Dünya kapitalist sistemin yeni tarihsel sürecini ifade eden küreselleşme sanıldığı gibi tek boyutlu bir olgu değildir. Ekonomik küreselleşme boyutu ön plana çıkmakla birlikte, kapitalist sitemin bir bütününü kapsayan dört alanda birbirini tamamlayarak gelişmektedir. Ekonomik, askeri, ideolojik-politik ve kültürel küreselleşme. Bütün bunlar birbirine bağlı olarak gelişen olgulardır. Çünkü kapitalist sistem bütünlüklü işleyebilmesi için bu dört ana […]
Dünya kapitalist sistemin yeni tarihsel sürecini ifade eden küreselleşme sanıldığı gibi tek boyutlu bir olgu değildir. Ekonomik küreselleşme boyutu ön plana çıkmakla birlikte, kapitalist sitemin bir bütününü kapsayan dört alanda birbirini tamamlayarak gelişmektedir. Ekonomik, askeri, ideolojik-politik ve kültürel küreselleşme. Bütün bunlar birbirine bağlı olarak gelişen olgulardır. Çünkü kapitalist sistem bütünlüklü işleyebilmesi için bu dört ana unsura zorunlu olarak ihtiyaç duyar. Sermayenin uluslar üstü bir boyut almasıyla, öncelikli olarak dünya çapında “özgürce” ya da “serbestçe” dolaşımı için yapılan çok kapsamlı anlaşmalar ve buna uygun yaratılan kurumlar, doğal olarak globalleşen sermayenin dünya çapındaki etkinliğini ortaya koymaktadır. Dünya genelinde hangi jeopolitik alanın ön plana çıktığı ve askeri işgal hedefleri arasına girmesi gerektiğini belirleyen öncelikli ölçü, stratejik kaynaklar olarak bilinen petrol, doğalgaz, elmas, altın, uranyum gibi yeraltı madenlerin bulunmasıdır. Bu bölgeler doğal olarak uluslararası sermayenin egemenlik alanını oluşturmaktadır.
Sermayenin dünya hakimiyetinin sürekliliğini sağlamak ve söz konusu olan bölgelerin denetimi güvenceye almak için askerileştirilmiş siyasal düzenlerin varlığına zorunlu olarak ihtiyaç duyulmaktadır. Ekonomik küreselleşmeyi besleyen askeri küreselleşme politikası Bosna-Hersek, Sırbistan-Kosova, Somali, Afganistan ve Irak’ta pratik olarak uygulanmaya başlandı. Bu nedenle küresel kapitalist düzenin varlığı, üst düzeyde askerileşmiş bir emperyalizm var olmaksızın mümkün değildir. Diğer bir ifadeyle dünya üzerindeki gücünü pekiştirmek isteyen küresel güçler, silahlanmaya özel bir önem vermektedirler. Sermayenin bölgesel yayılmacılığını korumak için bu bir zorunluluktur.
Ayrıca sermayenin dünyadaki yayılmacılığını tamamlayan diğer iki unsur ideolojik-politik ve kültürel hegemonyaya dayanan küreselleşme sürecinin de bir biçimiyle tamamlanması gerekir. Dünyanın neresinde olursa olsunlar bu tarihsel süreçler birbirine bağlı olarak gelişirler.
Bu tarihsel sürecin daha etkin bir şekilde işleyebilmesi için, teknolojik olgunun çok kapsamlı kullanılması yanında, özellikle jeoekonomi-jeopolitik alanların önemine göre de, 21.yy savaş stratejisi olarak benimsenen asimetrik çatışma biçimleri fiilen uygulanmaktadır. Teknolojinin en üst boyutta kullanılmasının, ekonominin küreselleşmesinde ciddi bir rol oynadığı gibi siyasette ve özellikle savaşta yarattığı sarsıcı etkiler küreselleşmenin arka yüzünü yani şiddetin küreselleşmesini açığa çıkartır. Bu nedenle bilgi-teknoloji-üretim ilişkisi doğal olarak ekonomi-siyaset-şiddet ilişkisinin ana temasını oluşturur. Bütün bu olgular küresel kapitalist sistemin ana noktalarını temsil etmektedirler.
Burjuvazinin ideolojik aygıtları, insan hakları, demokrasi, özgürlükler gibi toplumsal değerleri savundukları yalanını sürekli tekrarlamakla birlikte; askerileştirilmiş küresel emperyalist düzende bunların hiçbirinin söz konusu olmayacağı pratik olarak doğrulanmaktadır.
Küresel kapitalist düzen, sermaye için sınırların ortadan kaldırıldığı ve bu nedenle egemen burjuva sınıfı için demokrasi ve özgürlüğü oluştururken, yine dünyanın bütün ezilenleri için egemenlik ve baskı unsurunu oluşturur. Bu nedenle mevcut kurulu düzenlerin yeniden biçimlendirilmesi ya da re-organize edilmesi, özgürlükler değil, küreselleşen sermayenin ihtiyaçlarına yanıt veren sistemlerin tamamlanması içindir.
Sermayenin dünya çapındaki egemenliğinin garanti altına alınması ve akışkanlığının süreklileştirilmesi için DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü), IMF (Uluslararası Para Fonu), DB (Dünya Bankası), BM (Birleşmiş Milletler), OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı), UTO (Uluslararası Ticaret Odası), DEF (Dünya Ekonomik Forumu), NATO (Kuzey Atlantik) gibi uluslararası sistem kurumlarının oluşturulması doğal bir zorunluluktur. Bunlar olmaksızın, dünya kapitalist sisteminin varlığını devam ettirmesi zaten mümkün değildir.
Sermayenin küresel bir düzeyde bütün dünyayı saracak tarzda gelişmesinin yarattığı sonuçlar dikkate alındığında bize birtakım temel fikirler verebilir. Küreselleşmede etkin bir güç olan DTÖ’nün 2005 yılında, Hong-Kong’da yapmış olduğu toplantıda, sermayenin tek tek ülkelerdeki etki gücünü bir bakıma sınırsızlaştırdığı gibi dünyanın “yoksullaştırılması” için alınan kararlar fiilen uygulanmaya konuldu. Birleşmiş Milletlerin verilerine göre dünya nüfusunun en yoksul kesimlerini oluşturan %20’si bütün ürünlerin ve hizmetlerin %1,3’ü tüketirken, zenginleri oluşturan %20’si ise ürünlerin ve hizmetlerin %86’sını tüketiyor. Ayrıca, dünyanın en zengin 255 kişinin kişisel serveti 1 trilyon doların üzerindeyken, bunların serveti, en yoksul dünya nüfusunun %47’sinin gelirine eşittir.
Ortadoğu ve Avrasya’nın çok acilen küreselleştirilmesi için benimsenen strateji fiilen uygulanmaya konuldu. Afrika’nın Sahra-altı bölgesinin 2015 yılına kadar küreselleştirilmesi planlanırken 8 yıllık zaman diliminde, bu bölgede kişi başına elde edilecek gelirin 500 dolardan 503 dolara çıkacağı tahmin edilmektedir. Yani 3 dolarlık bir artış beklenirken, uluslar-üstü tekellerin 8 yıl içerisinde elde edecekleri kar tahmini olarak 355 milyar dolardır.(1) Dünyanın en zengin 15 kişisinin mal varlıkları toplamı, Güney Afrika dışta kalmak üzere, Sahra-altı Afrika ülkelerinin yıllık gayri safi milli hasılaları (GSMH) toplamından daha büyüktür. General Motors Şirketi’nin cirosu, Danimarka GSMH’sinin, Exxon Mobil’in cirosu da Avusturya GSMH’sinin üzerindedir. Dünyanın en güçlü ulus ötesi 100 şirketinden her birinin satış rakamları, en yoksul 120 ülkenin ihracat toplamlarından daha yüksektir. Dünya ticaret hacminin yüzde 23’ü en güçlü 200 çokuluslu şirket tarafından denetlenmektedir.(2)
Küresel ekonominin en tipik karakteristik özelliklerinde biri olan borsalar, günlük döviz işlemleri için 2 trilyon dolara ihtiyaç duyulmaktadır.(3) Sanıldığı gibi küreselleşme sadece gelişmiş kapitalist ülkeleri kapsayan bir ekonomik model değildir. Dünya kapitalist sistemi için stratejik bir öneme sahip olan ve özellikle kar oranının yüksek olduğu bölgelerin bu sürece dahil edilmesi için çok yönlü ve hatta zora dayanan politikalar uygulanmaktadır. Bu nedenle kapitalist sistem güçleri tarafından oluşturulan uluslararası küresel kurumlar, bölgelerin ekonomik, siyasal ve toplumsal yapısına göre, aynı anda, birkaçı birden müdahalede bulunuyorlar. Bunlar içerisinde öncelikli olarak ekonomik kuşatma ile askeri gücün eş zamanlı kullanılması benimsenen bir politikadır. Özellikle dünyanın enerji yataklarının ağırlık merkezi olarak bilinen Ortadoğu coğrafyasındaki uygulamalar buna somut bir örnek teşkil etmektedir.
Konumuz bakımından dikkate aldığımızda, Ortadoğu’nun küresel sürece dahil edilmesi ya da bir başka ifadeyle “Ortadoğu’nun küreselleştirilmesi” politikası, dünya kapitalist sisteminin en önemli stratejilerinden birini oluşturmaktadır. Dünya’nın azami kar oranının en yüksek olduğu enerji kaynaklarının bulunduğu bölge olması, küresel sistemin işleyişi bakımından oldukça önem kazanmaktadır. Bu bakımdan, Ortadoğu’nun merkeze dahil edilmesi yani küresel sisteme çekilmesi için askeri güç dahil bütün araçlar kullanılmaktadır. D. Harvey, Ortadoğu’nun küresel işgalinin petrolle olan ilişkisini açıklarken söz konusu ettiğimiz noktaya özel bir vurgu yapmaktadır: “…Ortadoğu’da askeri müdahaleye zorlayan etmen de, bu bölgedeki petrol kaynakları
üzerinde daha sıkı bir denetim kurabilme arzusudur. Bu tür bir denetim kurma ihtiyacı, Carter doktrininden bu yana derece derece arttı. Söz konusu doktrin, Ortadoğu petrollerinin küresel ekonomiye kesintisiz bir biçimde akmasını sağlamak için ABD’nin gerektiğinde askeri müdahaleye hazırlıklı olması gerektiğini söylüyordu…”(4)
Bu nedenle Ortadoğu’nun küreselleştirilmesi stratejisi çok yönlü yürütülmektir. Özellikle sermayenin önündeki engellerin kaldırılması için belirlenen politikalardan biri de, serbest ticaret anlaşmalarının uygulanmaya konulmasıdır. Bu hem bölgesel hem de tek tek ülkeler bazında uygulanan bir politikadır. ABD eski Ticaret Temsilcisi Robert Zoellick’in açıklamalarından da anlaşıldığı üzere Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman ile serbest ticaret anlaşmalarının imzalanması, Mısır ile ABD arasında da bir serbest ticaret (FTA) bir de Nitelikli Endüstri Bölgesi (NEB) anlaşmasının imzalanması, sermaye dolaşımının önündeki engellerin kaldırılması için atılan önemli adımlardan bazılarıydı.
Washington’un pek de yeni sayılmayacak bu stratejisi, İsrail’in diplomatik ve ekonomik ilişkiler üzerinden Arap komşularına yakınlaştırılmasını hedefliyor. ABD hükümetinin 2000 yılında Ürdün’le yapmış olduğu NEB anlaşmasının bir benzeri Ürdün ile İsrail arasında yapıldı. ABD özellikle azami karın yoğunluklu olduğu bu bölgeleri uluslar üstü sermayeye bir bütün olarak açmak için, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, İsrail, Ürdün, Fas ve Bahreyn gibi ülkelerle serbest ticaret anlaşmaları yaptı. Özellikle Irak işgalinden sonra, bu ülke üzerindeki askeri ve politik egemenliğini pekiştirmeyi başardığında, merkez Irak olmak üzere Ortadoğu’da sermayenin serbest dolaşımını garantilemek için bir kısım kararlar alacaklardır. Enerji kaynaklarının merkez ülkesi durumunda olan Suudi Arabistan’ın Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’ne girmesi için önemli bir baskı uygulanmaktadır. Herhangi bir ülkenin, küresel sistemin en stratejik kurumlarının başında gelen DTÖ’ye üye olması demek, aynı zamanda uluslararası burjuvazinin anayasası olarak bilinen “Çok Tarafı Yatırım Anlaşması”nı (MAİ) da olduğu gibi kabul etmesi demektir. Bunun anlamı ise ülkenin bütün kaynaklarının sınırsızca uluslararası sermayeye açması demektir. Bu anlaşmanın Ortadoğu ülkeleri tarafından imzalanması, küresel sermaye bakımından hayati derecede önemlidir. Bu nedenle Ortadoğu’nun kürselleştirilmesi için uygulamaya konulan çok yönlü stratejilerin tamamı, uluslar-üstü sermayenin bölge üzerindeki sınırsız ve sorumsuz hakimiyetinin kurulması amacına dayanmaktadır. Bu sürecin bir parçası olarak, Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NATFA) ve Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği (ASEAN) gibi küresel anlaşmaların bir benzerinin, 2013 yılına kadar bütün Ortadoğu ülkelerini kapsayacak şekilde MEFTA’nın imzalatılması planlanmaktadır.
2003 yılında ABD patentli Boeing, Booz Allen Hamilton, Chevron Texaco, Dow, Exxon-Mobil, Intel, JR McDermott ve Motorola gibi uluslararası sermaye gruplarının inisiyatifinde MEFTA’nın gerçekleştirilmesi için hem Ortadoğu’nun bir kısım ülke devletleriyle hem de bölgede faaliyet yürütün Ortadoğu patentli şirketlerle “Orta Doğu Serbest Ticaret Komisyonu” kuruldu. Bölgenin uluslararası ekonomik potansiyeli ve uluslar-üstü tekellerin yüksek kar oranları dikkate alındığında bu sürecin çok daha hızlı işleyebilmesi amacıyla, hem DTÖ’nün hem de AB’nin bu sürece aktif olarak katılması için ABD-AB ve DTÖ-IMF arasındaki anlaşmalar tamamlanarak fiilen uygulanmaya konuldu. ABD-AB ittifakı üzerinde şekillenen BOP stratejisinin çok önemli bir ayağını oluşturulan MEFTA, küresel kapitalist sistem bakımından uygulamaya konulması planlanan projelerin en önemli halkasını oluşturmaktadır.
Küreselleşmenin başarıyla tamamlanması ve bu sürecin kesintisiz devamı için Ortadoğu’nun küreselleştirilmesi, kapitalist sistem için mutlak bir zorunluluktur. ABD-AB’nin belirlediği ortak strateji de bu politika belirleyici bir yer tutmaktadır. Brzezinski, “Küresel Balkanlar” adını verdiği Avrasya ve Ortadoğu’nun, küresel önemini bu bölgelerdeki enerji yataklarına bağlamaktadır. “2002’de Küresel Balkanlar olarak tasarlanan alan dünyanın bilinen petrol rezervlerinin %68’ini ve doğalgaz rezervlerinin %41’ini içeriyordu. Bu dünya petrol üretiminin %32’sine ve dünya doğalgaz üretiminin %15’ine denk geliyordu. 2020’de bu alanın (Rusya’yla birlikte) her gün kabaca 42 milyon varil petrol üretmesi planlanıyordu. Bu, toplam dünya üretiminin %39’una (her gün 107.8 milyon varil demek) denk geliyor. Üç anahtar bölgenin -Avrupa, ABD ve Uzakdoğu- kolektif olarak küresel üretimin (sıraya göre %16, %25 ve %19) %60’ını tüketmesi tasarlanıyor…”(5)
Küresel Balkanların denetim altına alınması için NATO’nun da küresel askeri bir güç olarak kullanılması gerektiğini vurgulamaktadır. Çünkü Ortadoğu’yu kontrol eden, küresel petrol vanasını ele geçirmiş demektir; küresel petrol vanasını elinde tutan da, en azından yakın bir gelecek için küresel ekonomiyi denetimi altına almış demektir. Dolayısıyla, tek başına Irak’ı değil, küresel kapitalizm bağlamında tüm Ortadoğu’nun jeopolitik durumu ve önemi göz önüne alınmalıdır.(6) D. Harveyi’in bu değerlendirmesi, kapitalist sistem bakımından Ortadoğu’nun önemini çok açık olarak ortaya koymaktadır. Dünya küresel sistemi içerisinde belirleyici bir güç olmanın en önemli etkenlerinden biri, “küresel petrol üzerinde hakimiyet sağlamaktır” tezi bugün ve gelecekte çok uzun yıllar geçerliliğini koruyacaktır.
Son 100 yıldır, petrolün dünya sanayisinin en önemli ham madde kaynağı haline gelmesiyle, Ortadoğu dünya kapitalist sistemin egemenlik alanı haline geldiği gibi rekabet ve çatışmalar süreklilik kazandı. Ortadoğu’nun zenginliklerinin küresel sisteme dahil edilmesi için dünyanın belli başlı kapitalist güçlerinin yönelimleri doğrultusunda bir kısım kararlar uygulanmaya konuldu. Kapitalist güçlerin bölgede istikrarlı bir yapıya kavuşmaları ve bölge ülkelerinin küresel sürece sorunsuz olarak dahil edilmesi için, çözümlenmesi gereken üç önemli noktanın varlığına dikkat çeken Brzezinski: “… (1)Ortadoğu’nun dengesini bozan Arap-İsrail çatışmasının çözüme kavuşturulması; (2) Basra Körfezi’nden Merkezi Asya’ya, petrol üreten bölgede stratejik denklemi dönüştürmek ve (3) kitle imha silahlarının hızla çoğalması ve terörist salgınını önlemesi için tasarlanan bölgesel düzenlemeler aracılığıyla kilit yönetimlere katılım…”(7) Ortadoğu’nun küreselleştirilmesi için saptadığı üç ana sorunun çözümü için, ABD-AB ittifakı üzerinde NATO’nun işlevli hale getirilmesini önermektedir. Brzezinski, Küresel balkanların istikrara kavuşması için, “Amerika, bölgenin, patlamaya hazır potansiyeliyle ilgilenmek için geniş bir işbirliği stratejisine ihtiyaç duymaktadır” diyor. Bu hazır işbirliği, Irak savaşından ortaya çıkan dersler ve deneyimler çerçevesinde ele alınmaktadır. Bu nedenle bölgenin küresel sisteme adapte edilmesi sadece ABD’nin değil, aynı zamanda başta AB ve Japonya olmak üzere bütün kapitalist güçlerin işi olması gerektiği sürekli vurgulanmaktadır.
“Yeni stratejik hedefimizin Müslümanların hakim olduğu Kuzey Afrika, Basra Körfezi, Orta Asya ve Güneydoğu Asya bölgelerine yayılan ‘istikrarsızlık arkı’ olduğunu söylemek Bush Yönetimi için yeterli değildir. Irak’ı ‘haydut rejim’den örnek Arap demokrasisi haline dönüştürmenin yollarını ararken dahil olduğumuz daha büyük küresel çatışmayı anlamaya ihtiyacımız var. Bu, Saddam’ın Irak’ı gibi bağlantısız toplumların
, küreselleşmenin İşleyen Merkez’i tarafından tanımlanan küresel topluma dahil edilmesini görmek isteyenlerle bu toplumları ABD’nin tanımladığı ‘kutsal küresel ekonomik imparatorluğuna’ dahil olmasını engellemek maksadıyla her türlü şiddeti yapacak olanlar arasındaki uzun süreli bir çatışmadır…”(8) Pentagon’un stratejik hedefi, söz konusu olan bölgelerin küresel sürece dahil edilmesidir. Bunlar içinde doğal olarak ön plana çıkan Basra Körfezi bölgesidir. Bugünkü somut koşullar dikkate alındığında Irak eksenli geliştirilen işgal planı, Saddam gericiliğini yok ederek ülkeyi “demokratikleştirmek” değil, esasen petrol merkezli bölgelerde küreselleştirme sürecini hızlandırmaktır. Yani boşluğu küçültmek, merkezi/küresel alanı genişletmektir. Bu sadece ekonomik bir sorun olarak değil aynı zamanda doğrudan siyasal ve askeri bir sorun olarak ele alınmaktadır.
Enerji kaynakları boşluktan merkeze/küresel sistem güçlerine doğru akmadığı, yani büyük kapitalist devletleri beslemediği sürece istikrarsızlık süreklileşecektir. Söz konusu bölgelerin büyük askeri güçlerle işgal edilmesini savunan Barnette şöyle diyor: “İkincisi, enerjinin Boşluk’tan Merkez’e doğru akması kaçınılmazdır. Özellikle de enerji artışının en hareketli olduğu kalkınan Asya’daki Yeni Merkez’e doğru akacaktır. Dünya nüfusunun yarısının Merkez’e entegre olması küreselleşmenin süregelen en büyük başarısı olacaktır. Bu başarının hakkını teslim etmek, Soğuk Savaş’ın bitişinden bu yana sağlanan bağların önemli bir kısmını yok etmek demektir. Barışımızı heba etmek demektir.
“Üçüncüsü, enerjinin akışı için Ortadoğu’da ve Orta Asya’da güvenliğin sağlanması gerekir. Bu, güvenliğin Merkez’den -özellikle de dünyanın tek süper askeri gücü Amerika’dan- Boşluk’a doğru akması gerektiği anlamına geliyor. Uzun dönemde bu akışı verimli kılmak için Merkez’in bir bütün olarak bu sürece dahil edilmesi gerekir. Kolektif bakış açımızın -sadece Pentagon’un değil- bizi yanılttığı nokta da burasıydı: Hem yaratmaya değer geleceği hem de başarıya giden gerçekçi yolları vurgulamamız gerekiyor. Yolun, Basra Körfezi’nde başladığına dair çok az şüphem var. Ama küreselleşme devamlı bir denge anlayışını başarmadan evvel yolun bir başka yere doğru -sadece “istikrarsızlık arkı”nda değil aynı zamanda tüm Boşluk’ta- girmesi zorunludur…”(9) Ortadoğu’nun küreselleştirilmesi için ileri sürülen stratejiler aynı zamanda küresel sistemin lideri olarak kabul gören ABD’nin dış politikasının görüşlerini oluşturmaktadır. 600 milyar dolar bütçe açığı veren, 470 milyar dolar silahlanmaya ayıran ABD’nin, ekonomisindeki dengeyi sağlayabilmesi için dışardan ülkeye sermaye akışının süreklilik kazanması gerekiyor. Bu nedenle sermaye üretimi ve azami karın yoğunluklu olan stratejik bölgelerin küresel sisteme dahil edilmesi bir zorunluluktur.
Doğal olarak yer kürenin iki alanı -İran körfez çevresi ile Avrasya- ön plana çıkmaktadır. Bölgenin bütün zenginliklerine el konulması için uluslararası sermaye bölge ülkelerinin hemen her alanına egemen olmuş durumda. Örneğin, Irak’ın Kuveyt’e saldırmasından hemen sonra, uluslararası sermayenin tekellerinin en önemli kar alanlarını bu bölgelerin yeniden imarı oluşturdu. 10 Mart 1991 tarihinde Ekonomist Dergisi’nde geçen ifadeler aynen şöyleydi: “Kuveyt’in imarı için yapılacak harcamaların 60 milyar doları aşacağı tahmin ediliyor. Bu da yüzyılın en büyük inşaat projesinin uygulamaya konması anlamına geliyor. Manş Tüneli inşâsını bile gölgede bırakan Kuveyt’in imarı projesi, muazzam mali portresi ve yaratacağı istihdam gücü nedeniyle bu işin içinde olanları bile şaşırtıyor.”(10)
10 Ocak 1992 tarihli Ekonomik Panaroma dergisinde konuya dair yapılan yorumda ise şunlar dile getiriliyordu: “Kuveyt’in Irak tarafından işgalinden bu yana petrol giderlerini en çok artıran ülke konumundaki Suudi Arabistan’ın elde ettiği kâr fazlası 17.9 milyar dolar, uğradığı kayıp ise yaklaşık 30 milyar dolardır. Yeni alınan silahlar, ülkede konuşlanmış bulunan Amerikan ordusu ve kendi askeri gücü için yapılan harcamaların Suudi Arabistan hükümetine beş aylık faturası 30 milyar dolar olmuştur… İran ise petrolden gelen parayı ülkesinin yeniden inşası için harcamıştır… Petrol gelirinden ne yatırım ne de tasarruf yapabildi. Bütün para başta IMF, Dünya Bankası ve büyük bankalar olmak üzere kreditörlere ve silah tüccarlarına gitti.”(11) Kapitalist küresel politikaların ekonomik alandaki etkisini ortaya koyan bu değerlendirme, bölgenin zenginliklerinin uluslararası küresel kurumlar aracılığıyla kapitalist merkezlere aktarıldığını çok net olarak ortaya koymaktadır. Esasen petrol ve silah tekellerinin bölgesel egemenlikleri belirleyici olmakla birlikte, hizmet sektörü inşaat, gıda, tekstil vb. iş alanlarındaki tekellerin de önemli yatırımları bulunmaktadır. Bu nedenle bölgeye yönelik ekonomik işgal operasyonları tek bir sektörde olmayıp, çok kapsamlı ilişkiler ağı içerisinde yürütülmektedir.
“… Ortadoğu’yla dünyanın geri kalanını birbirine bağlamak yöneticileri değiştirmekle değil, bir şekilde Ortadoğu’yu sisteme (küresel sisteme -b.n.) daha çok dahil etmekle mümkün olur. Birçok Müslüman’ın Amerika sistemle bir bağlantı sunsa dahi çeşitli kültürel ve dini nedenlerle sistem dışı kalmayı tercih etmeye devam edeceklerini kabul etmemiz gerekmektedir. Amerika, toplumlarının dış dünyadan kopuk olmasını tercih eden elit tabakanın koruyucusu değil, sistemle olan bağlantının sağlayıcısı olarak bir imaj edinmelidir.
Birçok Arap’ın Amerika’dan nefret etmesinin gerçek nedenin petrol ticareti değil, bölgeyle siyasi ve askeri ilişkilerimizin sadece petrol ticaretine dayandığını düşünmeleri olduğuna yürekten inanıyorum. Amerika’nın çok daha fazlasını temsil etmesi gerekmektedir ve belki de savaş sonrası Irak’ta bu kapasiteyi gösterebiliriz. İçimdeki gerçekçi taraf bizi Ortadoğu’ya getirenin petrol olduğunu söylüyor, ancak iyimser tarafsa var olan zayıf bağlantıyı güçlendirerek bölgeyi küresel ekonomiye entegre edebildiğimiz ve bunun sonucunda kitlelerin ekonomik ilişkileri sağlayacak fırsatları yakalayabilmelerini sağladığımız sürece bunun “iyi” olduğunu söylüyor.
“Öte yandan, petrol aynı zamanda bölge için önemli bir kurtuluş yoludur: En azından onun sayesinde Ortadoğu dikkatimizi çekmektedir. İzleyicilerden gelen ‘petrol için kan’ sorusuyla karşılaştığımda tipik olarak şu cevabı veriyorum: ‘Evet, tabii ki bu savaş petrol için. Tanrıya şükür ki yalnızca petrol için. Çünkü, size dünyada petrolün olmadığı ve birçok insanın öldüğü ve kimsenin aldırmadığı bölgeleri gösterebilirim.’ Petrolün dünyadaki birçok ülke için olduğu gibi Arapların ekonomik gelişimi için de bir bela oluşturduğunu inkar edemeyiz. Ancak, petrol olmasa Ortadoğu’nun çektiği acılar Amerikalılara geçen on yılda Orta Afrika’da gerçekleşen soykırımlar kadar uzak gelirdi…” (12) Küreselleşme politikasının önder gücü olarak işlev gören ABD’nin Ortadoğu’yu küresel sürece dahil etmesinin temel amacının ne olduğu çok belirgin olarak ifade edilmektedir. Kuşkusuz ekonomik faktörler yani enerji yatakları öncelikli olarak belirleyicidir. Bu alandaki başarı aynı zamanda Ortadoğu’nun siyasal düzeninin yeniden şekillendirilmesi çok daha açık olarak gündeme gelecektir. “Eğer Amerika Irak’ın dünya ile bağlantısını tekrar sağlayabilirse, küreselleşme savaşında gerçek bir zafer kazanmış olacağız ve Ortadoğu’nun dönüşümü ciddi olarak başlayacaktır…”(13) Irak işgali sadece bir adımı oluşturuyor. A
ncak bölgenin tamamının küresel sömürgeciliğin kapsamına dahil edilmesi bakımından önemli bir model oluşturmaktadır.
“… Amerika terörizmi yenmek, İslam’ı kontrol altına almak, petrol kaynaklarını kontrol altına almak ya da İsrail’i korumak için Ortadoğu’yu dönüştürmüyor. Biz bölgeyi dönüştürmek istiyoruz çünkü; dış dünya ile bağlantı kopukluğunu sona erdirmek istiyoruz ve orası bunu yapmaya değer ise başka yerde bunu yapmaya değerdir…”(14) Pentagon’un akıl hocalarından biri olan ve ABD’nin uluslararası politikalarını çok açık olarak dile getiren Barnette’in yaptığı değerlendirme, ABD’nin bölgesel stratejisini çok net olarak ortaya koymaktadır. Sorun sadece terörizm, İsrail, petrol vs. değil. Bunlar uygulanmak istenen stratejinin alt basamaklarını oluşturmaktadır. Hedef, Ortadoğu bölgesinin tamamının küresel sisteme dahil edilmesi ve böylece bölgenin bir bütün olarak sömürgeleştirilmesidir. Afganistan’ın ve Irak’ın uluslararası kapitalist güçlerin işgaline uğraması hiç şüphesiz ki, bu sürecin ilk deneme alanlarıdır. Özellikle Irak’ta elde edecekleri başarı, bölgenin ekonomik ve politik olarak uluslar-üstü sermayenin ihtiyacına göre yeniden organize edilecektir. Ekonomik küreselleşme sürecinin daha aktif hale getirilmesi için bölgenin bir bütün olarak askerileştirilmesi çok bilinçli olarak izlenen bir politikaydı. Bunun başarı düzeyine bağlı olarak ideolojik-politik ve kültürel küreselleşme takip edecektir. Kapitalist güçlerin bölgesel stratejisinin uygulanması için benimsenen “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) aynı zamanda küresel sömürgeciliğin Ortadoğu’daki somutlaşmış biçimidir. Özellikle, ihtiyaç duydukları küresel sömürge biçime uygun yeni ulus tiplerinin yaratılması ve devlet biçimlerinin oluşturulması hedeflenmektedir. Bu neden Ortatadoğu’nun küreselleştirilmesi, dünya kapitalist sisteminin en önemli stratejilerinden biridir. Bunun somutlaşmış ifadesi de, BOP ve bu içerikli planlardır.
Gokyuzu9@aol.com
dipnotlar:
1. Martin HART-LANDSBERG-Neo Liberalizm: Mitler ve Gerçeklik, Monthly Review sayı.5 Mayıs, 2006
2. Jean Ziegler/Dünyanın Yeni Sahipleri, syf:66, Altın kitapları, İst.
3. Joseph S. Nye Jr./Amerikan Gücünün Paradoksu, syf: 104, 1111 yay. İst. 2003
4. David Harvey/Yeni Emperyalizm, syf:150, Everest yay. İst. 2004
5. Z. Brezezinski/Tercih, Küresel Hakimiyet mi? Küresel Hegomanya mi? Syf: 84, İnkilap yay. İst. 2005
6. David Harvey/Yeni Emperyalizm, syf:17, Everest yay. İst. 2004
7. Z. Brezezniski/Tercih, Küresel Hakimiyet mi? Küresel Hegomanya mi? Syf: 94, İnkilap yay. İst. 2005 age
8. Thomas P.M. Barnett/Pehtagon’un Yeni Yol Haritasi-1, syf:58, 1001 yay. İst. 2005
9. age, syf:286
10. Ekonomist Dergisi/10 Mart 1991
11. Ekonomik Panaroma/10 Ocak 1992
12. Thomas P.M. Barnett/Pehtagon’un Yeni Yol Haritasi-1, syf:258-259, 1001 yay. İst. 2005
13. age
14. age, syf:339
15. age, syf:391