Asparagas, en sade tanımıyla aslı astarı olmayan, uydurma haber demek. Deyim olarak 1960’lı ya da 70’li yıllarda ortaya çıktığı söyleniyor. Basın camiasında anlatılan efsanenin ilk versiyonunda parasız pulsuz bir turist çift vardır. İstanbul Sultanahmet Meydanı’nda çadırda yatıp kalkmaktadırlar. Çadırın üstünde “Asparagas” yazılı bir kâğıt asılıdır. Gazeteci turist çifte çadırın önünde poz verdirip fotoğrafını çeker ve […]
Asparagas, en sade tanımıyla aslı astarı olmayan, uydurma haber demek.
Deyim olarak 1960’lı ya da 70’li yıllarda ortaya çıktığı söyleniyor. Basın camiasında anlatılan efsanenin ilk versiyonunda parasız pulsuz bir turist çift vardır. İstanbul Sultanahmet Meydanı’nda çadırda yatıp kalkmaktadırlar. Çadırın üstünde “Asparagas” yazılı bir kâğıt asılıdır. Gazeteci turist çifte çadırın önünde poz verdirip fotoğrafını çeker ve gazetesinde yayımlar.
Öteki gazeteler ilginç buldukları haberi sürdürmek için Sultanahmet Meydanı’na muhabir gönderirler. Ancak ortada çadır filan yoktur. Anlaşılır ki, asparagas çadırı hikâyesi, haber sıkıntısı çeken uyanık bir muhabirin uydurmasıdır. Turist çift, muhabirin uydurduğu senaryoda rol almayı güle oynaya kabul etmişlerdir.
Başka bir söylentiye göre yine o yıllarda, en çok satan gazetenin birinci sayfasında bir haber yayımlanır. Habere göre, genç çift parasızlıktan köpek kulübesinde yatıp kalkmaktadır. Haberin yanında gençlerin kaldıkları köpek kulübesinin fotoğrafı. Kulübenin üstünde ‘Asparagas’, yani kulübenin gerçek sahibi köpeğin adı yazılı bir kâğıt asılıdır.
İlginç haber çok satan gazetede yayımlanınca öteki gazetelerin de ilgisini çeker. Muhabirler İstanbul’un altını üstüne getirirler. Ancak, ne sözü edilen yerde kulübeyi bulabilirler ne de genç çifte rastlarlar. O günden bu yana palavra haber ‘asparagas’ adıyla bilinir.
Asparagas deyim olarak Türk medyasının eseri olsa da asparagas haberciliğe dünyanın her yerinde rastlamak mümkün. Basın tarihinde en çok bilinen örneği, Washington Post’un adını 1980 yılında basın tarihine utançla geçiren Janet Cooke skandalıdır.
Cooke, Jimmy adlı uyuşturucu bağımlısı bir çocukla yaptığı röportajla büyük yankı uyandırır. Röportaj gazetede yayımlandıktan sonra belediye ve polis çocuğu bulmak için seferber olur. Ancak çocuk ve ailesi bulunamaz. Gazete ve Cooke, haber kaynağının gizliliği ilkesine sığınır. Cooke, son derece gerçekçi gözüken ayrıntılarla süslediği röportajıyla Amerikan basın tarihinin en saygın ödülü olan Pulitzer’i bile kazanır. Sonraları gazete kuşkulanıp yaptığı araştırmada röportajın hayali olduğunu öğrenir. Bu arada Cooke da bir televizyon kanalına para karşılığında yaptığı itirafta röportajın palavra olduğunu kabul eder, Pulitzer ödülünü geri
verir. Washington Post yönetimi, 18 bin kelimelik bir açıklama yayımlayarak, olayı “Cooke için kişisel trajedi, Post için özür kabul edilemeyecek durum” olarak nitelendirir. (Zeynep Alemdar, Oyunun Kuralı, s:42-43)
Televizyon hayatımızın baş köşesine kurulunca asparagas gazete sayfalarından ekranlara taşındı, haberin gerçeğiyle palavra olanını ayırt etmek iyiden iyiye zorlaştı. Asparagas medyanın hücrelerine sindi. Birinci güç konumunu zorlayacak derecede güçlenen medya kendisi çürüdüğü gibi, toplumdaki çürümenin de hem üreticisi hem taşıyıcısı oldu.
Asparagas yalnızca medyanın değil ekonominin, siyasetin ve diplomasinin de hücrelerine sindi. George W.Bush’un ABD Başkanı seçildiği seçimin sonucu asparagas koktuğu gibi, Irak’ta şimdilik 1 milyona yakın kişinin öldürüldüğü işgalin fikri ve askeri ön hazırlığı da “kitle imha silahları” asparagasıyla yapıldı.
Asparagas deyimini anımsamamın nedeni, şu günlerde Orhan Birgit’in “EVVEL ZAMAN İÇİNDE” başlığıyla yayımladığı anılarını okuyor olmam.
Orhan Birgit malum, gazeteci yazar. Toplumsal bellekte yer eden Tan gazetesini tahrip ve linç eylemine “seyirci” olarak katılmış, 6-7 Eylül provokasyonu sonrasında idam istemiyle yargılanmış, sonra CHP’de siyasete atılmış ve 1974 yılında Birinci Ecevit hükümetinde bakan olmuş. Şimdi Cumhuriyet gazetesinde yazıyor.
Orhan Birgit, 1953 yılında askerliğini yedek subay olarak Milli Savunma Bakanlığı Temsil Dairesi’nde yapmış. O devirde Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı. Temsil Dairesi de şimdinin basın ve halkla ilişkiler birimi gibi çalışıyor. Sonradan babasının yerine Hürriyet’in patronu olan Erol Simavi de Birgit’le birlikte Temsil Dairesi’nde görevli.
Birgit’in anlattığına göre Temsil Dairesi’nin o dönemdeki en önemli çalışması Dumlupınar olayını haberleştirmek, kamuoyuna duyurmak.
Dumlupınar Denizaltısı, 3-4 Nisan 1953 gecesi Çanakkale Boğazı’nda İsveç bandıralı bir şileple çarpışıp batar. Denizaltı sulara gömülür, denizciler gemide mahsur kalır. Temsil Dairesi, ilk açıklamasında kurtarma çalışmalarının aralıksız sürdüğünü bildirir.
Saatler geçer yeni bir bilgi gelmez. Orhan Birgit, telefonun ahizesini kaldırır, Çanakkale’deki komutanlığı telefonla arar. Ekim ayındaki Dağlıca saldırısı sonrasında tabur karargâhını “Ben Tümgeneral Yılmaz” diye arayıp bilgi isteyen gazetecinin yaptığı gibi Birgit de kendisini yüksek rütbeli bir subay diye tanıtıp kurtarma çalışmaları hakkında bilgi ister.
Çanakkale’deki komutanlığın verdiği bilgiye göre su yüzüne çıkan şamandıradaki telefonla denizin dibindeki askerlerle irtibat kurma çalışmasından sonuç alınamamıştır, sadece boğuk sesler gelmiştir. Birgit, bu bilgiyi resmi bildiriye dönüştürüp ajans ve gazetelere iletir.
Saatler geçer yeni bilgi gelmez. Bu kez Erol Simavi telefonun ahizesini kaldırır, kendisini Cumhurbaşkanlığı Başyaveri olarak tanıtıp, Cumhurbaşkanı’na sunmak üzere bilgi ister.
Çanakkale’deki komutanlığın verdiği bilgiye göre kurtulan çok azdır, sadece beş denizci çarpışma anında kurtulmuştur, seksen bir denizci denizaltıyla birlikte sulara gömülmüştür. Kurtarma çalışmaları canla başla aralıksız yürütülmektedir; ama, denizdeki akıntının şiddeti nedeniyle kurtarma çanının Dumlupınar’ın kapak bölümüne oturması imkansız görünmektedir. Yine de Allah’tan umut kesilmez…
Temsil Dairesi bu bilgiyi de ajans ve gazetelere iletir. Ertesi gün Orhan Birgit, Amerikan Haberler Merkezi’nin “Kore Saati” röportajları için verdiği ses kayıt cihazını alarak bulabildiği ilk askeri uçakla Çanakkale’ye gider. Niyeti, denizaltıya inilecek olursa kurtarılacak denizcilerle röportaj yapmaktır. Ancak denizaltıyla irtibat kurulmasının, denizcilerin kurtarılmasının olanaksız olduğunu görünce Ankara’ya döner. Komutanlık kurtarma çalışmalarından umut kesildiğini resmen iletince de acı sonucu kamuoyuna duyuracak resmi bildiriyi hazırlar.
“O bildiri varlığını hemen her 4 Nisan’da yeniden anımsatan masum fakat o gün için gerekli bir yalanı içerecekti. Denizaltıda kalan seksen bir şehidimiz adına Astsubay Selami’nin adı bilinçaltımda öne çıktı. Nara Burnu’ndaki denizin altından gelen sesin sahibi olarak, Barbaros’un çocuklarının son sözlerinin ‘Vatan Sağolsun’ olduğunu, telefonla konuşmanın daha sonra mümkün olmadığını kâğıtlara döktüm.” (Evvel Zaman İçinde, 2006, s: 126)
İşte böyle. Yani bildiğimizin, çocukluğumuzda radyo programlarında dinlediğimizin, bugünlerde internet ortamında sıkça paylaşılanın tersine, talihsiz denizciler ne umutla kurtarılmayı beklerken “Ah bir ataş ver” türküsünü söylemişler, ne de su yüzündeki arkadaşları “Aman türkü söyleyip oksijeni boş yere tüketmeyin, hele hiç sigara içmeyin” diye öğütlemişler. Çünkü Birgit’in anlattığına göre, kendileriyle irtibat kurulamamış, kurulabilen tek irtibatta boğuk seslerden başkası duyulmamış. Türk tarihinin en büyük denizaltı faciasında denizin dibinde can veren denizcilerin son nefeslerinde “Vatan Sağolsun” dedikleri ise “masum fakat gerekli bir yalan”mış.
Bir
git anılarını “EVVEL ZAMAN İÇİNDE” adıyla kitaplaştırmış. “Masum fakat gerekli yalan”, kitabın adıyla öyle uyumlu ki! Malum bütün masallar “evvel zaman içinde” diye başlar.
Bebeklere ninni söylenir, bebeklikten henüz kurtulmuş çocuklara ise masal anlatılır. Masallar masum ve sevimli yalanlar üzerine kuruludur. Orhan Birgit’in büyüklere anlattığı masal hiç de masum ve sevimli değil.
Keşke hayatımızdaki ve tarihimizdeki tek “masum fakat gerekli yalan” Orhan Birgit’in itiraf ettiğinden ibaret olsa!