Asgari ücret tartışması sürekli bir gündem maddesidir. Çünkü asgari ücret genel ücretler seviyesini yani tüm sınıfın – çalışanların yaşam seviyesini belirlemektedir. Asgari ücretliler ülkemizin yarısını oluşturmakta ve giderek asgari ücretli ordusu büyümektedir. Bunun anlamı ülkemizde sermaye ile emek arasındaki mücadelenin sermaye lehine doğru önemli bir kırılma yaşadığı gerçeğidir. Asgari ücret işçinin ve ailesinin yeniden üretim […]
Asgari ücret tartışması sürekli bir gündem maddesidir. Çünkü asgari ücret genel ücretler seviyesini yani tüm sınıfın – çalışanların yaşam seviyesini belirlemektedir. Asgari ücretliler ülkemizin yarısını oluşturmakta ve giderek asgari ücretli ordusu büyümektedir. Bunun anlamı ülkemizde sermaye ile emek arasındaki mücadelenin sermaye lehine doğru önemli bir kırılma yaşadığı gerçeğidir.
Asgari ücret işçinin ve ailesinin yeniden üretim sürecine katılmasını sağlayabilecek en alt koşulların – beslenme, barınma, sağlık vb – karşılandığı ücrettir. Ancak günümüzde bu koşullar sürekli olarak daraltılmaktadır. Çünkü neo-liberal politikalar ücretleri baskılama gerçeğinden hareket etmektedir. (Başka bir ifadeyle ülkemizin ve dünyamızın zenginleştiği söylenirken evimize giren et, meyve vs. azalmaktadır. Örneğin Birleşik Metal-İş araştırmasına göre temel yiyecek maddelerinin geçen yıla göre artışı şöyledir: pirinç %12, makarna %15.74, ekmek %11.67, yağ %16, kira %20, doğalgaz %28.39 ve ulaşım %14 artmıştır. Yani patronlar için en alt koşullar görecedir. Onlara göre boğaz tokluğu çalışma ve boş zamanın olmaması en ideal asgari koşulları ifade etmektedir. Bu yüzden DİSK gibi asgari ücret=kaç simit diye kampanya yaparsanız “dün 500 simitti bugün 760 simit” diye bir cevap alırsınız.)
Türkiye’de asgari ücret uygulamasına 1960’lı yıllarda geçilmiş ve 1974 yılından itibaren ulusal düzeyde asgari ücret belirlenmiştir. 1980, 1994 ve 2001 yılı gibi dönemlerde “kriz” adı verdikleri mülksüzleştirme ve kaynak aktarma dönemlerinde asgari ücret belirgin düzeylerde düşüş göstermiştir. Onun dışında da sınıf mücadelesinin seyrinin geri olması nedeniyle genel bir düşüş içerisindedir. En belirgin yükselme AKP hükümetinin ilk yılında olmuş; o da sınıf mücadelesinin zorlamasından dolayı olmamıştır. Nitekim bugün asgari ücret 1999 seviyesine geriletilmiştir.
Asgari ücretin düzenlenmesinin köşe taşlarını yasa ve sözleşmeler oluşturmaktadır. Anayasa’nın 55. maddesi, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 39. maddesi, Asgari Ücret Yönetmeliği’nin 4/d maddesi ve ILO normları ilgili maddelerdir (Buna Türkiye’nin çekince koyduğu Avrupa Sosyal Şartı’nın 4/1 maddesini de eklemek gerekir). Ancak mücadeleyi buradan kurguladığınız zaman zaten sonucu belli olan bir sürece girmiş oluyorsunuz demektir. Çünkü ilgili ulusal düzeydeki maddeler birçok handikap barındırmaktadır: “Ülkenin ekonomik ve sosyal durumu”, iki yılda bir belirlenmesi ve bir tek işçiyi baz alması gibi. ILO normunu ve Avrupa Sosyal Şartı’nı desteklemek ise ikiyüzlülükten ibarettir. Çünkü ILO, Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun belirlenmesinin kaynağıdır. Buna göre komisyonu, 1- Devlet temsilcileri (Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Devlet İstatistik Enstitüsü, Devlet Planlama Teşkilatı, Hazine), 2- İşveren temsilcileri (TİSK), 3- İşçi temsilcileri (Türk-iş) oluşturmaktadır. Devletin “tarafsız” bir organ olarak tanımlanması, en çok işçiyi temsil eden konfederasyonun temsili gibi handikaplar ulusal hukuka aykırılık teşkil etmez, aksine pekiştirir. Yani bugün varolan hukuksal düzlem terk edilip işçi sınıfının aktif mücadelesi içinde yeni dengeler sağlanmadan yapılan talepler olsa olsa bir sıra savmacadır (Örneğin son DİSK Kampanyası).
Bu yıl sermaye bölgesel asgari ücret tartışmalarını açarak saldırısını derinleştirmiştir. OEDC, IMF Birinci Bakan Yardımcısı Anna Kruguer, TİSK, ASO Başkanı Zafer Çağlayan ve Koç Holding temsilcileri yaptıkları açıklamalarda işçilerin belirlenen ücretlerde çalışmak zorunda olduklarını, asgari ücret uygulamasının saçma olduğu, piyasada patronla işçinin aralarında yapacakları “özgür sözleşme” vasıtasıyla ücretlerin belirlenmesi gerektiği vb. savlarını gazetelerde ve hazırlanan raporlarda ifade etmişlerdir. Ancak en somut öneri asgari ücretin yerelleştirilmesi önerisi olmuştur. Özellikle Ankara Sanayi Odası’nın hazırladığı rapordaki ifadelerde ülkemizde asgari ücretin 3 ayrı bölgeye göre uygulanması; çoğunluğunu Doğu ve Güneydoğu illerinin oluşturduğu 19 ilde 250 milyon, daha Batı’daki 36 ilde 350 milyon ve özellikle Marmara Bölgesi ve sanayileşmiş illerde şu anki ücretin korunması ve sermaye üzerindeki vergilerin kalkması önerilmiştir.
Böylelikle işsizliğin ve kayıt dışı istihdamın önlenebileceği temel hedef olarak gösterilmekte ve işçiler – halk maniple edilmektedir. Oysa gerçekler farklıdır. “Türkiye’nin IMF ile başlattığı ‘enflasyonu düşürme’ programı ve sonrasında imalat sanayi saat başına reel ücretleri birikimli olarak %18.2 geriletmiştir… Oysa bilindiği gibi söz konusu dönemde milli gelir birikimli olarak %20’nin üzerinde artmış ve büyüme rekorları kırılmıştır. Yani, 2000-sonrasının IMF programları altında işçi gelirleri hızla gerilerken, istihdam yaratmayan üretim artışları sayesinde sermayedarın karlılığı yükseltilmiş durumdadır”. (AKP İktidarında Üç Yıl: Güven ve İstikrar Kim İçin, Erinç Yeldan, Cumhuriyet Gazetesi, 9 Kasım 2005, Akt. Ergün İşeri). Yine DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikası Araştırma Dairesi’nin 7 Eylül 2006 tarihli çalışmasında Türkiye Avrupa ülkeleri arasında %12.6’lık reel işgücü maliyetlerindeki azalmayla 1. sırada yer almıştır. Türkiye’de 2001 sonrası ücretler düşmekte, işsizlik ve çalışma saatleri artmaktadır.
Buradan şu sonuç çıkmaktadır: IMF borç ödemelerinde istikrar sağlamaya, sermaye ise ABD ve AB’nin taşeron emek alternatifini oluşturmaya – Çinlileştirmeye çalışmaktadır. İşçileri kendileri arasında bölüp rekabet ettirmeyi hedefleyen bu anlayış sayesinde sermaye ücret ve istihdam politikaları üzerinde tam hakimiyet sağlamayı hedeflemektedir. Kayıt dışılık koşulları “kayıtlılık” olarak kabul ettirilmek istenmektedir. O zaman ulusal düzeyde bir asgari ücret talep edilmeli ve bunun yeni-liberal politikalarla merkezi çatışma düzlemi oluşturan işçi sınıfının iktidar talebinin bir parçası olarak örülmesi gerekliliği unutulmamalıdır.
Gündelik mücadele içinde asgari ücretin sadece işçiyi değil tüm ailesini kapsayacak düzeyde belirlenmesi, asgari ücret belirleme mekanizmasının değiştirilerek devletin temsiliyetinin kaldırılması ve işçilerin tümünü kapsayacak bir temsil mekanizmasının geliştirilmesi, işçinin vergiden muaf tutulması ve bu ücretin ulusal düzeyde belirlenmesi gibi talepler mücadelenin köşe taşlarını oluşturmaktadır.
Daha genel çerçeveden bakıldığında neo-liberal politikalar kronik yoksulluk koşullarının dayatıldığı bir işçileştirme stratejisi üzerinden gerçekleşmektedir. Bu tip dönemlerde ücretler üzerindeki baskılanma artar ve işçi – işsiz ayrımı bulanıklaşır. Eğer ILO ve sosyal devlet koşulları çerçevesinde bir mücadele süreci belirlenirse en baştan yenilgi kabullenilmiş olur. Asgari ücret mücadelesini tıpkı 19.yy.daki gibi haklar mücadelesinin bir parçası olarak örgütlemenin koşulları bulunmaktadır. Bu sayede toplumsal denetim aygıtı olarak konumlanan sendikal anlayışı aşmanın ve tüm işçileri asgari ücretliler ekseninde birleştirmeyi sağlamanın da önü açılmış olur.
Sermaye bizi makine gibi görüyor
Makine sorgulayamaz ama biz sorgularız
Değiştiririz de…
20 Aralık 2006