Her pazar Radikal İki’yi enine boyuna karıştırıp okuyorum. Çoğu zaman örneklemelerini ayrıcalıklı bulduğum ama tartışmadaki çözümleme ve fikir üretme pratiklerine pek yakın olmadığım yazarları takip ediyorum. Bu bir şekliyle liberal ya da sol esintilerin melezi bir bakış açısından ülkenin gündemini takip etmemi sağlıyor (liberal-sol diye bir şeyi özellikle reddediyorum, bu yüzden kullanmadım). Ancak beni bu […]
Her pazar Radikal İki’yi enine boyuna karıştırıp okuyorum. Çoğu zaman örneklemelerini ayrıcalıklı bulduğum ama tartışmadaki çözümleme ve fikir üretme pratiklerine pek yakın olmadığım yazarları takip ediyorum. Bu bir şekliyle liberal ya da sol esintilerin melezi bir bakış açısından ülkenin gündemini takip etmemi sağlıyor (liberal-sol diye bir şeyi özellikle reddediyorum, bu yüzden kullanmadım). Ancak beni bu yazıyı yazmaya iten şey, Radikal İki’yi algılama biçimimi açıklamak değil. Daha ayrık ve bir o kadar da trajik (trajikomik diye bir şey varsa o değil) bir gerçek. Radikal İki’de okuduğum yazılar beni bazen bir bekleyişe itiyor. Teşbihte hata olmaz derler ya, daha betimleyici olsun diye şöyle bir şey anlatayım. Bir roman okursunuz ve romanın karakteri sizin de öngörebildiğiniz, hatta öyle düşünmekten alıkoyamadığınız bir gerçeği açımlar, örtüsüzleştirir, yani görünür olanın görünürlüğünü belirginleştirir, bir nevi varolanın varlığını dile getirmesine aracı olur. O zaman beklemeye başlarsınız. Peki ben neyi mi bekliyorum? Elbette dile getirilenin dile getireni, dilin ortamını ve hatta kendine yeni bir varoluş imkanı içinde sunmasını. Ama buradan sonra Heideggerci pathetic sonatı durduralım, çünkü burası “Türkiye” ve her şey belirgin kılınmış ya da kılınıyor olsa da hiçleşiyor. Burada bu hiçleşme yargımız bizi tekrar başa, Hegel’in Geist‘ının kendini somutlama trajedisine dönmek zorunda bırakıyor.
* * *
Daha genel bir perspektifle hem Radikal‘e hem de Radikal İki’ye bakarak konumuzu somutluğa indirgeyelim. Perihan Mağden’in tuhaf üslubuna, ki buna artık Radikal‘e yeni katılan Gökhan Özgün’ün eklemlenmesi de söz konusu, Murat Belge’nin, Ahmet İnsel’in, (zaman zaman) Tanıl Bora’nın, Yıldırım Türker’in, Baskın Oran’ın… daha enternasyonalist bir o kadarda çokkültürcü yaklaşımları (oldukça paradoksal bir tutum bu içiçelik!), günümüz ana akım medyası açısından “kaçık bir dil” ortaya çıkarıyor. Aslında bu görünüm söz konusu ettiğim yazarların yazdıklarının ötesinde Türkiye’nin “hakim düşünsel” atmosferinin “tuhaf”, “absürd” niteliğinden ve ona eklemlenen bir gazetede varoluyor olmalarından besleniyor. Bu yazarları her okuduğumda radikalliğin sınırında durduklarını hissediyorum, ki güçlü bir sol hareket sanırım bu yazarları dillerindeki liberal ufka rağmen sol politikaya yerleşik olarak konumlandırabilirdi. Her şeye karşın Radikal‘in yayın kadrosu şunu başarıyor: günümüz Türkiye’sinde hükümet-Avrupa Birliği- büyük sermaye- yeni gelişmekte olan sivil hareketler- akademik çevreler arasında karşılıklılık nereye kadardır?
Bütün bu değerlendirmelere karşın benim ilgim sadece bu grubun içinden bir yazara daha fazla odaklanıyor. Çünkü fark ettim ki o, diğer yazarlarla birlikte genel olana ve kendi diliyle de onların dışında bir mücadeleye/ düşünselliğe yönelik hareket ediyor. Dolayısıyla sadece onun okuru olan okuyucuları var. Peki bu yazar kim? Yıldırım Türker. Özelliği ne söylediklerinin sanırım ilgilenmemiz gereken bu? O halde bir kaç örnek verelim.
* * *
Türker (16.12.2007 Radikal İki’deki) yazısında Bir Büyük Türk Ulu’sunun kadr-i mutlak Paşa Hazretleri hakkında önemli bir “güzelleme” yazıyor. Unutulmasın ki güzelleme bizim kadim edebiyatımızın edebi cihetlerinden biridir. Ayrıca hiç şüphesiz yalnızca güzelleme büyüğe ve büyüleyici olana yazılır. Dolayısıyla Büyük Türk Ulu’suna güzelleme yaparak Türker doğru yola girmiş. İşte bu güzelleme hakkında konuşmak gerekir bu edebi ciheti anlamak için.
Türker, Paşa Hazretlerinin yaptıklarını sadece sıralıyor, hatırlatıyor, belirginleştiriyor. Ne yapmış Paşa Hazretleri, Şemdinli sanığı olmuş askerler hakkında görüşü sorulduğunda kişisel beyanda bulunmuş, şehrin göbeğinde alçaktan rutin uçuşlar yapan F-16 savaş uçakları hakkında gereksiz sorulara muhatap olduğunda ehveni şer bir cevap vermiş, (…), bir tür sorulma durumunda “ağız ucuyla”, konuşmayı pek sevmiş olmadığından vaziyeti kurtarma babında birkaç inci neşretmiş! Peki Türker bu neşrolanlar karşısında ne diyor? Sümmü haşa, Allah hepimizi bu neşredilmiş olanların gazabının bir parçası yapmaktan korusun demeye getiriyor:
-[yerine, “Büyükanıt susmuyor” diyor. Herhal zavallım, iki hafta önce yazdığı yazısında dile getirdiği “heves”sizlik etkisiyle bunalmış olsa gerek (02.12.2007). Farkında olmayarak sayın Büyük Türk Ulu’su Paşa Hazretleri hakkında “dil sürçmesi” yaşıyor. Zaten oldum olası psikanalize de onu ortaya koyan Sigmund Freud’a da “tilt” olanlardan yanayım. Ne demişti Freud, dil sürçmesi bastırılmış olanın dile gelmesidir. Bak bak keretaya bak. Aslında Türker’in bu psikanalistik yaklaşımla uzaktan yakından ilgili bir yanı yoktur, yanlış anlamayın (ki anlamayacağınızı biliyorum, özürümü affedin) Büyük Türk Ulu’su Paşa Hazretleri. O halde ne demeye geliyor bütün bunlar? Eceli gelen zavallı yaratığın demokrasi istiyorum diye oligarşi kalesinin duvarını kapı sanıp yumruklayarak kendini helak etmesi dışında, elbette hiçbir şey].
[Tam da sizin de dile getirmeme neden olduğunuz gibi hiçbir şey yapmadığı için kadri mutlak gücünüzün gazabından hevessiz kalmış bu hem Türk hem de er kardeşimizi esirgeyin. Bu, şahsen tanımadığım, basın yolu ile okuma fırsatı bulduğum kardeşimize kefilim. Çünkü Türker Büyük Türk Ulu’larını tanımakla kalmıyor, onların sözlerini ve icraatlerini de hatırından çıkarmıyor. Son yazısında bir başka Büyük Türk Ulu’su Çevik Bir Paşa Hazretlerinin de adını anarak, gerçekten ne derece Büyük Türk Ulu’larına bağlı olduğunu kanıtlıyor].
[Büyük Türk Ulu’su Bir Paşa Hazretleri ne demişti: “28 Şubat bin yıl sürecek”. Ne oldu, parlamenter demokrasi ilk seçimde 28 Şubat’a sahip çıktı, meclise: önce % 39 sonra % 47’lik bir “çoğunluk” yerleştirdi!]
* * *
Başta dediğimiz ifadeyi soru haline getirelim, varolanın varlığının dile gelmesi, yani hakikatin örtüsüzleştirilmesi Türkiye’de neden bir değişime yol açmamaktadır? Türker gerçekten kendisine atfettiğim tüm incelikleri (naif, gerçekçi, ironik, tartışmacı, birikimci, ayrıntıcı, çözümleyici ve doğrucu) yazısında bir bir alt metin olarak varediyor. Aslında onun bir çok yazısı, hele son dönem yazıları göz önüne alınarak onun yazılarında varettiğini söylediğim özellikleri daha kolay deşifre etmek belki mümkün olabilir. Fakat yapmak istediğim bu ses hakkında bir deneme yazmak değil. Gündelik hayatımıza eşlik eden ana akım bir gazetenin muhalif dilleri içinde ayrışan bir muhalifinin neden ayrıştığını gösterebilmek. Bununla kastım da muhalefetin dilinin nasıl bir motivasyonla güçlü kılınabileceğini yeniden düşünmeye açmak.
En başta dediğim gibi, görüşlerine katılıp katılmamamın ötesinde kendi muhalif dilinin izleyicisi olmamızı sağlayanların diline bakmak ve bir şekliyle kurucu ve yaratıcı olanın kendi dilini yaratması için yeniden geleneğini sorgulamasına yol açabilir. Bu da son kaleye kadar, “kişilikli bir duruş” kalesine varıncaya kadar korkusuzca ilerletilebilir… Başka şeye ihtiyaç var mı bu çağda, bilemiyorum. Herkesin hatırlama, yüzleşme, dokunma, sınırdan sözettiği yerde bazıları her zaman olduğu gibi sözcüklerini ve cümlelerini bir “dil sürçmesi” olmaktan çıkarıyor. Apaçık şekilde karnıyla değil, ağzıyla konuşuyor. O halde ağzıyla konuşmak sırası ayrıcalıklı olanların ağzından yaşamı kurmak ve yaratmak isteye
nlerce alınmalıdır. Peki bunu kimler yapacak açıkçası? Yalnızca cesurların korktuğu bir dünyadan, kahramanların, Hrant Dink’lerin geldiği bir dünyadan gelenler. İçimizde ve yanımızda sadece ağzımızla konuştuğumuzda varolan birileri, hikayeleri bizim yüzü bizim olan insanlar.
Walter Benjamin derdi: “Bizim mücadelemiz maskelilere karşı”. Gerçekten ülkenin ve insanlığın sorunlarının çözümü sürecinde neye güvenerek yol alabiliriz, maskeler yaratan bütün metafizik kılıfları, teolojik cübbeleri, mistik ve mutlakçı rasyonaliteleri sorgulamadan, onları gündelik olanın içinde terbiye etmeden nasıl yol alabiliriz? Hiç şüphesiz başlangıç her zaman yeni bir başlangıçtır, gelenek her zaman yeni bir gelenektir ve buradan doğan güç, bizi ancak sorunları örtüsüzleştirmeye ve her şey olup biterken yenilenmelere iter.
Sahi neden sol kendi dilini yenilenmeler içinde; ayrıntıcı, çözümleyici, sentezleyici, deneyimleyici, somutlayıcı, açıklayıcı, yorumlayıcı, eleştirici, biriktirici, doğrudancı bir şekilde güçlü olarak örgütlemekte istisnalar hariç genel olarak ifade edemiyor? Sanırım bütün bunlar için başta söylediğime geri döneyim, görünür olanın örtüsünü açmak durumundayız, yani pathetic sonatımıza; trajik gerçekliğimize geri dönmek durumundayız. Belki de kendimize haksızlık yapmak istemiyorsak o zaman da -başlıkta belirttiğim üzere, zayıf oldukça zorbalar karşısında- “gerçekliğin ironik olarak” ortaya konmasında da bir beis yok, mümkünse hep ağzımızla konuşmak şartıyla, tıpkı Türker yaptığı gibi örtüyü kaldırma amacını yitirmeksizin.
Baykan Erdoğan
borogan@gmail.com