22 Temmuz seçimleri ne yazık ki, dağınık ve yeterli örgütlülüğü gerçekleştiremeyen, geniş kitlelerle buluşamayan ve görüşlerini tam olarak aktaramayan yurtseverler-sosyalistler açısından başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Seçmenler, yaratılan laikler-dinciler; milliyetçiler-liberaller gerginliği ortamında, gerçek sınıfsal konumları maskelenen düzen partileri için oy kullanmaya yönlendirildiler. İşbirlikçi partilerin yarışı şeklinde geçen seçimi, emperyalizme en fazla teslim olmuş, bu teslimiyetini İslami motiflerle süsleyerek […]
22 Temmuz seçimleri ne yazık ki, dağınık ve yeterli örgütlülüğü gerçekleştiremeyen, geniş kitlelerle buluşamayan ve görüşlerini tam olarak aktaramayan yurtseverler-sosyalistler açısından başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Seçmenler, yaratılan laikler-dinciler; milliyetçiler-liberaller gerginliği ortamında, gerçek sınıfsal konumları maskelenen düzen partileri için oy kullanmaya yönlendirildiler. İşbirlikçi partilerin yarışı şeklinde geçen seçimi, emperyalizme en fazla teslim olmuş, bu teslimiyetini İslami motiflerle süsleyerek maskelemiş, seçim sürecini daha iyi değerlendiren parti kazandı. Aslında ne kazanan dincilerdir, ne de kaybeden milliyetçiler. Sonuçta küresel kapitalist sistem, yani emperyalizm kazanmış ve konumunu daha da güçlendirmiştir. ABDullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı da bu sürecin devamından başka bir şey değildir.
Seçim sürecinde olduğu gibi, seçimlerden sonra da gündem saptırılmaya devam etmektedir. Emperyalizmin tek kurşun atmadan ülkeyi tüm kurumlarıyla ele geçirmesi, ülkenin sömürgeleşmesi gözlerden uzak tutulmakta, kamuoyunu önüne ülkenin en önemli sorunu olarak Cumhurbaşkanlığı kesinleşen Gül’ün karısının türbanı getirilmektedir. Öyle görülüyor ki, bu konunun gündemde tutulması Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra da sürdürülecektir. Çankaya’da karısının başı türbansız veye kendisi türbansız başka bir ABD gülünün oturması, boğazına kadar emperyalizmin batağına batırılmış Türkiye’nin başını, dik mi tutacaktır?
Evet doğrudur. Seçimlerde sonra çok daha güçlenmiş olarak iktidara gelen AKP gelmiş geçmiş en işbirlikçi partidir. AKP iktidarı emperyalist sistemin, küresel sermayenin iktidarıdır. AKP küresel kapitalist sistemin öngördüğü politikaları uygularken, “din” i inanan insanlar için bir “uyuşturucu” olarak kullanarak, çektikleri acıları sanal olarak hafifletmektedir. Sınıfsal karakterini, dini kullanarak gözlerden saklamayı, düzenin sömürdüğü, yoksullaştırdığı, çaresizleştirdiği, sadakaya muhtaç hale getirerek yozlaştırdığı insanları, türbanı, cemaatleri, tarikatları kullanarak güdümü altına almayı başarmıştır. Ama doğru oturup doğru konuşalım, ulusal kurtuluş savaşıyla kapıdan atılan emperyalizmin, bacadan girmesine olanak veren anlaşmaları imzalayanların ülkenin bugüne gelişinde sorumlulukları yok mudur? Gericiliği destekleyen ve besleyen ABD emperyalizmi ile ve daha sonra AB ile yapılan anlaşmaları imzalayanların, emperyalizmin has adamı Kemal Derviş’i ABD’den devşirerek başımıza bela edenlerin, emperyalizm ve işbirliği konusunda AKP’den ne farkları vardır? AKP’yi gericilikle suçlayarak yalnızca “laiklik” kavramını öne çıkararak, emperyalizme karşı gelişen bilinci perdelemeye çalışanlar kimlerdir?
Ne yazık ki, kendilerini “sol” olarak tanımlayan seçmenlerin bir kısmı bunların kim olduğunu bile bile, “ehveni şer” (kötünün iyisi) olarak bunlara oy vermişlerdir. Başkalarının değirmenine su taşımışlardır. Sanırız bu arkadaşlarımızın bir kısmının ayakları suya ermiştir. Ama büyük bir kısmı hala “sol” olmadığı halde “sol” kabul ettikleri partilerden, daha kötüsü “ordu” dan medet ummaya devam etmektedirler.
Ilımlı İslam söylemleriyle AKP iktidarı görüntüsü altında, egemenliğini pekiştiren küresel kapitalizme karşı “medet” umulan bu kurumlar yıllardır bu ülkeyi yöneten, en azından yönetime ortak olan kurumlar değiller midir? Bu kurumlar, NATO’YA, IMF’YE, AB’YE, ABD’YE bağımlılıktan öte, emperyalizme karşı, gericiliğe karşı “özde” ne uğraş vermişlerdir? Bugüne kadar işbirlikçilikten, milliyetçilikten, gericilikten başka ne ekmişlerdir ki ne biçeceklerdir? Bugün ektikleri yeşermiş; gericilik ve emperyalizm ülke topraklarında kök salmıştır. Üzülmeleri gereksizdir. Zaten onların üzüntüsü de yeşerenler değil, “hasadın” başka kadrolarca, işbirliğini de, din istismarını da daha “fütursuz” yapan, daha “uyanık” kadrolarca devşirilmesidir.
Türkiye’nin kuruluş ilkeleriyle taban tabana zıt bir doğrultuya sürüklenmesi, sömürgeleştirilmesi emperyalizme teslim olması bunların umurunda değildir.
Kendi himayelerinde düzenlenen mitinglere katılan milyonların “himayecilere ” rağmen; ülkenin yağmalanmasına, özelleştirmelere, ABD’ye, IMF’ye AB’ye karşı emperyalizme karşı yükseltiği sesler dikkate dahi alınmamıştır.
Emperyalizme karşı bir başkaldırı sonucu var olan Türkiye kendi varoluş bilincini mi yitirmektedir? Cumhuriyeti kuran parti bile yıllardır kuruluş ilkelerine sırt çevirmiş, emperyalizme “karşı duran” değil, ona “uyan” bir anlayışla yönetilir olmuştur. Bu teslimiyetçi anlayış, şiddet dahil, siyasi, iktisadi, kültürel, psikolojik her yöntem kullanılarak toplumun büyük bir kesimine kabul ettirilmiştir. Ülke ve toplum kendi iradesi dışında yönetilmekte ve yönlendirilmektedir. Türkiye kendi Büyük Millet Meclisinde bile sahipsiz bırakılmaktadır.
Ülkesine sahip çıkan devrimcilerin, yurtseverlerin, sosyalistlerin sürekli göz altına alındığı, hapislerde çürütüldüğü, işkence gördüğü, katledildiği, ipe gönderildiği bir ülkede; gelinen bu noktadan, ülkeyi bu hale getirenler de suçlu değiller midir?
Tek parti dönemlerinde, 12 Martlarda, Eylüllerde ışıkları birer birer söndürenlerin “Atatürkçü Zinde Güçlerin”; bu dönemlerde susan, daha fenası bunlara hizmet eden “Atatürk Milliyetçilerinin” karanlıktan şikayet etmeye hakları var mıdır?
Dün sosyalistlerin, yurtseverlerin önünü kesmek için “ortanın solu” kavramını kullananlar, bugün aynı amaçla milliyetçilik kavramına sarılanlar kime hizmet etmektedirler? Bir yandan yurtseverlik ve milliyetçilik kavramlarını aynı anlamda kullanarak kafa karıştırırken, diğer yandan yurtseverlerin karşısına milliyetçileri çıkaranlar, linç kültürünü geliştirerek, yurttaşları etnik ve dinsel kökenleri üzerinden ayrıştırarak birbirlerine karşı kışkırtanlar da sınıf gerçeğini gizleyip bu sisteme, sermaye düzenine en az AKP kadar hizmet etmiyorlar mı?
Ülkenin kurtuluşu, iktidar değişikliği ile değil düzen değişikliği ile mümkündür. Ülke askeri, siyasi, ekonomik, mali ve ticari ilişkilerle AB ve ABD emperyalizme bağlanmış ve bağımlı bir hale gelmiştir. Kurtuluş savaşıyla bağımsızlığını kazanmış bir ülkenin böylesine bağımlı bir hale gelmesi bir zorunluluktan değil, egemen güçlerin kendi sınıfsal tercihlerinden kaynaklanmıştır. Yabancı sermayeyle bütünleşmiş, ülkeyi yüksek faizlerle alınan borçlarla, dış yardımlarla, emperyalist politikalara uygun olarak yönetmeyi tercih eden iktidarların ve egemen sınıfların, ne bu düzeni değiştirmeye niyetleri ve ne de güçleri vardır. Çünkü günümüzde iç ve dış sömürü iç içe geçmiştir, birbirine bağlıdır. Sermaye düzenine karşı çıkmadan, emperyalizme karşı çıkmak mümkün değildir. AKP gitsin de kim gelirse gelsin diyenler, büyük bir yanılgı içerisindedirler. Bu mantıkla CHP-MHP koalisyonuna bel bağlayanlar, bu olmayınca “darbe” beklentisine girenler yakı geçmişimizden de mi ders almamışlardır?
9 Mart 71 de, 9 Marttın 12 Marta dönüşümünde, 12 Eylül 1980 de yaşananlar ne çabuk unutulmuştur. “Sol” saydıkları “ilerici” saydıkları hareketleri destekleyenler, yaşadıkları düş kırıklıklarını, çektikleri acıları, yitirdikleri arkadaşları unutsalar bile, acıların izlerini, yüreklerinde ve bilinçlerinde oluşan boşlukları yok sayabilirler mi? Arkadaşlarının katillerinden “medet” umabilirler mi?
“Ordu” sistemin dışında, sınıflar üstü bir kurum mudur? Acı deneyimlerle yaşadıklarım