Abdullah Gül Cumhurbaşkanı. Piyasalar memnun. “Piyasa dostu” Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olduğuna göre ekonomide ve siyasette beş yıldır süre gelen “istikrar” korunacak. Ak para anaları kara para babaları servetlerine servet katmaya devam edecekler. AB ve ABD memnun. Tanzimat dönemi sadrazamları gibi bir dediklerini ikiletmeyecek “dost” bir Cumhurbaşkanı ki, daha iyisi ve hası Kayseri’nin pastırması! Emek pusulasını […]
Abdullah Gül Cumhurbaşkanı.
Piyasalar memnun. “Piyasa dostu” Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olduğuna göre ekonomide ve siyasette beş yıldır süre gelen “istikrar” korunacak. Ak para anaları kara para babaları servetlerine servet katmaya devam edecekler.
AB ve ABD memnun. Tanzimat dönemi sadrazamları gibi bir dediklerini ikiletmeyecek “dost” bir Cumhurbaşkanı ki, daha iyisi ve hası Kayseri’nin pastırması!
Emek pusulasını yitirmiş bir kısım solcular ile liberal aydınlar da memnun. Abdullah Gül’ün Çankaya Köşkü’ne çıkmasıyla kışla kökenli jakoben vesayet sona erecek, sivilleşmenin ve demokratikleşmenin kapıları ardına kadar açılacak!
İslamcı hareketin liderleri, militanları, sempatizanları haliyle memnunlar. İçlerinden birini Çankaya Köşkü’ne çıkarma, bayraklaştırdıkları türbanı, daha doğrusu sıkma baş örtüyü kamusal coğrafyanın en hassa tepesine dikme hayalini nihayet gerçekleştirmenin mutluluğu içindeler.
Son seçimin gösterdiği üzere halkın yarısı da memnun, “Gül gibi” bir Cumhurbaşkanı istiyor. Yoksulluk ve sadaka ekonomisi sürecekmiş, küresel sermayeye biat tazelenecekmiş, mahdumlar işleri büyütüp “şilepçik” alacaklarmış, ne önemi var? Yeter ki, alnı secdeye değen “dindar” bir Cumhurbaşkanı olsun!
Memnun olmayanlar kim?
Sosyalistler memnun değil, memnun olmaları için bir neden yok.
Laikler memnun değil, AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Franco Frattini’nin söylediği gibi, son seçimde azınlığa düştüler. Bir laik yazar, “Abdullah Gül benim cumhurbaşkanım olmayacak” diye hırçınlaştı. Başbakan Erdoğan, yalancıktan da olsa, “Abdullah Gül öyle bir Cumhurbaşkanı olacak ki, şimdi böyle diyen yazar da sevecek” deme olgunluğunu gösteremedi. “Vatandaşlıktan çık, git kimi seçersen seç!” diye kabalaştı, seciyesindeki hamlığı bir kez daha orta yere serdi. Başka bir şey diyemezdi, yapamazdı. Vermeyince mabut, ne yapsın Tayyip! Kim bilir, belki de Maide Suresi’nin 33’üncü ayetini hatırlamış, o yüzden sürmeye kalkmıştır.
Laikler memnun değil, kaygılılar. Bir de “özde ve sözde bir” Paşalar memnun gözükmüyor. Çünkü, askeri okulda olsa mezun etmeyecekleri, kazara mezun olsa bile YAŞ kararıyla ordudan atacakları kişi şimdi kendilerine başkomutanlık edecek.
Paşalar memnun değil, “dükkânı kapattılar”. Hoş, dükkânı kapatmasalar ne yapacaklar ne satacaklardı ki? Harbiye’de ve Harp Akademisi’nde onca strateji ve tabiye dersi görmemişçesine bir aymazlık içinde, kaba saba bir bildiriyle tezgâha koydukları şeriat korkusu ellerinde kaldı.
Zaten laiklikleri de Atatürkçülükleri de inandırıcı değildi. Laikliği ve Atatürkçülüğü kılık kıyafetten ibaret saydıkları için şeriata da sadece kılık kıyafet üzerinden karşı çıktılar, neredeyse sadece, şeriatın simgesi diye türbana itiraz ettiler. Gün geldi, itirazları ciddiye alınmadı.
Laiklikleri, Atatürkçülükleri inandırıcı değildi. 1971 darbesinde kapattırdıkları şeriatçı partinin liderini İsviçre’den çağırıp, sola barikat olması için yeniden parti kurdurdular.
1980’de darbe yaptıklarında, darbeden sadece iki ay sonra, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nu toplayıp türbanın “İslam’ın hükmü, milletin örfü” olduğuna ilişkin fetva aldılar. Sonra kürsüden ayetler okuyarak, fetva üstüne fetva verdiler. Din dersini zorunlu hale getirdiler; Alevi köylerine cami yaptırıp sünni imam tayin ettiler; yabancı ülkelere gönderdikleri imamların maaşlarını ödemek için de uluslararası şeriatçı örgüte “Rabıta”landılar. Öyle sıkı “laik ve Atatürkçü” idiler ki, darbeden önce yüzde 31 tarım, yüzde 33 ücret ve maaşlar, yüzde 36 kâr-faiz-rant şeklindeki ulusal gelir paylaşımını yüzde 70 kâr-faiz-rant, yüzde 14 ücret ve maaşlar, yüzde 16 tarım diye değiştirdiler. “Atatürkçü ve laik” ulusal gelir dağılımı böyle olmalıydı! Nasıl olur da bir şef garson Genelkurmay Başkanı’ndan fazla maaş alabilirdi!
Laikliği kurtarmak bahanesiyle 1997’de “balans ayarı” yapan “taş fırın laikler” ise ya batakçı iş adamlarının kadim dostu ya da batık bankaların yönetim kurulu üyesi çıktılar.
Güdümlü ve yarım laiklikle müşteriyi öyle küstürdüler, öyle bezdirdiler ki, müşteri sonunda yarım laiklik yerine yarım dindarlığı, sahte laiklik yerine hakiki dinciliği seçti. Kendi içinde modernleşen, yani kapitalistleşen dinci hareket önce yerel yönetimleri, sonra merkezi hükümeti ele geçirdi, şimdi artık Çankaya Köşkü’nde. Paşalar, Çankaya zilyetliğini yitiriyor olmanın hüznü içindeler. “Ordusuz başkomutan, başkomutansız ordu” kopukluğuna yol açmayacak bir formülde uzlaşmış, birlikte yaşamanın bir yolunu bulmuş olmalılar ki, dükkânı “resmen” kapattılar.
Dükkân kapandı; zamanında “İslam’ın hükmü, milletin örfü” ilan ettikleri türban şimdi Çankaya gönderine çekilecek.
Başörtüsü mü bayrak mı?
Emek pusulasını yitirmiş bir kısım solcu avanaklar ile burjuva aşkıyla sarhoş liberaller “inanç özgürlüğü” diye güzelleseler de sıkmabaş örtünün geleneksel örtüyle ilgisi yok. Ne şekil olarak benziyor ne de bağlama tarzıyla. Yoksul kızlar ve kadınlar ne niyetle takarlarsa taksınlar, türban siyasal bir semboldür. Tıpkı kafa kafaya toslaşarak ya da parmaklarla bozkurt başı yaparak selamlaşmak gibi bir sembol. Yeşil-sarı-kırmızı saç bandı ve elbette Atatürk rozeti de benzer nitelikte simgelerdir. Bu sembollerle yaşanan demokrasi ve laiklik de zaten semboliktir.
Sıkma baş örtü bir semboldür, dinci hareketin simgesi ve bayrağıdır. Başbakan’ın karısı Emine Erdoğan’ın deyişiyle, “İslam kadınının sembolüdür. İslami yaşama biçiminin bir sembolüdür.” (Aktaran Gülay Atasoy, Nasıl Örtündüler? Nesil Yayınları, s: 153)
Aynı kitapta aktarıldığına göre, Emine Erdoğan, gençlik yıllarında ağabeyinin baskısıyla örtünmeye başlamış. Genç Emine örtünmeyi kabullenmekte öyle zorlanmış ki, “Ağabeyim bana örtünmem gerektiğini söylediği zaman intihar etmeyi bile düşünmüştüm” diyor. (s: 152)
Türbanın bir sembol, bir bayrak olduğunu sadece Emine Erdoğan söylemiyor. Türban davasının militan savunucularından yazar Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’na göre de “Mü’min kadınların kendi bedenleri üzerinden dünya ve ahiret tasavvurunu görünür kılmalarıdır başörtüsü.” (Kamusal Alanda Başörtülüler, İz Yayıncılık, İstanbul 2000, s:29)
Ahiret tasavvuru dindarlık olarak Allah ile kul arasında özel alan meselesi sanılsa da dünya tasavvurundan ayrı değildir. Zaten savucuları da öyle söylemiyorlar. Dünya tasavvuru doğrudan siyasettir ve kamusal alanı da kapsar. Bu bağlamda türban, kamu kaynaklarını paylaşmaya odaklı gündelik siyasetin malzemesidir. Barbarosoğlu’na göre ise, “Halbuki başörtüsü gündelik siyasetin çok üstünde bir siyasetin sembolü olmalıdır. Nedir bu siyaset? Allah’ın istek ve iradesinin, hiçbir kulun istek ve iradesinin yerine konmayacağı bir hiyerarşiye teslimiyeti simgeleyen bir bir anlayış. Başörtüsünün değeri buradadır.” (age, s: 46)
Barbarosoğlu daha ilerisini de söylüyor, türbanın bayraklaştığını vurguluyor. Barbarosoğlu’na göre, “Bayraklaştırmanın temel sebebi yasaklarla ilgili. Devlet kamu alanında başörtüsüne bu kadar şiddetli yasaklar koymasaydı, ‘başörtüsünün bayraklaştırılmasını’ yaşamayacaktık. Burada her iki taraf için de sembolik bir düello söz konusu.” (age, s:132)
Yinelemek gerekirse, “iki taraf için de sembolik düello”nun bayrağı. Düellonun en önemli raundu, halkın yarısının desteğiyle dinci hareket lehine sonuçlandı, türban Çankaya’ya çıktı.
Özetle, türbanın inanç özgürlüğünün simgesi olduğu savı, propaganda amaçlı politik söylemden ibarettir. Militan savunucularının da söylediği gibi, türban, ahirete hazırlanmak üzere safça duygularla Allah’ın bir emrini yerine getirme tercihi değil, dünya düzenini din kurallarına göre yapılandırma siyasetinin bayrağıdır. Türban, bu siyasetin bayrağı olarak kamusal alana örtülmektedir. Kamusal alan tümüyle zapt edilebilirse sıra özel alana gelecektir.
Kamusal alan ve türban
Türban halkın yarısının onayı ile Çankaya’ya çıktığına göre, türbanı kamusal alana yaygınlaştırmanın önünde ciddi bir engel kalmamış demektir.
Kamusal alanın nasıl tanımlanması gerektiği, sınırının ne olduğu konusunda görüş birliği yoktur. Bir görüşe göre, kişisel yaşam alanı, yani ev dışındaki her ortam, kamusal alandır.
Kamusal alan-özel alan diye ayrım yapıldığında hukuk da kamu hukuku-özel hukuk diye ayrılır. Kamu hukukunun geçerli olduğu ortam, kamusal alan diye tanımlanır.
Kamusal alan kavramının kapsamı bu denli geniş tutulsa da, ortak kamusal alan, resmi kamusal alan diye bir ayrım da yapılabilmektedir.
Ortak kamusal alan denildiğinde, caddeler, sokaklar, eğlence yerleri, alış veriş merkezleri, kahvehaneler, tiyatro salonları vs. akla gelir.
Resmi kamusal alan ise, toplumun tümü adına yetki ve otoritenin kullanıldığı alan, yani devlete ait alan diye tanımlanır. Dar anlamda kamusal alan denildiğinde, ilkin devlet kurumlarının bulunduğu alan anlaşılır.
Kamusal alan böyle tanımlandığında, “kamusal alan özgürlük alanıdır, türban yasağı olamaz” söylemi boşluğa düşer. Çünkü, Türkiye’de özel alanda ve ortak kamusal alanda zaten türban yasak değil. Türban yasağı sadece, toplumun tümü adına yetki ve otoritenin kullanıldığı resmi kamusal alanda geçerlidir. Resmi kamusal alanda, kamu düzeninin korunması, ayrımcılık olmaması, ayrıcalık sağlanmaması için herkesi kapsayan yasaklar konması doğaldır. Şimdi türban Çankaya’ya çıktığında resmi kamusal alana yaygınlaşmasının önünde ciddi bir engel kalmamış demektir.
Türbandan sonra?
Bireyin ve toplumun hayatını din kurallarına göre yeniden yapılandırma siyasetinin bayrağı türban Çankaya gönderinde dalgalanacak. Peki, Tanrı emri diye militanca sahip çıkılan sıkmabaş resmi kamusal alanı işgal ettiğinde, işgal sırası öteki Tanrı emirlerine de gelir mi?
Başbakan Tayyip Erdoğan böyle bir şey olmayacağını, kimsenin yaşam tarzının baskı altına alınmayacağını söylüyor. İnanmak isteyen inanır. Emek rotasından sapmış kimi solcular ve sermayeye biat etmiş liberaller AKP’nin demokratlığı için bin dereden su getirseler de, kuşkulanmak için yeterli neden var. İktidara gelir gelmez, İş Güvencesi Yasası’nı nasıl kuşa çevirdiyse, Türk Ceza Yasası’nı ne kadar demokratikleştirdiyse Anayasa’yı da en fazla o kadar demokratikleştirir, başkalarının yaşam tarzına da en fazla o kadar saygı gösterir. Başkalarının yaşam tarzına bugüne değin ciddi bir müdahale etmediyse, gücü yetmediğindendir.
Dinin kamusal ve özel alana ilişkin emirlerini görmezlikten geleceklerini sanmak, iyimser bir safdillik olmalıdır. Halkın yarısını karşılarına alma pahasına da olsa türbanı Çankaya’ya çıkarmakta boşuna ısrar etmediler herhalde.
Toplum türbana kilitlenmiş olduğundan şimdilik üzerinde durulmayan öteki dinsel emirler de aslında herkesçe malum. Örneğin, doğrudan kadınlara emirler:
“Ey peygamberin hanımları, siz kadınlardan herhangi biri değilsiniz. (…) Vakarınızla evlerinizde oturun, cahiliye devrindeki gibi süslenip çıkmayın!” (Ahzab/32-33)
“Erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler. Çünkü, Allah birini diğerinden üstün yaratmış ve bir de erkekler mallarından harcamaktadırlar. Bunun için iyi kadınlar itaakârdırlar.” (Nisa/34)
“Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinda belli hakları vardır. Ancak erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptirler.” (Bakara/228)
Sonra yine kadınlar için bu kez erkeklere emirler:
“Serkeşlik etmelerinden endişe ettiğiniz kadınlara önce nasihat edin, sonra yataklarında yalnız bırakın, yine dinlemezlerse dövün!” (Nisa/34)
“Şayet yetim (kızlarla evlendiğiniz takdirde on) lar hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, size helâl olan başka kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın…” (Nisa/3)
“İçinizden kim hür olan mü’min kadınları nikâhla alacak mali güce sahip değil ise, ona da sahip bulunduğunuz cariyeleriniz var” (Nisa /25)
“Evli kadınlarla evlenmeniz Allah yazısı olarak haramdır, sahibi bulunduğunuz cariyeler müstesna…” (Nisa/24)
“Allah sizlere, miras taksiminde, erkeğe iki dişi payı verilmesini emrediyor.”(Nisa/11)
“İki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına bedeldir”(Bakara /282)
Emirler bu kadar değil. Sıkı “dindarlar” için nice başka emirler de var.
“Sizin de kendileri gibi kâfir olup eşit hale gelmenizi isterler. Allah yolunda hicret etmedikçe onlardan dost edinmeyin. Eğer kabul etmezlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün! Onlardan ne bir dost ne de bir yardımcı edinmeyin.” (Nisa/89)
“Haram ayı çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayın, hapsedin, bütün gözetleme yerlerine oturun (yollarını tutun)! Eğer tevbe eder, namazı kılar ve zekâtı verirlerse, yollarını serbest bırakın!” (Tevbe/5)
“Allah’a ve peygamberine, Müslümanlara karşı savaş açanlarla yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası ancak öldürülmek, sağ elleri ile sol ayaklarının çaprazvari kesilmek ya da bulundukları yerlerinden sürülmektir.” (Maide/33)
“Erkek hırsızla kadın hırsızın yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah’tan insanlara ibret verici bir ders olmak üzere sağ ellerini kesin.” (Maide/38)
“Kadınlarınızdan zina edenlerin aleyhine dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse, ölüm onları alıp götürünceye veya Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde hapsedin.” (Nisa/15) (Bu ceza sonradan gençlere yüz kırbaç, evlileri taşlayarak öldürme cezasına çevrildi.)
Emirler saymakla bitmez. Hadis kitaplarında çok daha fazlası var. Uyarlar uymazlar, uymazlarsa ne günah işlemiş olurlar, kendileriyle Allah arasında.
Dindarlık Allah ile kul arasında; ama, öteki emirlerini görmezlikten gelip sadece tesettüre odaklanmak, tesettürü öteki kullarla hesaplaşma alanı haline getirmek, üstünlük mücadelesinin bayrağı yapmak, asıl niyetin dindarlık olmadığını yeterince açıklayıcı.
En basitinden, madem dinin emirleri bu kadar önemli, faiz de yasak. Peki sıkı Müslüman Başbakan ve (artık Cumhurbaşkanı olan) sıkı Müslüman yardımcısı türban için bunca ısrar etmelerine karşın, beş yıllık iktidarlarında nasıl oldu da Türkiye’yi Hristiyan paraya dünyanın en yüksek faizinin verildiği sıcak para cennetine çevirdiler?
Müslümanlık türbandan mı ibaret?
Yoksa türban sembol ilan edildiğine göre dindarlıkları da mı sembolik?
Emirler ürkütücü olsa da, Çankaya zapt edildikten sonra hatırlanmayacaklarının garantisi yok. Halkın yarısının desteğini aldıkları
na, seçim sonuçlarıyla ilgili bir araştırmanın gösterdiği gibi halkın yarıdan fazlası dünyayı ve toplumu kavramada dinin söylediklerine bilimden daha çok önem verdiğine göre, siyasal dinciliğin daha da ivme kazanacağını varsaymak gerekir. Ilımlı ya da kökten dinci düzen kamusal alanı ve özel alanı baskı altına aldığında ise kaybeden yalnızca emekçiler olmayacak, dinci harekete omuz veren kadınlar da kaybedecekler.
Niçin örtünüyorlar?
İslamcı hareketin erkekleri, kadınları ve liberaller ne derece güzelleseler de türban, kadının özgürleşmesinin değil, kadınıyla erkeğiyle bütün toplumu dinsel taassubun cenderesine sokma, kadınları bir de erkek egemen düzenin ikinci sınıf bireyleri olarak katmerli baskı altına alma savaşının bayrağıdır. En sıkı Müslüman ülkelerde ve kadınların omuzlarında yükselen İran İslam Cumhuriyeti’nde kadınların durumu ortada.
Peki kadınlar, dayatıldığında intiharı bile düşündürten türbana niçin sahip çıkıyorlar, İran deneyiminde olduğu gibi kendilerini erkek egemen bir düzenin ikinci sınıf üyelerine dönüştürecek bir hareketin militanlığına niçin razı oluyorlar? Yanıtı, ciltler dolusu kitaplar gerektirir. Yine de sadece bir yönüyle sınırlı çok kısa bir yanıt vermek uygun düşer.
İran deneyimi Türkiye’de dinci hareketin seyrini kavramak bakımından hayli öğreticidir. Türkiye’de dinci hareket sıkma baş örtüyü bayraklaştırırken, İran’da bayrak kara çarşaftı.
İran’da kadınlar kara çarşafla sokağa çıkarak dinci harekete omuz verdiler; ama, İslam Cumhuriyeti kurulduktan sonra erkek egemen dinci düzenin ikinci sınıf bireyi oldular. Türkiye’de İslamcı kadın hareketinin önde gelen yazarlarından Cihan Aktaş, İran’da kara çarşafın emperyalizme ve diktatörlüğe karşı çıkışın simgesi olduğunu, İslamcı devrimden sonra İran’da kadınları örtünmeye zorlayan bir hüküm getirilmediğini, ancak İran’da erkek egemen kültürün sürmesi nedeniyle kadınların çarşafı sığınak olarak gördüklerini belirtiyor.
İran’da çok eşlilik, aile hukuku kapsamında miras, boşanma, çocuklarla ilgili haklar, tanıklık konuları ile siyasi ve sosyal süreçlere katılım konularında kadınlara haksızlık yapıldığını vurgulayan Aktaş, bunun dinle bağdaşmadığını savunuyor ve İran toplumuna egemen olan ataerkil erkek egemen kültürle açıklanması gerektiğini söylüyor. Erkeklerin kasıtlı olarak kadınlara haksızlık yaptıklarını söylemenin sorunu basitleştireceğini kaydeden Aktaş, hakları konusunda bilgisiz olan kadınların ataerkil geleneklere destek vermelerinin sorunun çözümünü daha da güçleştirdiğini belirtiyor.
“Mükemmel ev kadını, güzel eş ve şefkatli anne olarak tanımlanmak artık kadınlara yetmiyor” diyen Aktaş, “İslam karanlık ve dar bir sokak değildir” başlığı altında, “tesettürün kadını eve hapsetmenin gerekçesi olamayacağını, kılık kıyafet güdümlemesiyle dindar ya da modern-laik bir toplum kurulamayacağını” vurguluyor. (İslamiyat Dergisi. Cilt 3, Sayı 2, Nisan-Haziran 2000)
Modernleşme sürecinde Türkiye İran’dan farklı bir rota izledi. Ancak, 22 Temmuz seçimi, Türkiye’de dinci hareketin İran’dakine benzer bir sonuca varabileceği tezlerini güçlendirdi.
Özetle anımsatmak gerekirse, Türkiye’de çok partili siyasal yaşama geçilmesinden bu yana, İslamcı hareket, politik denklemin önemli değişkenleri arasında yer aldı; nihayet ikinci kez tek başına iktidara geldi. İslamcı hareketin başarısı, her şeyden önce sermayenin kendi içinde ayrışmasının ve Yeşil Kuşak” politikalarının ürünüdür.
Türkiye’de modernleşme, yani kapitalistleşme yukarıdan aşağıya gelişti ve sömürgeleşme sürecine dönüştü. Sömürgeleşmenin ürettiği yoksulluğun ve baskının faturasını modernleşmeye çıkartan halk, geleneklerine ve dine daha çok bağlandı. Sonuçta üst yapıda siyaset “kışla-cami” alanına sıkıştı, siyaset “laiklik-şeriat” ekseninde döndü.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin sosyalist bloka karşı ‘Yeşil Kuşak’ politikası çerçevesinde ‘ılımlı ve olumlu’ İslamcı hareketleri desteklemesi; Türkiye’de devletin sola karşı çıkarmak üzere İslamcı eğitim öğretim kurumlarını yaygınlaştırması, siyasal İslam’ın kendi ayakları üzerinde durmasını sağladı. 1970’li yıllara değin, merkez sağ partilerin oy deposu olarak dolaylı yoldan politik dengeleri etkileyen İslamcı hareket, 1970 yılında kendi partisini (Milli Nizam Partisi, daha sonra Milli Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi, Saadet Partisi ve nihayet AKP) kurarak, siyasete doğrudan ağırlık koymaya başladı. İslamcı hareketin kendi partisiyle siyasete doğrudan katılmasından sonra tarikatlar, salt kadınlara hitabeden dergiler yayımlamaya başladılar. Yine de 1980 öncesinde kadınlar İslamcı hareketin ön saflarında değildi.
1980’den sonra ekonominin dışa açılması, “Anadolu Aslanları” denilen sermaye gruplarının ortaya çıkması, Turgut Özal’ın “Devleti İslam’la barıştırma” politikası ve sosyalizmin dünya çapında yenilgiye uğraması, Türkiye’de siyasal İslam’ın kitleselleşmesinin yolunu açtı. Tamamen erkek egemen bir siyasal gelenek oluşturan İslamcı hareket, 1980’den itibaren, mücadelesini asıl olarak, kadınlar üzerinden yürütmeye başladı. Mütedeyyin sermaye siyasetinin erkek temsilcileri, halkın desteğini kazanmak için Muaviye taktiğiyle, mızraklarının ucuna Mushaf yapraklarını takarken, türbana soktukları kadınlarını da cephenin ön saflarına sürdüler. Ne var ki erkek egemen siyasal gelenek korundu, hareketin kendi içinde kadınlara söz ve karar hakkı tanınmadı.
Kendilerine hareket içinde söz hakkı tanınmasa da kadınlar, İslamcı hareketin ön saflarında militanca mücadele ederek, “marjinal” hareketin kitleselleşmesinde belirleyici rol oynadılar. Çünkü, türbanıyla harekete katılmak, kadının evden sokağa çıkmasını, sosyalleşmesini sağlamıştı.
RP Hanım Komisyonları Başkanı Sibel Eraslan, İslamcı harekete katılmanın kadınlarda özgürlük duygusunu uyandırdığını söylüyor:
“Kadınlar, kendilerini önemli, işe yarar ve dışarda iş halledebilir görmekten hoşnutturlar. Bazı kadın üyeler siyasi çalışmalara katılmadan evvel kayınvalide otoritesinin kendilerini epey silikleştirmiş olduğunu, ama politikadan sonra kayınvalidelerinin kendilerine karşı tutum değiştirdiğini dile getirmektedirler. Partideki çalışmalardan sonra koca dayağından kurtulduğunu anlatan kadınlar da vardır… Siyaset yapabilme, aynı zamanda dışarı çıkabilme anlamını taşımaktadır, evde oturması esas olan dindar kadının sokağa çıkabilmesinin meşru zeminidir.” (İslamiyet Dergisi. Cilt 3, Sayı 2, Nisan-Haziran 2000)
Devletle çatışmasını kadınlar üzerinden yürüten İslamcı hareket, kadınların katılımısonucu, önce yerel yönetimlerde, ardından merkezi hükümette iktidarı ele geçirdi. İslamiyet’in kadınlara emri olduğu söylenen örtünme, iktidar mücadelesinin simgesi ve bayrağı haline getirildi. Bu mücadelenin hem nesnesi hem öznesi olan kadınlar, ön safta bulunmalarının gerektirdiği “örnek Müslüman kadın” kimliğinin kısıtlamaları ile ‘Müslüman kadın’ olarak yer almak istedikleri ‘laik’ düzenin kısıtlamalarını aynı anda yaşadılar. İslamcı hareketin asıl yükünü omuzlamalarına, devlete muhalefetin ön saflarında çile çekmelerine karşın kadınlar, hareket içinde erkeklerin egemenliğine boyun eğdiler. Bir bakıma, özgürleşmeyi ve boyun eğmeyi aynı anda yaşadılar; devlete muhalefet etmek için evden çıkarak ‘özgürl
eştiler’, hareket içinde erkeklerin egemenliğine itiraz etmeyerek ‘boyun eğdiler’. İslamcı hareketin erkekleri, egemenliklerini başta Kur’an olmak üzere İslamiyet’in temel kaynaklarıyla meşrulaştırırken, hareketin asıl militan kitlesi kadınlar, dinsel kaynaklarda meşru otoriteye boyun eğmek zorunda bırakılmalarını sorgulamaya yanaşmadılar. Sorgulama süreci, 1997 yılında İslamcı partinin hükumetten uzaklaştırılmasından sonra başlayabildi. Ne ki, sorgulama sürecinin, kadına yönelik dinsel kısıtlamaların reddedilmesine varacağını söylemek, bugün için olanaksızdır.
Geçerken vurgulanmalı ki, kadın, iş gücü sahibi insan olarak mülk ve sermaye sahiplerinin, cins olarak da erkeğin baskı ve sömürüsü altındadır. Erkeğin kadın üzerindeki egemenliği, ataerkil, dinsel, toplumsal ön yargılar ve geleneklerle kurumsallaştırılmıştır. Modernleşme sürecinde cinsler arasında eşitliği sağlamaya yönelik yasal düzenlemeler, kadın üzerindeki erkek egemenliğini kaldırmaya yeterli olmadı. Ekonomik bağımsızlığını kazanarak ekonomik açıdan erkeğe bağımlı olmaktan kurtulan kadın da özgürleşemedi.
Kadınların evden çıkarak İslamcı harekete katılmaları, kayın valide ve koca baskısının hafiflemesiyle sınırlı bir özgürlük sağlasa da, İran deneyiminde görüldüğü üzere, daha katı bir kölelik ve bağımlılığın yolunu açmaktadır. Siyasal İslam’ın bayrağı haline getirilerek fetişleştirilen türban, hareket nihai zafere ulaştığında, öncelikle kadın haklarının üzerine örtülecektir. Kadının özgürleşmesi, tekrar eve kapatılmak üzere sokağa çıkmasıyla değil, hem erkek egemenliğinden hem de erkeklerle birlikte sınıfsal baskı ve sömürüden kurtulmasıyla mümkündür.
Modern türban
Halkın yarısının onayıyla Abdullah Gül’le birlikte türban da Çankaya’ya çıkarken, tartışma iyiden iyiye komediye de dönüştü.
Gazete haberlerine göre Çankaya’nın yeni sahibesi modern türban siparişi vermiş. Demek ki, modaya uygun modern türban da olabilirmiş. Zaten Tayyip Erdoğan da kızı Esra’nın “inançlı Müslüman” olmanın yanı sıra “moda sebebiyle de” türban takındığını söylemişti.
Adı geçen modacı, Sophia Loren i mi önerir, başka bir mi uydurur, bilinmez. Liberallerin beklentisi o ki, moda esnafı türbanı modaya uydurursa ne şeriat tehlikesi kalır ne de ılımlı İslam tehlikesi! Paşalar da rahat bir nefes alırlar herhalde!
Oysa türban modaya uydurulsa, hassas çevrelere itici gelmeyecek bir bulunsa bile simge ve bayrak olmaktan çıkmayacak. Türban yine dinci hareketin bayrağı olma misyonunu sürdürecek. Modaya uygun türbanın tek faydası, belki de türban davasının sahteliğine, emekçi kadının kurtuluş mücadelesiyle ilgisizliğine yeni bir kanıt oluşturması olacak.
Modern türban aldatmacadır. Ortodoks türbancılar bile, türbanı moda ile asla yan yana getirmezler, fıkhî açıdan yanlış bulurlar, tesettür ruhundan sapma olarak görürler.
Türban davasının mücahidesi Fatma Barbaros Karabıyıkoğlu da diyor ki, “Tesettür ve moda kelimelerinin esasen yan yana gelmemesi gerekir. Çünkü tesettür, örtmek, göstermemek ve buradan hareket ile sadece bedensel olarak algılanmaya karşı koymak manasına gelir. Halbuki moda doğrudan dikkat çekmeye yöneliktir. Moda, ‘görünen’in daha fazla fark edilir olmasıyla gücü elinde tutar.” (age, s:84)
Ortodoks türban, modaya uygun olarak evrimleşmiş türban. Sokaklarda ikisinden de geçilmiyor. Daha çok da parlak, ışıltılı, rengârenk Hermes eşarplar. Eşarbın altında, tarikat simgesi olduğu söylenen farklı renkte bandanalar. Makyajlı yüzler, göz alıcı bluz, daracık pantolon, pahalı bel kemerleri ve ayakkabılar. Konya’daki bir konserde beli açık türbanlı kızlar da görülmüştü. Yani türban modaya çoktan uydu.
Çankaya’nın yeni sahibesi türbanı modaya uyduracak mı uydurmayacak mı derken, danışmanı, modaya uygun türban siparişi haberlerini yalanladı. Danışmanın söylediğine göre sipariş verilmemiş, Hayrünisa Gül’ün başörtüsü tarzında ve kıyafetinde bir değişiklik olmayacak; modacı kendi reklamını yapmış.
Yalanlama için neden bir hafta beklendi, neden modacının bir hafta süreyle kendi reklamını yapmasına sessiz kalındı, bilinmez. Yalanlanmadığı için bilinen ve kesin olan ise, Hayrünisa Hanım’ın üç yıl önce New York’ta tanıştığı modacıya “Gardırobumu yenilemekte bana yardımcı olur musunuz?” dediği… Artık neye yorumlanırsa!
Ortodoks türban, modaya uygun olarak evrimleşmiş türban. Hangisi olursa olsun, yinelenmeli ki, türban özünde mütedeyyin sermaye gruplarının sözüm ona laik sermaye gruplarına karşı siyasal iktidar mücadelesinin, ekonomik pasta paylaşım kavgasının örtüsüdür. Ve elbette bu hesaplaşma ve gerektiğinde uzlaşma, küresel sermayenin bölgesel politikalarından azade değildir.
Türkiye İran olur mu?
Sonuç niyetine yazının kuyruğunu bağlamak gerekirse:
AKP’nin halkın yarısının onayı ile yeniden iktidara gelmesi ve Abdullah Gül’le birlikte türbanın da Çankaya’ya çıkmasıyla birlikte, Türkiye’nin zaten yaşamakta olduğu İslamlaşma sürecinde, nerede biteceği bugünden kestirilemeyecek yeni bir evreye girdiği muhakkaktır.
Esasen, Türkiye’de modernleşmenin zirvesini oluşturan Kemalist hareketin asker-sivil bürokrasinin eylemi olarak yukarıdan aşağıya gelişmesine karşılık dinci hareket aşağıdan yukarıya bir rota izledi ve modernleşmeye tepkili halkın desteğiyle güçlendi, nihayet kadınların omuz vermesiyle tek başına iktidara geldi.
Seçim sonuçları analizlerinin ortaya koyduğu üzere halkın yarıdan fazlası dünyanın ve toplumun kavranmasında din kitaplarına öncelik verdiğine göre, ılımlı ya da ılımsız dinci düzen tehlikesi ciddiyet kazanmış demektir.
Apayrı bir yazı konusu olmak üzere Türkiye’nin İran olmayacağı söylenebilir. Devletini İslamlaştıran Türkiye, İran ya da Malezya değil, daha farklı bir olur.