‘Ateş düştüğü yeri yakar’ sözü ne kadar doğru! Herkes için olmasa da, “şehit” ve “ölü ele geçirilen” rakamları çoktandır, ateşin düştüğü yerin dışındakiler için istatistik rakamlarından ibaretti. Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesini izleyen geçici sükûnetin ardından, tek yanlı ateşkesin bozulduğu 2004 yılından bu yana, sadece istatistik rakamlarıydı. Son bir iki haftada ölümün en kalleşini sunan […]
‘Ateş düştüğü yeri yakar’ sözü ne kadar doğru!
Herkes için olmasa da, “şehit” ve “ölü ele geçirilen” rakamları çoktandır, ateşin düştüğü yerin dışındakiler için istatistik rakamlarından ibaretti.
Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesini izleyen geçici sükûnetin ardından, tek yanlı ateşkesin bozulduğu 2004 yılından bu yana, sadece istatistik rakamlarıydı.
Son bir iki haftada ölümün en kalleşini sunan mayınlar, karanlıklarda patlatılan bombalar, sıkılan kurşunlar gösterdi ki, sadece istatistik rakamları değildir.
Minibüste katledilen 12 köylü, ardından 15 asker cenazesi, yine herkesten önce ateşin düştüğü yeri yaktı.
Gideni durdurmak, toprağa vermemek istercesine tabutlara sarılıp ağlayan eşler, evlatlar, anneler, babalar, kardeşler…
Piyade Çavuş Turgay Salgar’ın babası Tuncay Salgar, tevekkül içinde, “Vatan sağ olsun. İki oğlumuz daha var. Onları da göndereceğiz” diyerek acısını gizliyor.
Piyade Er Emrah Eryılmaz’ın ailesi ise tevekkülü elden bırakmamakla birlikte acısını gizlemiyor. Eryılmaz ailesinin “Evlatlarımızı bunun için mi askere gönderiyoruz? Kiminle savaştığımız belli değil. Çocuklarımıza yazık” ağıdında, “şehit” unvanıyla yetinmeyi öğütleyen resmiyetin ve tevekkülün bastıramadığı evlat acısı var.
Çavuş Bayram Güzel’in ailesi de öyle. Anne Ayşe Güzel’in, “Şırnak dağları yavrumu yedi. Başka kuzular ölmesin, başka analar ağlamasın” diye akan gözyaşlarında da, tevekkülün dindiremeyeceği frensiz evlat acısı var. Dede Mehmet Güzel’in “Hepimiz askerlik yaptık, bu kadar mı acizlik olur? Hep garibanların çocukları ölüyor” ağıdında ise, “şehitlik” rütbesinin bastırmaya yetmeyeceği bir isyan söze dökülüyor.
Dede Mehmet Güzel’in deyişiyle ateş, hep gariban evlerine düştü; tabutlardaki cansız bedenler hep yoksul mahallelerden son yolculuklarına uğurlandılar.
Milliyet gazetesinden Ümran Avcı’nın yazdığı gibi:
“Şehit Onbaşı Kasım Aksoy, asker ocağına katılmadan önce Antalya’da inşaatlarda amelelik yaparak ekmek parasını kazanıyordu. ‘Yol parası çok tutar’ diye, Şanlıurfa’daki ailesinin yanına 4-5 ayda bir gelebiliyordu.”
“Gabar Dağı’nda can veren şehitlerden Mehmet Coşkun, yoksulluk içinde bir yaşam sürdü. Okula başlamadan önce fabrikaya giden Coşkun 6 yaşında işçi, 13’ünde evin reisi, 20’sinde şehit oldu Altı yaşında hayata atılarak dağ gibi sorunları taşıyan Mehmet’in yaşamı 20’sinde bir dağda son buldu.”
Yaşamları bir dağda son bulan, annelerinin peşinden ağıt yaktığı başkaları da vardı. Ayrı dilleri konuşsalar da, dünyaya farklı renkte gözlerle baksalar da anne babalar, giden evladın ardından aynı gözyaşını dökerler, aynı acıyı çekerler. ‘Devlet baba’nın kitabındaki adı ve sıfatı ne olursa olsun, tabutta yatan, anasının kuzusudur. ‘Ölü ele geçirilenler’in aileleri de aynı acıyla kavruldu, anneler babalar, gideni geri almak istercesine tabutlara sarıldı.
Ateş düştüğü yeri yaktı. Ne ki, düzinelerce tabut peş peşe dizilince, ateş bu kez düştüğü yeri yakmakla kalmadı, başka yürekleri de yaktı, ülkeyi topluca bir yürek burkulmasının eşiğine getirdi. Türkçe, Kürtçe, Arapça ağıtlar birbirine karıştı. Hep sevgi, barış ve kardeşlik duygularıyla yaşanan bayram bile yüreklerdeki acıyı bastıramadı.
Anlaşıldı ki, rakamlar sadece istatistik değildir.
Tabutların peş peşe dizilmesiyle yürekler kanamakta, toplumsal akıl ve beyin çaresizliğin pençesinde kıvranmaktadır.
Oysa, düzinelerce tabut gerekmiyordu. Bir tek tabut bile acının ortaklaşmasına, ateşin sadece düştüğü yeri değil, her yeri yakmasına yetmeliydi. Hangi siyasal inanç ve dava insan hayatından daha değerli olabilir ki?
İnsan hayatından daha değerlisi varmış ki, otuz yıldır omuzlanan tabut sayısı 40 bini geçti. Ama, arada bir topluca vahşi öldürmeler dışında “şehit” ve “ölü ele geçirilen” rakamları hep istatistik rakamlarından ibaret kaldı.
Şimdi bir kere daha anlaşıldı ki, rakamlar sadece istatistik değildir, ortak acıdır, ortak gözyaşıdır. Ne ki, ateşin tek tek düştüğü yerlerdeki acı topluma yaygınlaşsa da, acıda seçicilik hamlığı da öylesine yaygındır. Beşağaç köylülerinin ve Gabar Dağları’nda toprağa düşen askerlerin ardından, ölümün her şeyi bir kenara bıraktırması gereken atmosferinde “‘Hepimiz Ermeni’yiz, hepimiz Hrant’ız’ diyenler nerede? Neden ‘Hepimiz Türk’üz, hepimiz Mehmet’iz’ demiyorlar?” hamlığı.
Oysa “Hepimiz Ermeni’yiz, hepimiz Hrant’ız” çığlığı, acıyı paylaşmaya, kardeşliği vurgulamaya yönelik empati çığlığıydı. Hepimiz zaten Türküz, hepimiz zaten Kürdüz.
Bir de kendi kendimize empati isteniyorsa niye kaçınmalı?
Bir kere daha anlaşıldı ki rakamlar sadece istatistik değildir, ortak acıdır, akan kandır. Ne ki, acıda seçicilik hamlığının yanı sıra, kana doymamış bir savaş çığırtkanlığıdır, kışkırtılan hamasettir.
Oysa, 30 yıldır bölgeye sıkıyönetim ve olağanüstü haller, sınır içi ve sınır ötesi harekâtlar, bölgenin kalkındırılmasına harcanacak yerde savaş yangınında kül edilen yüz milyarlarca dolar, boşaltılan ve yakılan köyler, zorunlu göç, dağda ve sokak aralarında yargısız infazlar, hapsedilen milletvekilleri, cezaevlerinde zulüm, kapatılan partiler, hatta bir ara yasaklanan ana dil, varlığı bile yadsınan bir halk, “sanki ayaklanma kuvvetleri yapıyormuş gibi, müdahale kuvvetlerince zulme kadar varan haksız muamele örnekleri ile sahte operasyonlar”…
Otuz yıldır hepsi denendi, sonuçta “şehit”, sivil, “ölü ele geçirilen” on binlerce insan.
Ve otuz yılın sonunda, İstanbul aslanı, Anadolu kaplanı holdingler yüzde 100’ün üzerinde kâr etmeye devam ederken, “Bölgede Türkiye’ye aidiyet duygusunun azaldığı” realitesi;
Kara Kuvvetleri Komutanı’nın ağzından “Türkiye Cumhuriyeti Devleti, terör örgütüne katılımlar noktasında başarılı değildir. Başarılı olsaydık bugünlere gelinmezdi”
itirafı.
Ne ki, örgüte katılımın neden engellenemediğini sorgulamaktan yana utangaç bir itiraf ve alışılmış yöntemlerde inatçı ısrar.
Muhalefetteyken “Genç evlâdımız, her gün yüzlerce mermi atan teröristin karşısına dikiliyor. Daha silâh atmasını bile bilmiyor. Bunun adı, intihar cellâtlığıdır” dediğini unutup şimdi ‘intihar cellâtlığı’na soyunan bir Başbakan.
Yanı sıra, kültürel hakların elde edilmesine kadar küçülttüğü hedef için bile silahlı eylemde ısrar eden bir örgüt.
İşbirlikçiliğin adeta alın yazısı olduğu coğrafyada örgütün Barzani ve Talabani hareketlerinin yolunda mutasyon geçirip ABD yörüngesine girdiği yolunda işaretler.
Kontrol altındaki örgüt liderinden, “haftalık olağan görüşme” yoluyla “ABD çizgisi döneklik değildir” telkinleri…
Örgütün, 22 Temmuz seçimleriyle bölgede iktidar partisine kaptırdığı inisiyatifi yeniden kazanmak için silahlı eylemi tırmandırdığı ve Türkiye’yi sınır ötesi bataklığa çekmek istediği yolunda siyasal analizler…
Hangisi, yoksul damlara düşen ateşi söndürmeye yarar ki!
Sonuç, dökülen gözyaşı aynı olmakla birlikte savaş tanrısına bir kez daha yenik düşecek sağduyu ve hiç ele geçmeyen sol duyu.
Acı ortak olmakla birlikte, farklı kimliklerin kardeşçe yaşatacak emekçi demokrasisini birlikte kurma, barışı birlikte kucaklama umutlarının kırılması.
Kan gölüne dönen coğrafyada bir kez daha peş peşe dizilecek tabutlar
ve istatistik rakamları.
Yoksul evlere düşecek ateş ve Onbaşı Murat Uçar’ın eşi Ayşe’nin sözleriyle en acı gerçek:
“İki gün sonra herkes unutacak. Biz acımızla kalacağız.”