Seçimlere iki buçuk ay süre var. Türkiye için çok uzun sayılabilecek bir süre bu. Adeta,“kim öle, kim kala” dedirtecek kadar uzun bir süre. Şu sırada hangi partinin ne kadar şansı olduğuna dair hiçbir anketin, kamuoyu yoklamasının “isabetli” sayılamayacağı, inandırıcı olamayacağı kadar uzun bir süre. Düşünsenize, şunun şurasında iki hafta önce bugün, Abdullah Gül‘ün Cumhurbaşkanlığı adaylığının […]
Seçimlere iki buçuk ay süre var. Türkiye için çok uzun sayılabilecek bir süre bu. Adeta,“kim öle, kim kala” dedirtecek kadar uzun bir süre. Şu sırada hangi partinin ne kadar şansı olduğuna dair hiçbir anketin, kamuoyu yoklamasının “isabetli” sayılamayacağı, inandırıcı olamayacağı kadar uzun bir süre.
Düşünsenize, şunun şurasında iki hafta önce bugün, Abdullah Gül‘ün Cumhurbaşkanlığı adaylığının açıklanması üzerine “pembe hülyalar” a kapılmıştı herkes. AB’nin Ortak Dış Politika ve Güvenlik sorumlusu Javier Solana, kendisini kutluyor, Güler Sabancı destek belirtiyor, TÜSİAD, herhangi bir itiraz ortaya koymuyor, gazeteler Gül’ün mütevazi kökenini övgülü bir vurguyla sayfalarına taşıyorlardı.
İki haftada nereden nereye geldik.
Rejim kilitlendi. TBMM tıkandı. “Darbe” değerindeki bir “gece yarısı muhtırası” ile “vesayet rejimi” oluştu. Önümüze ilişkin tek görebildiğimiz, 22 Temmuz tarihi.
Ona giden yolu da, ondan sonra nasıl bir “Türkiye fotoğrafı” göreceğimizi de bilmiyoruz. Bununla birlikte, “Türkiye siyaset sahnesinin yeniden dizayn edilmekte olduğunu” görebiliyoruz. Bu “yeniden dizayn”ın “bir numaralı” hedefinin, Ak Parti’ye “tek başına iktidar” imkanı verecek bir “parlamento aritmetiği” önlemek olduğunu da sezebiliyoruz.
*** *** ***
Ya, Ak Parti, müthiş bir “sandık patlaması” ile çok güçlü biçimde “iktidar” a geri dönerse?
“27 Nisan gece yarısı muhtırası” ile yola çıkan süreç, muhtıranın satırları ve satır araları dikkatle yeniden okunduğunda, böyle bir ihtimal geçerli olabilir mi? Şayet olursa, hiçbir şey olmamış gibi, hayat “yenilenmiş ve yetkisini güçlendirerek yenilemiş bir Ak Parti iktidarı” altında devam eder mi?
Bunlar, cevabı bilinmeyen sorular.
“Keşke böyle olmasaydı, örneğin Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı için Vecdi Gönül ismini telaffuz etmiş olsaydı, böyle olmazdı” denmesinin, özellikle medya çevrelerinde yaygın bu değerlendirmenin de, gelinen noktada hiçbir anlamı yok.
Milan Kundera, “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı ölümsüz romanının bir bölümünde Çek tarihinden örneklere atıf yaparak, “einmaal ist keinmaal” diye ifade edilen bir Alman özdeyişinden söz eder, ve “Sadece bir kere olan şey, hiç olmamış sayılır. Yaşanacak bir tek hayatımız varsa eğer, onu hiç yaşamamış da olabiliriz, fark etmez” der.
Bizim Cumhurbaşkanlığı seçim sürecine ilişkin, “şayet şöyle olsaydı, böyle olmasaydı” türünden değerlendirmeler için de geçerli bir hal bu.
Eğer, Türkiye, Cumhurbaşkanlığı seçimi vesile edilerek, uzun zamandır hazırlanmakta olan bir “siyaseti yeniden dizayn etme projesi” veya bir “devlet projesi” ile yüz yüze ise yani “asıl mesele”, Ak Parti’nin “tek başına iktidarı”nı önlemek ise; ve onun “siyasi konumu” nu, yavaş yavaş (veya hızla) Türk siyaset sahnesinden temizlemek amacı güdülmüşse, Vecdi Gönül isminin ilan edilmesi, “sorun”u çözmezdi.
Vecdi Gönül isminin açıklanmasıyla birlikte, o isme ilişkin ortaya nelerin döküleceğini bilemezdik. Ayrıca, kendilerinin yazımında hiç payı olmayan bir Anayasa’ya harfiyen uyarak, yazılı kuralları yerine getirerek, Tayyip Erdoğan ya da Abdullah Gül isminden başka herhangi bir ismi aday gösterecek olan Ak Parti, kendiliğinden bir “iktidarsızlık deklarasyonu” yapmış olacaktı. Bu görüntünün yaratacağı “ters momentum” ile girecekleri seçimlerden ne sonuç alacakları, arzuladıkları başarıyı kazanacakları da pek şüpheliydi.
Şu sırada, Türkiye’de bulunan bir Amerikalı “Türkiye uzmanı” na, Ak Parti’nin Cumhurbaşkanlığı aday belirleme sürecinde, “yazılı kurallara uymaktan başka bir şey yapmadığını”, Turgut Özal ve Süleyman Demirel seçimlerindeki ölçütleri kendilerinin de uygulamak istediğini hatırlattığımızda, “O ölçüt, başka bir dönemde, başkaları için geçerli idi; demek ki, bu dönemde onlar için değilmiş” değerlendirmesinde bulundu.
“Einmaal ist keinmaal” …
*** *** ***
Rami Khoury, dün Lübnan gazetesi “The Daily Star” da “Türkiye’deki baş döndürücü güncel gelişmeler hem ülkenin kendisi ve hem de Ortadoğu’da yol açacağı sonuçlar bakımından tarihi nitelikte. Ne var ki, bunlar, İslamcılık ile laiklik arasındaki görünür savaşın çok ötesinde anlam taşıyorlar. Ilımlı İslamcı AKP ile silahlı kuvvetler tarafından desteklenen büyük ölçüdeki laik muhalefeti karşı karşıya getiren gelecek cumhurbaşkanının seçimine ilişkin anayasal açmaz, Türkiye’nin tek bir devlet kimliği içinde senteze ulaşmasını asla tümüyle sağlayamadığı yedi değişik olguyu dengeye oturtmak için devam edegelen, tarihi Türk girişimin pivot noktasıdır: İslam, Türk milliyetçiliği, siyasi laiklik, demokratik yönetim, vatandaşlık hakları, mültietnik bir toplumda çoğulculuk ve bu altı husus ile bağlantılı olarak askerin rolü” diye yazıyordu.
Bütün bunlar Türkiye’nin II.Mahmud’dan beri sürdürdüğü 200 yıllık çabası ve Rami Khoury, “Benzeri reformlara yüzyıl ve daha öncesinden beri girişen diğer Ortadoğu ve İslam toplumları Mısır, İran, Suriye- beceremediler ve şimdilik güçlü adamlar ve güvenlik birimlerinin yönetimleri altında kaldılar” diye Türkiye’nin bu konudaki “tarihi anlamı” na işaret ediyor.
Türkiye de altına kalacak mı acaba?
“Türkiye’deki sınav, dinin güçleri, laiklik, milliyetçilik, demokrasi, vatandaşlık hakları, etnik çoğulculuk ve askerin rolüne ilişkin yeni ve meşru bir dengeyi, Avrupa ve Ortadoğu için önemli dersler çıkartarak, zaman içinde ortaya koyacak” diye yazısını bitiriyor Rami Khoury.
Türkiye’de olan-bitenler ve önümüzdeki sürede gerçekleşecekler, sadece bizim “sorunumuz” ve “konumuz” değil.
Ama, altında kalırsak, Ortadoğu-Avrupa hattında kocaman bir “fay hattı” oluşacak. Ve, bunun içine, herkesten önce, paldır küldür biz yuvarlanacağız…
Referans