Fatih Akın’ın senaryosunu yazdığı ve yönettiği “Yaşamın Kıyısında” filmini izledikten sonra “izleyici” olarak yaptığım eleştiri Dinçer Aslan’ın hışmına uğradı. Dinçer Aslan’ın Fatih Akın’ın eleştirilmesine neden bu kadar kızdığını ve neden bu kadar “belden aşağı” vurmak ihtiyacını hissettiğini anlamak için bir kaç kez yazısını okumak zorunda kaldım. Filmde devrimciliğe yapılan haksız eleştiriye tepkimi ve Fatih Akın’ın […]
Fatih Akın’ın senaryosunu yazdığı ve yönettiği “Yaşamın Kıyısında” filmini izledikten sonra “izleyici” olarak yaptığım eleştiri Dinçer Aslan’ın hışmına uğradı. Dinçer Aslan’ın Fatih Akın’ın eleştirilmesine neden bu kadar kızdığını ve neden bu kadar “belden aşağı” vurmak ihtiyacını hissettiğini anlamak için bir kaç kez yazısını okumak zorunda kaldım. Filmde devrimciliğe yapılan haksız eleştiriye tepkimi ve Fatih Akın’ın filmini “iyi bilmediği” bir zeminde kurmasını doğru bulmadığımı ifade etmek istemiştim. Ancak Aslan’ın yazısını okuduktan sonra sosyalistlerin (özellikle de devrimciliğin zemin olarak kullanıldığı) bir filme nasıl yaklaşması gerektiği konusundaki bir tartışmanın daha anlamlı olacağını düşünüyorum.
Öncelikle şu konuyu belirtmeden geçemeyeceğim: Anladığım kadarıyla Dinçer Aslan kendisini film izleme ve analiz etme konusunda “uzman” olarak görüyor, buna diyeceğim bir şey yok. Ancak bu, sıradan bir sinema izleyicisinin izlediği bir filmi eleştirme hakkına sahip olmaması anlamına gelmez. Benim gibi sıradan bir izleyici de izlediği bir film hakkında düşüncelerini ifade edebilmelidir. Umarım Dinçer Aslan da bu konuda benimle aynı düşünceleri paylaşıyordur.
Tartışmanın esas bölümüne geçmek istiyorum. Bir senarist ya da film yönetmeni tıpkı bir şair, yazar gibi eserini icra ederken bir düşünce yapısının etkisiyle bunu yapar. Zira “soyut” insan olmadığı gibi “soyut” sanatçı da olamaz. Ve bu anlamda sanatçı istediği kadar benim toplumsal bir amacım yok, sinemayı sinema için, edebiyatı edebiyat için yapıyorum dese de ortaya çıkardığı eser mutlaka toplumsal/ideolojik bir işlevle yüklenir. Bu anlamıyla sanatçının istediği konuyu istediği biçimde işleme hakkı/özgürlüğü ona eleştirilmeme ayrıcalığı tanımaz. Kuşkusuz bütün yazarlar, senaristler, şairler eserini icra ederken özgür olmalıdırlar ve hiç kimse/kurum/devlet sanatçıyı yaratıcılığından dolayı engellememeli, cezalandırmamalıdır. Ama bu, sanatçının özgürlüğünün dokunulamaz olduğu anlamına gelmez. Sanat eseri izleyicisi, okuyucusu tarafından eleştirilir, beğenilir, beğenilmez vs…
Fatih Akın Yaşamın Kıyısında filmiyle bir şey anlatmak istemiştir. Bir film izleyicisi olarak sinema filmini değişik boyutlarıyla değerlendirebiliriz. Sinemayla ilgili bir insan, filmin konusunu, senaryonun kendisini, yönetmenin bu senaryoyu işleyişini, görüntü yönetmeninin becerisini, oyunculuğu vs. ele alabilir. Ben Fatih Akın’ın Yaşamın Kıyısında filminde vermek istediği mesaja ve bu mesajı verirken devrimciliği “haksız” biçimde eleştirmesine tepki gösterdim. Bir sosyalist olarak bir filmi izlerken yönetmenin bu filmle ne anlatmak istediğini ve ne yapmak istediğini önemli bulurum. Kuşkusuz konuyu bir yönetmen ustalığı ile nasıl işlediği ve izleyiciye nasıl aktardığı önemlidir. Bu yönleriyle Yaşamın Kıyısında filmini beğenmiş olmam filmde söylemek istediği şeye karşı olmamı engellemez.
Dinçer Aslan Fatih Akın’ın filminde sola karşı “dostça” yaklaşım içinde olduğunu söylüyor: Bu konuyu tartışmak istiyorum.
Öncelikle şunun altını çizmekte fayda görüyorum: Fatih Akın filminde devrimcileri değil “devrimciliği” eleştirmiştir. Bu eleştirinin içeriği filmde çok açık olarak ifade edildiği gibi (devrimcilik ilkel bir siyaset yapma biçimidir, kendisi sorunludur ve dolayısıyla herhangi bir sorunu çözmekten acizdir.) şeklindedir. Bu eleştiriyi (böyle devrimci tiplemesi yok mu) diye hafife almak en azından saflık olur. Diğer taraftan zaten devrimci fikirler ve değerlerin doğrudan saldırıya uğradığına çok az tanık olmuşuzdur. Egemen sınıflar hiçbir zaman sosyalizmin eşitlik-adalet-sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya gibi değerleriyle doğrudan tartışmaya girmemiştir. En fazla (biz de isteriz ama ne yazık ki mümkün değil kabilinden) hafife almayla geçiştirmişlerdir. Bu nedenle burjuva ideolojisi ya da onun etkisindeki düşünce biçimleri ideolojik bir kapışma yerine devrimcilerin zaaflarına saldırarak devrimciliği etkisizleştirmeye çalışmıştır. Bu nedenle “kötü” devrimcilere saldırılması ve özellikle bunun yaygın kitle iletişim araçlarıyla yapılması bizi hiçbir zaman mutlu etmemeli. Kuşkusuz bunun tek istisnası “gerçekten dostça” yapılıyor olmasıdır.
Dinçer Aslan Sinan Çetin’in Prenses filmini izlemiş midir, bilemiyorum. 1980’li yılların sonunda gösterime girmiş olan filmde tıpkı Yaşamın Kıyısında olduğu gibi devrimci ilişkilerin ne kadar samimiyetten uzak, devrimcilerin ne kadar dar kafalı ve dogmatik, devrimci ilişkilerin ne kadar sorunlu olduğu anlatılıyordu. Prenses filmiyle Yaşamın Kıyısında filminde devrimcilere bakış açısından hiçbir fark yoktur. Ama o dönemde hiçbir sosyalist bu filmi yaptığı için Sinan Çetin’e teşekkür etmedi. Sanırım yaşadığımız dönem devrimciliğin savunulmasının biraz daha güçleştiği ve doğrudan gelmeyen saldırılar karşısında biraz daha kendimizi savunmasız hissettiğimiz özellikler taşıyor.
Tekrar filme dönelim: Fatih Akın’ın bu filmiyle devrimcileri değil “devrimciliği” kendi istediği formda yansıtıyor. Devrimci olarak gösterilen bütün karakterlerin hastalıklı tipler olmasının bir tek anlamı olabilir. Yönetmen devrimcilik böyle bir şeydir demek istiyordur. Çünkü filmde devrimciliğin başka (olumlu) yönünü temsil eden tek bir karakter bile yoktu.
Aşağıda bir bölümünü bulacağınız alıntıda Fatih Akın’ın devrimciliğe neden karşı olduğunu anlayabiliyoruz. Zira o Türkiye’nin kendi dinamikleriyle değişip, dönüşebileceğine inanmıyor. Bu nedenden dolayı bu iddiaya sahip aktörleri toptan çiziyor.
Fatih Akın “Yaşamın Kıyısında” isimli filmi hakkında yaptığı söyleşide bunu açıkça ifade etmektedir: “Yaşamın Kıyısında” son üç yılın izlenimlerini konu alıyor. Dünya politikasında olanları -11 Eylül 2001 ve bunun sonrasında- dünyayı saran korkudan Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılması tartışmalarına kadar olanları kendi tarzımla ele alıyorum. Türkiye’nin AB üyeliğiyle ilgili kişisel fikrim “Evet, hemen şimdi” ile “Hayır, üye olmasa daha iyi” arasında gidip geldi. Olumsuz tavrım beynimde topladığım sol fikirlerle ilgili. Şöyle ki, “AB emperyalist bir oluşumdur” ya da “AB’nin amacı ekonomik ve kültürel küreselleşmeyi sağlamaktır” gibi argümanlar ağır bastı.
Bugün biliyorum ki, Türkiye’de yüzde yüz uygar bir toplum, önkoşulsuz insan hakları, ekoloji bilinci ve fırsat eşitliğinin sağlandığı bir eğitim sistemine, AB olmaksızın kavuşmak uzak bir hayal.” (Bkz. www.sinema.com )
Fatih Akın, beyninde topladığı sol fikirlerin kendisini AB düşmanı yapmasından şikayetçi. Kuşkusuz Fatih Akın liberal fikirleri savunmak ve bunu sanatı yoluyla yaymak özgürlüğüne sahiptir. Ancak bir sosyalist olarak benim de AB’ye karşı olmaya ve AB propagandası yapmak için sosyalistlerin, sosyalist ilişkilerin bu kadar çarpıtılmış olarak gösterilmesine itiraz etmeye hakkım vardır. Zira sosyalist düşüncenin ürünü olan kişilik tiplemeleri ve ilişkileri filmde gösterildiği gibi sanki tornadan çıkmış gibi tek düze ve aynı tip değildir.
Devrimci örgüt ilişkileri ancak kendisini inkar ederek yani yozlaşarak bu tipte ilişkilere dönüşebilir. Sosyalizmin kurmak istediği örgüt ve insan ilişkileri özgürlükçü, demokratik ilişkileri hedeflemekte, kendisiyle barışık, inandığı değerleri kendisinde somutlaştırmış mücadeleci kişilikleri tarif etmektedir. Ancak bu ilişkilerin kurulmaya çalışıldığı her yer ve zamanda istenilen ilişki biçimlerinden uzaklaşıldığı ve hatta karş
ıtına dönüştüğüne tanık olunmuştur.. Devrimci faaliyet (sosyalizmin totalitarizmi potansiyel olarak barındırmasının yanı sıra) içinden çıktığı ve değiştirmek istediği yerel kültürel-sosyal faktörlerden doğrudan etkilenir ve hatta ona benzeyebilir. Bu; yaşayan organizmanın kendisine içkindir.
Ancak bu ülkede 1960-1980 döneminde sosyalizm mücadelesinde oluşturulan değerlerden akılda kalanlar esas olarak “olumlu”dur. Aydın, haksızlığa karşı duyarlı, dürüst, mücadeleci kişilikler zihinlerde (her şeye rağmen) kalmıştır. Daha çok 1990 sonrası yaşanan süreçte militarist örgüt yapılarının içine düştüğü çıkmazda üretilen “devrimci” tipleri genelleştirip yansıtmak kabul edilebilir değildir.
Oysa Dinçer Aslan, Fatih Akın’ın bu filmle “sola dostça bir eleştiri” yaptığını ileri sürmektedir. Ancak filmde eleştirinin yanında “dostluğu” görmek mümkün değildir. Dostluk; Yavuz Özkan’a Maden Filmini çektiği için 20 yıl sonra Maden Sendikası başkanı Çetin Uygur’un 1.İşçi Filmleri Festivali gecesinde “geç kalmış bir teşekkür” konuşmasında ve Yavuz Özkan’ın göz yaşlarındadır. Fatih Akın bu filmiyle hayata eleştirel bakanlara ve onu değiştirmek isteyenlerde hangi şükran duygusunu uyandırmaktadır? Devrimcileri-devrimci örgütleri hastalıklı yapılar olarak göstererek sola nasıl “dostluk” yapılır, anlamak mümkün değil.
Sinema sadece sinema değildir!
Dinçer Aslan’ın yazısını okuduğumda aklıma Rocky filmi geldi. İtalyan asıllı bir Amerikalı boksörü anlatan film serisinin dördüncüsünde Rocky’nin rakibi bir Rus’tur. Film 1980’li yılların ikinci yarısında çekilmiştir, yani Soğuk Savaş’ın finale doğru evrildiği bir dönemde. Filmde Rocky, Rus’la yapacağı boks maçına dağlarda koşarak, ağaç kütüklerini kaldırarak, odun keserek hazırlanmakta; Rus boksör ise sadece spor salonlarında teknik aletlerle çalışmaktadır. Filmdeki bütün Ruslar makine gibi soğuk, sevimsiz, asık suratlıdır. Amerikalılar ise, doğal canlı, sıcak kanlı vs… ABD’nin SSCB ile yürüttüğü ideolojik savaşta sinemayı ne kadar etkin kullandığı bilinir. Bu filmde esas olarak boksör olan kahramanın serüveni anlatılmaktadır. Tabii ki sonunda Rocky Rus’u perişan eder! Peki bu film sadece bu kadar mıdır? Şüphesiz hayır. Yönetmen büyük bir ustalıkla açıkça komünizmin Rusları böyle soğuk, sevimsiz ve mutsuz yaptığını anlatmak istemektedir. Peki Rusların içinde gerçekten böyle tipler yok mudur? Tabii ki vardır. Ya da yönetmen Rusları böyle anlatmak istemiştir, buna hakkı yok mudur?
Tabii ki vardır… Yönetmen bunu yapmakta özgürdür. Ancak bu; Rocky filminin emperyalizmin sosyalizme karşı yürüttüğü ideolojik mücadelede bir silah olarak kullanıldığı gerçeğini değiştirmez.
Diğer taraftan bu yıl İşçi Filmleri Festivali’nde gösterilen “İşçi Sınıfı Cennete Gider” isimli filmi izlemişsinizdir. Filmde bir fabrika düzeninde emek sermaye ilişkileri anlatılmaktadır. Bir taraftan kapitalizmin işçileri nasıl sömürdüğü, onları çarkın bir dişlisi haline getirdiği anlatılırken diğer taraftan sendikaların nasıl yozlaştığını ve aynı zamanda sosyalistleri de anlatmaktadır.
Filmde sosyalistler fabrika kapısında toplanıp işçilerin her giriş- çıkışında onlara megafonla seslenerek “dışardan bilinç” taşımaktadırlar. Bu sahneler sosyalistlere yönelik ciddi bir eleştiridir. Hatta sosyalistlerle alay etmektedir yönetmen. Ancak bu filmi izlerken hiç aklımdan sosyalistleri niye böyle göstermiş diye yönetmene serzenişte bulunmak geçmedi. Film, kurulu düzeni eleştirmeyi esas almış ve bunun içinde devrimcilerin işçilerin sömürülmeleri karşısındaki tutumlarını açıkça ifade etmiş ve bununla birlikte sosyalistleri, sendikaları iyi ve kötü yanlarıyla eleştirmeyi amaçlamıştır.
Aynı yaklaşımı Dinçer Aslan’ın Fatih Akın’ı desteklemek için örnek verdiği Vedat Türkali’de görürüz. Vedat Türkali eserlerinde gerçekten de devrimcilerle alay etmekten, onların zaaflarını sergilemekten, örgütsel işleyişleri eleştirmekten kaçınmaz. Ancak Vedat Türkali’nin “dost elini” kapitalizmi eleştirmek ve daha insancıl, eşitlikçi bir toplum kurmaya katkı sunmak için uzatmaktadır. Devrimcileri eleştirirken de bu kaygıyı gütmektedir.
Oysa Fatih Akın izlediğim iki filminde de böyle bir kaygıyı taşımamaktadır. Duvara Karşı filminde geleneksel aile yapısı ve değerleri sorgularken kullandığı kahramanların değiştirmek gibi bir derdi yoktur. Egemen toplumsal biçimlerin dışında “marjinal” yaşamak isterler ve sonunda kurulu düzene mağlup olurlar. Sorgulamak ve yeniden kurmak gibi bir dertleri yoktur.
Yaşamın Kıyısında ise Duvara Karşı’da olduğu gibi toplumsal eleştiri bile göremeyiz. Esas olarak AB’den doğru Türkiye’yi eleştirir. Türkiye’yi eleştirirken de kullandığı malzeme devrimciliktir. Fatih Akın yukarıda bahsi geçen röportajda “Türkiye ile AB’nin ilişkisi bana sanki iki insan arasındaki zorlu bir aşk ilişkisi gibi geliyor. Ayten ve Lotte’nin, Ayten ve Susanne’nin, Nejat’ın, Ali ve Yeter’in karşılaşmaları, bu tuhaf bilateral ilişkiye örnek olabilir. Anahtar kelime affetmektir. Çünkü affetmek aynı zamanda karşındakini hatalarıyla kabul etmektir” diyerek AB’yi ulaşılması zor bir hedef Türkiye’yi ise hatalarıyla (ilkel devrimcileriyle vs.) kabul edilmesi gereken muhtaç bir ülke olarak görmektedir. AB sürecini egemen sınıf söylemiyle değerlendirmekte ve “kaçınılmaz” olarak görmektedir. Filmde AB tartışmasının doğrudan yapıldığı bir sahne var. Devrimci kadın Ayten sevgilisi Lotte’nin evinde kalmaktadır. Ayten evi çok kötü kullanmaktadır. Son derece saygısız ve dikkatsiz davranmaktadır. Lotte’nin annesi (Susanne) Ayten’den hiç hoşlanmaz, kızıyla ilişkisi konusunda da bazı endişeler taşır. Sonunda isyan eder. Mutfakta yaptıkları tartışmada Türkiye’nin AB’ye girme sürecinde olduğunu ve artık böyle ilkel fikirlerle bir yere varılamayacağı anlamına gelen sözler söyler Ayten’e. Ayten ise tahmin edeceğiniz gibi bağıra çağıra ezberlediği bir kaç cümleyle kadını susturmaya çalışır. Bu tartışma sonrasında evden ayrılır. Sonrasında iltica için yaptığı başvuruda mahkeme kararı şöyle açıklanmaktadır: “AB sürecinde işkenceye son verildiğinden ve adil yargılama vs. olduğundan, Türkiye’ye iadesine…”
Kuşkusuz Fatih Akın kendi fikrini Susanne’ye ve Alman mahkemesine söyletmektedir. Çünkü gerçekten de böyle düşünmektedir. Türkiye’nin devrimci dinamiklerine inancı yoktur, tek çareyi AB’nin Türkiye’yi medenileştirmesinde bulmaktadır.
Şimdi bir sosyalist olarak bu fikirle aynı safta nasıl durulabilir? Ve Türkiye’nin ilkelliğini, geriliğini vs. anlatmak için neden devrimcilerin kullanıldığını sormak hakkımız değil midir? Mesela neden milliyetçiler-ulusalcılar değil, neden gericiler değil de devrimciler… Bu sorunun cevabı gerçekten benim için bir merak konusudur…
Sonuç olarak Fatih Akın anlatmak istediği konuyu, fikirlerini sinema diliyle başarılı biçimde aktaran bir yönetmen olabilir. Ancak bu, Fatih Akın’ın yaptığı filmle kapitalizmin değirmenine su taşıdığı gerçeğini değiştirmez. Herhangi bir film izleyicisinin yönetmenden böyle bir beklentisi olmayabilir, kendi tercihidir. Ancak bir sosyalistin bir filmi salt “iyi” diye beğenmesi ve ona toz kondurmaması da benim için anlaşılması güç bir konudur.
Ancak Aslan’ın beni ” bir film hakkında sol fikriyatını yağmurlu havada sığındığı bir sinema salonunda dahi diri tutabilen bir kişi” olarak eleştirmesi ve benimle farklı düşünmesini sevinçle karşılaması sanırım işin p
üf noktasını oluşturuyor. Zira sayın Aslan’ın film eleştirisindeki tek kriteri film anlatımının iyi kurulup kurulmadığı olsa gerek. Aslan, film izlemeye “sol fikriyatını öldürüp” girdiği için filmin neyi anlattığını anlamakta güçlük çekiyor olsa gerek.