gericiliği” yetmez, dini motiflerin özellikle önünün açılması gerekmektedir. Piyasalaştırma ve yoksullaştırma ilişkisinin cemaatleştirme ve dilencileştirme ilişkisiyle paralel geliştirilmesi bilinçli bir tercihtir. Siyasal İslamın kapitalizmle ve her türlü sömürgecilik dizgesiyle herhangi bir kan uyuşmazlığının olmaması da önemli bir avantaj sağlamaktadır. Fethullahçı “presentable” kadrolar neo-liberalizmin ihtiyaç duyduğu yeni yöneticiler kuşağı ve teknokratlar sürüsü için biçilmez kaftandır. Üniversitelerden yerel yönetimlere, kamu kurumlarından tüm eğitim kurumlarına kadar piyasanın yeni toplumsal ve siyasal yapısı maharetli ellerin mühendisliği ve sosyal politikalarıyla hayat buluyor. Evet, Türkiye’de siyasi güç blokları bir iktidar mücadelesi vermektedir ve İslamcı güçler (ve onların ortak politik temsilcisi AKP) iktidar alanlarını ve hegemonyalarını genişletmektedirler. AKP’nin aynı zamanda sermayenin ve diğer egemen güçlerin bel bağladığı parti olması kimi gerginliklere neden olmaktadır, ancak bu “şimdilik” kirli pazarlıklarla ve karşılıklı ayar vermelerle telafi edilebilmektedir.
Evet, türban bu rejimin dönemsel olarak ihtiyaca göre kullandığı bir araçtı. Bir dönem üniversitelerde yasaklanmış olması ya da İslamcı güçler açısından taşıdığı stratejik ve siyasi anlamı, türbanın sadece belli kesimlerin değil tüm bir rejimin temel ayaklarından bir tanesi olduğu gerçeğini değiştirmez. Türkiye egemenleri siyasal islamın simgeleri ve bunlardan en önemlisi olan türbanı “düzen içi” bir kuvvet olarak hep yedekte tutmuş ve dilediğinde (daha doğrusu son çeyrek asırdır hep) kullanmıştır. Şimdi bu gerici siyasi simge ile bütün bir gericilik histerisinin önündeki engeller kaldırılmaktadır. Türban artık bir amaçtır!
Amaçlanan sadece özel ve kamusal alanı türbanla doldurma stratejisi, sadece üniversitelere dönük bir düzenleme ya da üniversitelerin tepesinden ve kapısından başlatılan bir çevirme hareketi değildir. Gericilik ve türban aynı zamanda Kürt halkına yönelik de bir stratejidir. Türban, Kürt halkının gericiliğinin beslenmesi ve AKP’leştirilmesi planının bir parçasıdır. DTP’nin de türbana “evet” demesi ise gerek Kürt halkı açısından gerekse de DTP’nin gericilik karşısındaki politikasızlığından öte ona teslim olma eğilimleri açısından diğer bir olumsuz gelişmedir. Bu topraklarda en güçlü kadın özgürleşme hareketinin öncüsü olan Kürt kadınlarının çabaları Neo-liberalizmin gerici ve piyasacı politikalarına teslim olan Kürt önderliklerinin hesapları altında heba edilmektedir.
***
Yaşanılan onca süreçten sonra farkında olmayan kalmadı, CHP’nin “laiklik” muhalefeti iflas etmiştir. Ancak hala ulusalcı-laik kitleler, CHP’den ve ordudan başka bir tutamak görmemektedirler. CHP ve ordunun yıllardır inşa etmiş olduğu “cumhuriyetçi laik rejim” efsanesi üzerine kurulu algı düzeyi, gericilik tehlikesinin günümüzdeki ebatlarını görememektedir. Bu bakış açısı gericiliği “dışsal” bir olgu olarak ABD ile basit bir düzeyden ilişkilendirmede bir sorun yaşamamakta, fakat ABD’nin neo-liberalizmiyle bağlantı kurmamak için inat etmektedir. Gericilik korkusunun “yaşama biçimim değişir mi” korkusu ile “laik rejim elden gidiyor” şeklindeki iki algılanış biçimi CHP’nin ve tabanının muhalefetinin içeriğini boşaltmaktadır. S
ömürge tipi kapitalist-faşist yapıyla herhangi bir sorun yaşamayan, sadece onun hükümetinin “kimin elinde” olduğuna indirgeyen bir zihniyet, alevi-laik ve eğitimli orta sınıf kitlelerinin büyük öbeğini defalarca kez sokaklara çıkarmaktadır. Ancak o sokakların kürsülerinde kontrgerilla artığı Veli Küçük’ün arkadaşı Tuncay Özkan’lar, kitlelere şikayet dilekçesinin adresi olarak Genelkurmay’ı gösteren ve ordunun “ilericiliğinden umut kesmeyen” ham kafalar konuştuğu müddetçe AKP’nin başarı yüzdesi artacak, gerçek solun gölgelenme katsayısı çoğalacaktır. “Mustafa Kemal’in gençleri” emperyalizmin neo-liberal düzenlemelerinin ve yeni sömürgecilik ilişkilerinin dayattığı ekonomik sömürü düzenini, gerici ve sömürge tipi faşist rejimi görememektedir. Ordunun ve sermayenin de bu rejimin “ana kurucu unsurları” olduklarını görememektedir.
Gericilik tehlikesi alan genişleterek vücut buldukça “ehven-i şer” ideolojiler, güçler hiçbir surette ilerici bir dinamik sunmazlar. Ulusalcı-laikliğin gençlik için gerçek bir ideolojik özgürlük ve muhalefet kanalı açmadığı her gün biraz daha tescilleniyor. Gericilere karşı pek çok kesimin savunmaya yattığı piyasanın ve darbenin YÖK’ü ile Kemalist (ve aynı zamanda tüccar ve faşist!) rektörler ilericiliği, aydınlanmayı, özgürlüğü, üniversitenin ilerici değerlerini temsil edemezler. Gençliği rahatlıkla peşinde sürükleyeceğini sanan rektörlerin “ortalık neden bu kadar sakin” mealindeki cümleleri sadece eylem refleksleri köreltilmiş gençliğin ifadesi değildir, aynı zamanda gençliğin bu ideolojik kanalla sorunlar yaşadığının da göstergesidir.
AKP ve MHP’nin türban düzenlemesi, egemenler arasındaki saflaşmanın ve gerilimlerin daha bir görünür kılınmasına vesile olduğu kadar sol içerisindeki ideolojik savrulmaları da görünür kıldı. Örneğin sol liberaller ve Sosyalist Gençlik Derneği gibi yapılar türbanı burjuva liberal bir özgürlükler hukuku çerçevesinde bireysel bir “özgürlük”, “eşitlik”, “inanç özgürlüğü” sorununa indirgeyerek tartıştılar. Bundan sonra istedikleri kadar “AKP’ye hayır” eklesinler; bunu yaparak tam da AKP’nin ve Fethullahçı kampanya örgütçülerinin kuyruğuna takılıverdiler. İdeolojik saflaşma ve hegemonya mücadelesinin bu kadar önemli olduğu bir süreçte bu tavırların sol açısından korkunç bir zafiyeti içinde taşıdığı açık. Farklı mecralardan gelmelerine rağmen bu çevrelerin “gericiliği karşısına almayan” tavırlarının temel nedenlerinden bir tanesi AKP’nin liberalleştirme uygulamalarının ve geleneksel devlet elitiyle didişmesinin faşist devlet çekirdeğini yıpratacağı beklentisidir. Solun ve özgürlüklerin önündeki biricik engeli bu çekirdeğin parçalanmasına indirgeyen çevreler gerici örgütlenmeleri de içine alan pek çok ittifaka kapı aralamaktadırlar. Sol, adımlarını sadece egemenler arası çatlakların açtığı yoldan ilerletemez. Bu durumda egemen ideolojik ve politik saflaştırmalar altında bir kanada teslim olmaktan başka bir basiret geliştirilemez.
Öte taraftan TKP, ulusalcı-laik kesimlerin oldukça güçsüz karşıladıkları türban düzenlemesini hızlı bir şekilde gündemine aldı. Hatta Üniversite Konseyleri Derneği ile birlikte üniversitesine sahip çıkan pek çok akademisyen için adres olmayı başardı. Ancak ulusalcı cephenin iflas sinyallerini verdiği süreçte bu cephenin tabanına da hitap etme derdi TKP’yi İlker Belek’in dediği gibi “ortada bir yerde” ama ulusalcıların eteğinde bırakıverdi. Zira türban düzenlemesi Meclis’teyken ulusalcı kitle örgütlerinin düzenledikleri mitinglere “şapka çıkartan”, İzmir’dekine “kitlesel katılım” sergileyen TKP, kendisini sürecin “tek” muhalif aktörü olarak görmeye başladı. Üniversite Konseyleri Derneği’nin imzacılar listesinde pek çok “kirli” isime ve onları “laik rejim elden gidiyor, cumhuriyet elden gidiyor tellallıklarına” yer veren TKP üniversitelerde ise daha olumsuz bir çizgi izliyor. Üniversitenin tüm ilerici reflekslerinin bu gericileştirme operasyonuna karşı tek vücut olabilecekleri bir süreçte eylem çağrılarında “üniversite öğrencileri” ismini hiçbir tereddüt yaşamadan kullanarak ama TKP ve Yurtsever Cephe kampanya-pankartlarıyla eylemler düzenleyerek üniversitenin muhalif sesi olunamaz. 13 Ocak 2008 tarihinde devrimcigenlik.org’de yayımladığımız yazımızda “YÖK’ün tepesini AKP’ye kaptırmış bulunan laik-ulusalcıların bütün bu neo-liberal yıkım programında taşın altında gene bir laiklik arayacaklarına kuşku yok. Ancak bilinmeli ki bu kanata ikame olabilecek başka bir “kaba yurtsever-laik” kurgu da bu çekirdekten başka kimsenin işine yaramayacaktır” demiştik. Ulusalcı kesime bu kadar şapka çıkartmanın olası bir vebali üniversitenin sol duyarlılıklarının bu kesimlerin düzen içi hesaplarına heba edilmesi anlamına geleceği görülmelidir.
Liberal ve ulusalcı savrulmalar tutarlı bir sol duruşu engellemektedir. Özellikle üniversitelerde gericiliğe ve piyasalaştırmaya karşı mücadelenin yükselmesi gerektiği bir süreçte üniversite öğrencileri üniversitenin piyasadan ve dinden bağımsızlığını savunma refleksleri vardır. Bu refleksleri liberal-İslamcı-piyasacı kampanyanın bir parçasına ve otoriter-ulusalcı ve kaba bir ABD-AKP karşıtı yurtseverliğe sıkıştırma eğilimleri tehlikelidir. Üniversitenin gündeminin türban olduğu bir süreçte Samsun On Dokuz Mayıs Üniversitesinden 1000 öğrencinin zamlara karşı muazzam bir eylemlilik sürecine girdiğine dikkat edilmelidir. Keza üniversitelilerin AKP’nin “özgürlük” söylemine ve rektörlerin “laiklik” yalancılığına inanmadığı bir konjonktürde üniversite öğrencilerinin bağımsız, gericilik ve piyasa karşıtı bir çizgide kendilerini ifade edebildiklerinin kanıtı Öğrenci Kolektifleri‘dir.
İdeolojik mücadelenin her zamankinden daha önemli olduğu bir sürece girdiğimizi söylemiştik. Üniversiteliler öz güçleriyle üniversitelerini savunabilirler. Çünkü üniversiteliler sadece Sivas’ı değil, Maraş’ı ve 16 Mart’ı da hatırlar. Çünkü üniversiteliler “laik rejim savunuculuğundan” öte gericiliğe karşıdırlar. Çünkü üniversiteliler neo-liberalizmin üniversiteye biçtiği piyasa ve gericilik kuşatmasına karşıdırlar. Gençlik liberal ve ulusalcı ideolojilerle mücadelesini pratikte sınıyor.
22 Şubat 2008