Her şey akla gelir de, bir gün, Emin Çölaşan’ın düşünce ve ifade özgürlüğü adına savunulacağı akla gelir miydi? Etik, özgürlük ve rasyonalite adına her şeyin şirazesinden saptığı, kavramların ve değer yargılarının ucuzlayıp birbirine karıştığı Türkiye’de sonunda bu da oldu. Emin Çölaşan 22 yıldır yazdığı gazeteden kovulunca, gazeteci örgütleri sahiplenmek için birbirleriyle yarışmışlar. Emin Çölaşan bir […]
Her şey akla gelir de, bir gün, Emin Çölaşan’ın düşünce ve ifade özgürlüğü adına savunulacağı akla gelir miydi?
Etik, özgürlük ve rasyonalite adına her şeyin şirazesinden saptığı, kavramların ve değer yargılarının ucuzlayıp birbirine karıştığı Türkiye’de sonunda bu da oldu.
Emin Çölaşan 22 yıldır yazdığı gazeteden kovulunca, gazeteci örgütleri sahiplenmek için birbirleriyle yarışmışlar. Emin Çölaşan bir anda “muhalif yazar”, “bağımsız gazeteci” “basın emekçisi” ilan edilmiş.
Medyadaki “silah arkadaşları” da gazeteci örgütlerinden geri kalmamışlar. Bir silah arkadaşına göre Emin Çölaşan, Şinasi ve Namık Kemal geleneğinin temsilcisidir.
Başka bir arkadaşına göre ise, “Susturulmak istenen Emin değil, onun şahsında laik demokrat kesimdir”.
Yadırganmamalı. Emin Çölaşan’a sahip çıkılmasının nispeten anlaşılır bir yanı vardır. Medyada bir basın emekçisi işten atıldığında, bir yazarın köşesi kapatıldığında, medyacıların genel fikir özgürlüğü ve çalışma hakkı bağlamında bu işlemi kınaması ve işten atılan muhabiri yazarı savunması alışılmış, ezberlenmiş bir tepkidir. Ne ki, alışılmış tepkinin ezberlenmiş ifadeleri doğru gözükse de her zaman isabet kaydetmeyebilir. Nitekim Çölaşan’la dayanışma açıklamaları bu türden, hedefin epey şaştığı bildiriler gibi durmaktadır. Neyse ki bildiri yayımlamakla yetinildi. Bildiri yayımlamakla yetinilmeyip, gazete büroları önünde protesto gösterileri de yapılabilirdi!
Emin Çölaşan’ın gazeteden kovulması elbette görmezlikten gelinemeyecek önemde bir olaydır. Lakin, Emin Çölaşan bile neden kovulduğu konusunda tek laf etmezken, “konuşmak için erken” diyerek dönüş pazarlığına kapısını açık tutarken, “basın emekçisi”, “basın özgürlüğü”, “bağımsız gazetecilik”, “muhalif yazar”, “öteki muhaliflere ayağınızı denk alın uyarısı”, “oto sansür baskısı” gibi kavramların hiçbir çekince ve ihtiyat kaydı konmadan Emin Çölaşan’la yan yana getirilebilmesi ne derece doğru ve isabetlidir?
Sormaya değmez mi?
Medyacıların kutsal saydığı bu kavramlarla birlikte anılmayı ve savunulmayı Emin Çölaşan ne ölçüde hak etti?
Emin Çölaşan gerçekten basın emekçisi midir, bağımsız gazetecilik mi yapmaktaydı, muhalif bir yazar mıdır?
Muhaliflik, emekçiler yararına düzeni sorgulamak yerine sermaye grupları arasındaki iktidar tepişmesinin bir tarafı olarak öteki tarafa ateş etmek midir?
Yarın bir gün Ertuğrul Özkök de kapı önüne konduğunda medya dernekleri benzer bir açıklamayla ona da mı sahip çıkacaklardır?
Yazdıkları haber ve yorumlar üzerine işten atılan savunma muhabirleri Kemal Yurteri ve Metehan Demir’in, gazetesine 15 yıl emek verdikten sonra “karsinoid tümör” teşhisi ile kanser tedavisi görürken işten atılan Kamuran Zeren’in Çölaşan kadar dayanışmaya hakları yok muydu?
Sorular uzatıldıkça uzatılabilir.
Sorular uzadıkça, kafa karışıklığına, ideolojik körlüğe düşmemek elde değildir.
Güçlü yazar!
Kabul etmeli ki, görmezlikten gelinecek, sıradan bir yazar değildi Emin Çölaşan; güçlü, etkili ve çok okunan bir yazardı.
En çok okunan köşe yazarları listesinin en başındaydı. En çok nefret edilen köşe yazarları listesinin en başında da Emin Çölaşan vardı.
Okuyucuyu böylesine zıt kutuplara savuran köşe yazarı medya patronu için bulunmaz nimettir. Seveni de okur, nefret edeni de. Medyanın can suyu tiraj olduğundan, medya patronları bu tür yazarları ellerinde tutmak için dikkatli davranırlar, korurlar.
Emin Çölaşan 1980’li yıllarda Başbakan ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile zıtlaştı, Hürriyet’in patronu Erol Simavi korudu.
Sonraki yıllarda Başbakanlar Tansu Çiller, Necmettin Erbakan ve Bülent Ecevit’le zıtlaştı, Hürriyet’in patronu Aydın Doğan korudu.
Son yıllarda Başbakan Erdoğan ve AKP ile zıtlaştı, yine Aydın Doğan korudu.
Nihayet 22 Temmuz seçimlerinden sonra Aydın Doğan, gazetenin 22 yıllık “emektarı” Emin Çölaşan’ı kapı önüne bıraktı. Nankörlük ettiği, nimeti teptiği söylenemez. Emin Çölaşan’ı atmanın tutmaktan daha kârlı olacağını hesaplamış olmalıdır ki, atmakta tereddüt etmedi.
Neden atıldı?
Emin Çölaşan güçlü, etkili, çok okunan bir yazardı. Ne ki, gücü ve etkisi, kaleminden ve kişiliğinden gelmiyordu. Hele düşünce ve basın özgürlüğüne sevdasından hiç değil.
Çölaşan’ın okuyucunun ufkunu açacak fikri derinliği, edebi değer taşıyan bir kalemi ve üslubu yoktu. Fikir yazarı değildi, fıkra yazarı bile değildi. Düzeni sorgulamak yerine kişilerle uğraşıp düzenin namusunu temizlemeyi iş edinmişti kendisine. Sığ faşizan fikri kapasitesi bundan ötesine el vermiyordu. Herkesle de uğraşmıyordu. Kaleminin ucunda sadece patronun ve bağlı olduğu güç odağının zararlı saydığı kişiler vardı.
Kişilik haklarına saygısız, itici, yer yer belden aşağı üslubuyla kendisini çalıştıran patronun ve devlet içinde kendisini arkalayan güç odaklarının “kuşbaz” yazarıydı. Gücünü patrondan ve kendisini besleyen iktidar odağından alıyordu. Bu sayede etkiliydi. Ülkedeki iktidar kaymasına bağlı olarak kuşlarını yitirince, toprağın oğlu Anteus’tan farkı kalmadı. Gazeteci ve yazar olarak sefaleti saklanamaz hale geldi, gücü tükendi.
Gücünü yitirince kendisini yineleme acizliğine düşen kaleminden artık sadece faşizan kışkırtıcılık, şovenizm, farklı kimliklere kin ve düşmanlık akıyordu. İçi boş ulusalcılık bezirgânlığı ve düşük tirajlı bir iki dinci dergiyle uğraşmakla sınırlı laiklik tüccarlığı dışında becerebildiği bir şey kalmamıştı. Kuşlar terk ettiği için eskisi gibi yolsuzluk dosyaları da patlatamıyordu. Patronun gözünde, taşınması artık rantabl olmayan bir yük haline gelmişti. Patron kesesinden saldırganlığının bedeli tazminatların getirisi sıfırlanmıştı. Birkaç yıldır atılacağı konuşuluyordu. Nihayet, kendisine iş verme akılsızlığına düşecek rakip medya patronu kalmadığında tereddütsüz sokağa bırakıldı.
Ertuğrul Özkök’ün yazdığı gibi Hürriyet’in ilkeleriyle ters düştüğü için mi atıldı? Mesele ilkeler olsa en başta Ertuğrul Özkök’ün çoktan kovulması gerekirdi. Hürriyet’in ilkeleri çiğnenmek için vardır. Çölaşan’ın çiğnediği ilkeler Özkök’ün çiğnediği ilkelerin yanında devede kulaktır.
Hakkında açılan davaların tazminat yükü mü ağır geldi? Emin Çölaşan’ın yazdıkları için 20 yıldır yüklü tazminat ödeniyor. Aydın Doğan için çerez parası olsa gerektir.
POAŞ uzlaşmasının diyeti olarak mı feda edildi? Öyle olsa yıllar önce POAŞ meselesi ilk patladığında bir bahane ile Emin kapı önüne konurdu.
AKP iktidarının isteğiyle mi uzaklaştırıldı? Öyle ise AKP adına akıl dışı bir tercihten söz edilebilir. AKP bu denli güçlendiyse, Emin gibi sığ ve çapsız rakiplerinin de payı vardır.
Hangi Çölaşan?
Niçin atıldığını kendisi açıklamasa da Emin Çölaşan’ın Hürriyet’ten kovulması görmezlikten gelinemezdi. Ne ki, medyacıların kutsal saydıkları kavramlarla birlikte anılmayı gerçekten hak etti mi? Kafa karışıklığına düşmemek elde değil.
Zaman zaman fakir fukara edebiyatı tuttursa da emekten emekçiden yana değildi. 1994 yılında sendika medyadan tasfiye edilirken, Emin Çölaşan’ın, gazetenin network sisteminden bütün muhabirlere “Sendikanın kimseye faydası yok, aptal
lık etmeyin, sendikadan istifa edin!” mesajları gönderip, grubun emekçilerini sendikadan istifaya zorladığı hâlâ hatırlardadır.
RTÜK Yasası’nda 2001 ve 2002 yıllarında medya patronlarının borsada işlem yasağının ve medyada mülkiyet kısıtlamasının kaldırılmasına yönelik değişiklik, gazeteciler için turnusol kâğıdıydı. İktidar ve muhalefet partilerinin elbirliği ettikleri yasa değişikliğinin önündeki tek engel, Cumhurbaşkanı Sezer idi. Medya patronlarının borsada işlem yasağının ve medyada mülkiyet kısıtlamasının kaldırılması için çırpınanlar arasında Emin Çölaşan da vardı. “Medya patronlarının yakasına biz yapışalım” diye efelenmişti. Sadece dinci medya patronlarına sövüp sayabildi.
Demokrasiden, insan haklarından, barıştan yana değildi. 12 Eylül’ün ağır işkencelerinden geçen, geleceği ve düşleri karartılan nice insanların, hayatını yitirenlerin yakınlarının hâlâ hatırındadır. Darbenin ilk aylarında Milli Güvenlik Konseyi’nin özel izniyle cezaevlerini dolaşmış ve izlenimlerini manşetten “KARIŞTIR BARIŞTIR!” başlığıyla aktarmıştı. Tutsaklar öyle rahat ve memnunlardı ki, lüks koğuşlarda ‘beyler paşalar gibi’ yaşıyordu! Hatta, çocuk yaşta idam edilen Erdal Eren bile hayatının en mutlu günlerini geçiriyordu! Dayak ve işkence iddiaları asılsızdı, Türkiye’yi zor durumda bırakmaya yönelik maksatlı haberlerdi!..
Gazeteciliğin etik ilkelerinden yana da nasipsizdi. On yıl önceki “Andıç Skandalı”nda insanların hayatına bile kastedildi. Oktay Ekşi, andıç tertibine alet olduklarını kabul ederek, “Böyle adi bir tertibin içinde bizzat devletin bulunabileceğini nereden bilebilirdik? Gördüğünüz gibi bizde insan onurunun asıl düşmanı devletin ta kendisidir. Devletin bu kusurunu düzelteceğini sanmak ve beklemek anlamsızdır” (Hürriyet, 12 Aralık 1998) diye günah çıkardı. Emin Çölaşan ise tam tersine işlenen günahı ve günahtaki rolünü savundu. (Hürriyet, 4 Kasım 2000)
Yolsuzluklarla mücadelenin cesur kalemi!
Emekten yana değildi, demokrasi ve insan haklarından yana değildi, sınırlı sorumsuz bir gazetecilik etiğinden yanaydı; ama, kabul etmeli ki, tek tek yolsuzlukların üzerine gitmekten yana çok cesurdu. Medya-siyaset-ticaret üçgenindeki ihale ve kredi yolsuzlukları, yönetici elitin kirli çamaşırları hakkında bilgi edinmek isteyenler için kaynak niteliğinde yazılar ve kitaplar yazdı.
Cumhurbaşkanı Turgut Özal öldüğü gün, “Kim Bu Turgut?” başlığı altında, otoyol müteahhitlerine atfen, “Turgut’a rüşvet olarak 12 milyon dolar verildi. Para yurt dışı hesaplarına yattı” diye yazacak kadar cesurdu.
Turgut, Ahmet, Efe, Zeynep, Tansu, Özer, Mercümek, Necmettin Hoca, Tayyip, İ.Melih, Kemal Abi, Liboş Memet, dolandırıcı M.Ali…
Hepsi, Çölaşan’ın kaleminin ucundaydı.
Ne ki, yazdıkları kadar yazmadıkları da vardı. Çünkü, medya-siyaset-ticaret üçgeninde köşe yazarlarının ne yazıp yazmayacaklarının neye bağlı olduğu sektörde herkesçe bilinir. Sermaye medyasında adama her istediğini yazdırmazlar. Köşe yazarları neyi yazıp yazmayacaklarını gayet iyi bilirler. Emin Çölaşan da biliyordu neyi yazıp yazamayacağını. Yolsuzluklar konusundaki cesareti, sermaye grupları arasındaki iktidar kapışmasının izin verdiği kadardı. Cesur kaleminin ucunda sadece, rakip medya ve iktidar öbeğinin kurtları vardı.
Turgut, Tansu, Tayyip vardı, Baba ve Mesut yoktu.
Banker Yalçın vardı, halasının oğlu Hüsamettin’in ahbabı banker Bako yoktu.
Medya esnafından Liboş Memet, dolandırıcı M.Ali vardı; ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı’nı arayıp ‘Bizim teşvik işi ne oldu?’ diye soran, Bakan mırın kırın edince de ‘Senin o Başbakan’ın var ya…’ deyip “ana avrat” kavgayla tehdit eden TÜSİAD üyesi genel yayın yönetmeni yoktu.
Dinci medya patronları vardı; İnterbank hortumcusu medya patronu Cavit yoktu, POAŞ sihirbazı Aydın yoktu, hatta Starcı Cem de yoktu. Birinin kanalında ekrana çıkıyordu, öbürünün gazetesinde yazıyordu, daha öbürüne transfer dedikoduları dolaşıyordu.
Kaleminin ucunda kimileri vardı, kimileri yoktu, batık bankaların yönetim kurulu üyesi emekli paşaların hiçbiri yoktu.
Alıştığımız şeydi Emin Çölaşan!
Şimdi Emin Çölaşan da yok. Geleneksel medyada bir köşe yazarı, yazacak yeri kalmadıysa yok sayılır. Ömrünün üçte birini verdiği, özdeşleştiği, kendisine onca şöhret ve kudret bağışlayan gazetesinde yazamamak, ekrana çıkamamak çok acı verici bir şey olsa gerektir. Hele bir de Anteus sendromu hükmünü icra etmeye başlamışsa! Çekilir dert değildir!
Yine de çağımızda, günlük gazetedeki köşesinden olmak, eskisi kadar mutlak bir yokluk sayılmamaktadır. Çok yakın gelecekte internet gazeteciliğinin geleneksel gazeteciliğin yerini alacağı konuşulmakta ve klasik gazeteciliğin meslek olarak sürüp sürmeyeceği bile tartışılmaktadır. İnternet böyle olanaklar sunarken, başkalarını merak ettirecek derecede fikir sahibi olanlar, hiçbir patron köşe açmasa bile yazacak bir zemin bulabilmektedirler. Gerçekten bağımsız gazetecilik, muhalif yazarlık nosyonu varsa, Emin Çölaşan’ı susturmak mümkün olmaz. Hiçbir gazetede yazamasa bile bir internet sitesi açar, bu kez patron sansürü de olmadan istediğini yazar! Hatta zamanında yazmadıklarını, eski patronlarını da yazar, ortalığı birbirine katar!!!
Haydi Emin! Sanal özgürlük alemi senin. Alıştığımız Emin olacaksan, ödemek zorunda kalacağın tazminatların ne hükmü var? Atılmanın bedeli olarak Aydın Doğan’dan 22 hizmet yılı karşılığında aldığın alacağın tazminat fazlasıyla yeter. SSK’den 670 “Törkiş lira” emekli aylıklı gazeteciler neler yazıyorken, sen neler yazarsın neler. Haydi Emin! Okuyucuların seni bekliyor…
Emin, okuyucularıyla sınırsız özgürlük aleminde buluşmaya yüreğini kabartır mı? Anteus olmayı bırakıp sadece Emin olabilir mi? Kendisine kalmış.
Latife bir yana, bir yazarı tümüyle yokluğa mahkûm etmek eskisi kadar mümkün olmasa bile, yine de son derece popüler, onca seveni ve nefret edeni olan bir yazarın köşesi kapatıldığında, düşünce ve ifade özgürlüğü bağlamında tepki gösterilmesinin nispeten anlaşılır bir yanı vardır.
Ne ki, sermaye evreninde “sınırlı sorumsuz bir özgürlük, cesaret ve etik”le malûl, farklı kimliklere, insan haklarına, sendikal mücadeleye ve özgürlüklere düşman, neden atıldığı konusunda hâlâ susan bir yazar için, “kalemi elinden alındı, sansüre uğradı”, “bağımsız gazeteci”, “muhalif yazar” gibi yakıştırmalar, hak edilmemiş, cömertçe bağışlanmış yakıştırmalardır. Yakıştırılacaksa bile bir çekince ve ihtiyat kaydı taşımalıydı. Çünkü, Emin Çölaşan muhalif değildi. Sadece, düzenin bazı efendilerinin rakiplerine muhalifti.
Ne günlere kaldık ey gazi hünkâr?
Emin Çölaşan muhalif olmuş,
Ufuk Güldemir isyankâr!