Bir önceki hafta bu köşede AKP döneminde Türkiye ekonomisini açıklayan en belirgin unsurun “artan dış borçlanma” olduğunu vurgulamıştım. 2003 başında 130.1 milyar dolar düzeyinde olan toplam dış borç stokumuz, 2006 sonu itibarıyla 206.5 milyar dolara ulaşmış durumdadır. Dolayısıyla, AKP iktidarı döneminde Türkiye’nin dış borçları net olarak toplam 76.5 milyar dolar artış göstermiştir. Söz konusu dış […]
Bir önceki hafta bu köşede AKP döneminde Türkiye ekonomisini açıklayan en belirgin unsurun “artan dış borçlanma” olduğunu vurgulamıştım. 2003 başında 130.1 milyar dolar düzeyinde olan toplam dış borç stokumuz, 2006 sonu itibarıyla 206.5 milyar dolara ulaşmış durumdadır. Dolayısıyla, AKP iktidarı döneminde Türkiye’nin dış borçları net olarak toplam 76.5 milyar dolar artış göstermiştir.
Söz konusu dış borçlanmanın ardında yatan en önemli etken, Türkiye’nin uluslararası sermaye sistemine sunmakta olduğu yüksek reel faizlerdir. Yüksek reel faizin cazibesine kapılarak Türkiye’ye akmakta olan küresel sermaye bir yandan cari açığın finansmanına, diğer yandan da Türkiye’de yerleşiklerin (kabaca “yerli rantiyerlerin” ) yurtdışına sermaye çıkışlarına ve rezerv birikimine tahsis edilmektedir. Bağımsız Sosyal Bilimciler ‘in 2007 Yılı Raporu ‘nda sunulan verilere göre, AKP döneminde (2003-2006) Türkiye’ye toplam olarak 87.2 milyar dolar borç yaratan yabancı sermaye girişi sağlanmıştır. Bu birikimi sağlamak üzere Türkiye’nin küresel finans piyasalarına aktarmış olduğu net kaynak toplam 54.2 milyar dolar düzeyindedir. Bu rakam ulusal gelirimizin yılda ortalama yüzde 3 ‘üne eşdeğerdir.
***
Türkiye, 2003-sonrasında dış dünyaya aktarmakta olduğu ve ulusal gelirinin oran olarak yüzde 3’üne ulaşan bu kaynak transferini nereden ve nasıl finanse etmektedir? Daha açık bir ifadeyle, Türkiye’nin dış dünyaya sunmakta olduğu finansal gelirlerin (reel faizlerin) reel kaynağı nerede yaratılmaktadır?
Bu sorunun yanıtı hiç kuşkusuz birincil üretim ilişkilerinde , yani reel ekonominin ücretli emek-sermaye ilişkilerinde yatmaktadır. Aşağıdaki şekilde AKP döneminde Türk imalat sanayiinde çalışılan saat başına reel ücretler ile emeğin üretkenliği sergilenmektedir. TÜİK verilerinden elde edilen hesaplamalara göre, imalat sanayiinde işçilerin saat başına üretim miktarı (emek üretkenliği) 2002 sonundan 2006 yılına yüzde 30.2 artış göstermiştir. Oysa aynı dönemde reel ücretlerdeki toplam artış, birikimli olarak sadece yüzde 3.4’tür.
İşçi başına yüzde 30 artan üretim düzeyi ile sadece yüzde 3.4 artmış bulunan ücretler arasındaki bu fark, işte AKP döneminde emeğin nasıl sömürülmekte olduğunun en yalın göstergesidir. Bu fark, ulusal ve uluslararası sermayenin çeşitli biçimleri arasında (sanayi, bankacılık, finans) paylaşılmakta ve Türkiye’nin dış dünyada “yükselen bir piyasa ekonomisi” olarak “itibar” görmesini sağlamaktadır. Bu sömürü gerçeği ise iktisat medyasında, küreselleşen dünyada “güven veren hükümet”, “istikrar” ve “yönetişim” gibi kavramlarla gizlenmeye ve meşru kılınmaya çalışılmaktadır.
***
Bütün bu gerçekler altında, AKP’nin geçen hafta Türk-İş’le vardığı anlaşma sonrasında, işçilere ortalama yüzde 10 ile yüzde 34 arasında vermeyi kabul ettiği ücret artışlarının 2002 sonrasındaki sömürüyü telafi etmekten ne kadar uzak olduğu ve can havliyle son dakikada uygulanmakta olan bir seçim yatırımından başka bir amaca hizmet etmediği açıktır.
Ancak burada daha ilginç olan soru, yıllık yüzde 5 olan enflasyon hedefine karşın AKP’nin bu boyutta sağladığı ücret artışlarının ve diğer seçim yatırımlarının maliyetinin IMF yetkilileri ve İstanbul’un büyük sermaye medyası tarafından nedense henüz ciddi bir eleştiriyle karşılaşmamış olmasıdır. Anlaşılan, ulusal ve uluslararası sermaye, AKP hükümetinin uzun dönemde kendisine sağlayacağını umduğu kaynakların güvencesiyle, bu tür “geçici” maliyetleri hoşgörü ve anlayışla karşılamaktadır.