Türkiye için çok önemli siyasi gelişmelerin yaşanacağı önümüzdeki bir yıl için resmi başlama düdüğü çaldı. Artık herkesin kendi planlarını uygulamaya geçirme zamanı. Hakkari’de sivil kıyafetli askerlerin şehrin çöplerini toplama girişimi ve belediye hizmetlerinin yetersizliğini protesto etmeleri bir işaret fişeği gibiydi. Cumhuriyet tarihinde ordu ilk defa “sivil görünümlü bir kitlesel protesto hareketi” düzenledi. Bir askeri yetkilinin […]
Türkiye için çok önemli siyasi gelişmelerin yaşanacağı önümüzdeki bir yıl için resmi başlama düdüğü çaldı. Artık herkesin kendi planlarını uygulamaya geçirme zamanı.
Hakkari’de sivil kıyafetli askerlerin şehrin çöplerini toplama girişimi ve belediye hizmetlerinin yetersizliğini protesto etmeleri bir işaret fişeği gibiydi. Cumhuriyet tarihinde ordu ilk defa “sivil görünümlü bir kitlesel protesto hareketi” düzenledi. Bir askeri yetkilinin belirttiği gibi, “her zaman tank geçirmek gerekmez”di.
Eylemden önce, Kara Kuvvetleri Komutanı Başbuğ, “anlamlı bir tesadüf” sonucu, 2. Ordu bölgesindeki askeri birlikleri ve bu arada Hakkari’yi de denetlemişti. İki gün sonra da Büyükanıt ve kuvvet komutanları 2. Ordu karargahının bulunduğu Malatya’da ve 3. Ordu karargahının bulunduğu Erzincan’da ABD’yi ve PKK’yi hedef alan açıklamalar yapmıştı. “Ordunun, şimdilik Kürt sorununu öne çıkararak, güçlü bir meşruiyet oluşturmayı hedeflediğini” geçen sayımızda belirtmiştik. Bu başlangıç noktasından hareket eden ordu, bir adım daha attı ve “irtica tehlikesi”ni vurgulayan çıkışları da başlattı. Bütün bu çıkışlar serisi “tüm devlet adına” Bush’la masaya oturan Erdoğan’ın ABD yolculuğu öncesine denk geldi.
Kuvvet komutanlarının harp okullarında yaptıkları konuşmalarda dikkat çeken “sivil desteğe” yapılan vurgulardı. Ordunun uzunca bir süredir “sivil desteği” bizzat örgütlediği ve maniple ettiği biliniyor (ADD, Çağdaş Kadınlar Derneği, ASAM, vb ile). Danıştay saldırısında tepkileri bizzat Org. Özkök’ün kışkırtması; komutanların son dönemdeki her asker cenazesine katılmaları; Erman Toroğlu’nun ‘kodu mu oturtan paşa talebi’ türü medya organizasyonları; ve elbette CHP’nin “Ordu Partisi” haline getirilmesi. Ancak tüm bunlar “sivil destek” için yeterli görülmüyor olmalı ki yeni ve güçlü destekler aranıyor; özellikle birbirini izleyecek seçimler döneminin öncesinde.
Avrupa Birliği Türkiye Temsilcisi Hansjörg Krestschmer’in 22 Eylül’de yaptığı konuşmada “TSK’nın yasal ve kurumsal düzene saygı duymadığı, kontrol kabul etmediği”ni söylemesi Yaşar Büyükanıt’ı çok etkilemiş olmalı ki, 2 Ekim’de Harp Akademisi’nde yaptığı konuşmanın önemli bir bölümünü bu rapora ayırdı. Ama bu konuşma, Erdoğan’ın Bush ile yapacağı görüşmeden altı saat önce yapıldı ve Akademi’den canlı yayınla Washington’a kadar ulaştırıldı.
Oysa Erdoğan uçağa binmeden önce “Yaşar Paşa’ya gerginlik yaratıcı açıklamalardan kaçınılması gerektiğini” söylemiş, “bunlar ekonomiyi etkiliyor” demiş ve bunu da uçağına aldığı gazetecilerine aktarmıştı. Yani Erdoğan da boş durmuyor, Washington’a ordu gerilimden, ben istikrardan yanayım mesajını veriyordu.
Cumhurbaşkanı’nın 1 Ekim’deki “özgürlüklerin laiklik için askıya alınabileceği” doğrultusundaki tehditkar konuşması ilk bakışta, askerlerin ardı ardına gelen “çıkışları”yla birlikte bir dizi oluşturuyormuş gibi görünse de özdeş değildi. Bunun, devletin tepesinde çok başlı bir gerilim sürecinin gündeme gelmesi demek olup olmadığı yakında anlaşılacak. Bu noktada YÖK Başkanı’nın Sezer’in ayrılmasından önce istifa etmesi ve yenisinin atanması hesabına dikkat edilmeli.
Ordu ile Erdoğan arasındaki ortak payda, ABD ile mutlaka uyum sağlanması gereğinde yatıyor. ABD’nin de Ortadoğu’da izlediği politika nedeniyle Türkiye’de 1 Mart’taki gibi bir kargaşalığına tahammülü yok. Bu yüzden ordu ve AKP arasındaki iktidar çatışması ne kadar gerilirse gerilsin bir “yüksek hakem” ve “hizaya getirici” var. Bu nedenle ABD’nin hakemlik misyonunun gereği olarak Bush’un, T. Erdoğan’ı dinlerken, Büyükanıt’ın konuşmalarındaki vurguları es geçmesi beklenmemelidir.
Erdoğan’ın ABD gezisinin öncesinde Ortadoğu’daki uluslararası ortam ve ilişkilerin yeni bir düzenleme dönemine girdiği apaçık görülüyordu. Oluşturulan “PKK’yle mücadele ortak çalışma grubu”nun, Kürt sorununun değişik ülkelerdeki gelişme seyrinin Ortadoğu çapındaki bir plana bağlı olarak şekillendirildiği askeri nitelikli bir diplomasi masası olacağı daha baştan belliydi. ABD’nin öteden beri konunun böylesi bir masadan ve tek elden yönetilmesini istediği biliniyordu. Ancak Türkiye ilk defa, Kürt sorununun ortak iradeyle şekillendirilecek uluslararası bir sorun olduğunu kabul etti.
Bu gelişmeler karşısında PKK’nin ateşkes ilanı; ABD-AKP-ordu arasındaki uzlaşmanın içeriğini ve imkanlarını değerlendirmek için bir “mola” olarak gündeme geldi. Bu ateşkesin bütün taraflar tarafından istenmiş olduğu oğul Talabani’nin açıklamalarıyla ortaya çıktı. Yeni Irak Anayasası’nın işleyişine bağlı olarak önümüzdeki günlerde yapılacak Kerkük referandumu öncesine ABD Irak Kürtleriyle Türkiye arasında PKK üzerinden bir anlaşma tesis etmek istiyordu.
Bugüne dek reel politik manevralarla idare eden PKK’nin pragmatizmi de sınırlarna yaklaşıyor. PKK doğrudan ve bütün varlığıyla Amerikan projesinin bir parçası olmakla (Talabani ve Barzani gibi) ya da yoksul Kürt halkıyla birlikte bağımsız bir sol/sosyalist proje arasında giderek daha fazla sıkışıyor.
PKK için bir başka yoğun dönem ilkbaharla birlikte başlayacak. Genel Seçimlere doğru Kürt halkının siyasal temsili sorunu önem kazanacak. AKP’nin ikinci parti durumunda olduğu bölgede Erdoğan’la şimdiye kadar olduğundan çok daha fazla karşı karşıya gelecekler.
AKP iktidarında dördüncü Ramazan ayı da başladı. Sosyal yaşamı değiştirmeye dönük zorlayıcı müdahaleleri en çıplak haliyle Ramazan aylında görmek mümkün. İslamcılar için bu ay siyasal faaliyetin en yoğun ve mütecaviz biçimlerle sürdürülmesi demek. AKP’nin iktidar olanaklarını doğrudan kullanarak örgütlediği birkaç örnek çok taze; Kıbrıs’ta gerici örgütlenmenin gelişimi ve Diyarbakır’da kuran kurslarının üç kat artması. Ancak buna rağmen AKP Ramazan ayı boyunca, faturası kendisine kesilecek her türlü girişimi bizzat parti mekanizmalarıyla engellemeye çalışsa da radikal İslamcı gruplar için bu dönem para toplama, örgütlenme ve eylem zamanı. Gerici hegemonya halkın üzerinde her geçen gün ağırlığını arttırıyor ama yoksulluğu örtemiyor. İftar saatinden 2-3 saat öncesinde kuyruklar çadırların önlerinde uzamış oluyor. Erdoğan’ın dilinde bu durum; “partimizin oylarında kararsızlara doğru bir kayış var” şeklinde ifade ediliyor.
CHP’de yanlış bir biçimde Deniz Baykal’ın kişiliğiyle özdeşleştirilen sol aklın dışındaki muhalefet çizgisi kırılmaksızın sürüyor. Anlaşılan o ki Baykal ve ekibinin planında iki kritik nokta var. Arkasına orduyu almak ve Erdoğan’ın (veya gericiliği tescilli başka bir şahsiyetin) cumhurbaşkanı seçilmesini beklemek. Bu durumun gerçekleşmesiyle girilecek genel seçimlerde ana tema belli: “Dengeyi sağlayın, Cumhurbaşkanı onlardan oldu, bari hükümet bizden olsun”. Buna bir plan mı denir yoksa spekülatif bir hayal mi, bunu hep birlikte göreceğiz.
Sol muhalefet cephesindeki gelişmeler ise izlenmesi gereken yolun başlangıcına ışık tutuyor. Solun dayandığı toplumsal muhalefet temelindeki daralma, savaş ve kirli savaş tehdidi altında şekillenen iç politika gündemi karşısında güçlü bir sol kitle muhalefetinin geliştirilememesine neden oluyor. İktidarın Türkiye’nin geleceğini karartan tehlikeli oyunlarına karşı politik-toplumsal tepkiler, etkisiz gösteriler ve adet yerini bulsun diye yapılan kampanyalarla karşılanıyor. Sol merkezler bu tablo karşısında ortak bir strateji geliştirmeye yana
şmıyor, dağınıklık ve parçalılık devam ediyor.
Bu koşullarda devrimci çizginin nasıl somutlanacağı sorusuna yine de anlamlı pratik yanıtlar verilebiliyor. Devrimciler kurucu bir politik kavrayışla hareket ederek bazı olumlu örnekler yaratabiliyorlar. Somut bir örnek olarak “savaş karşısındaki” konumlanış verilebilir. Bir taraftan ilerici toplumsal muhalefet içinde tüm güçle yer alınmaya çalışılırken, diğer yandan bağımsız bir eylem çizgisi izlenmeye çalışıldı. Savaşa ve asker göndermeye karşı çıkmanın yanında, pozitif bir siyasetin gereği olarak, (Filistin ve Lübnan halkına) bir yardım kampanyası örgütlenmeye girişildi. Aynı dönemde, kamusal alanın tasfiyesine karşı bulunulan her yerde bir direniş hattı oluşturmaya dönük çalışmalar da ihmal edilmemeye çalışıldı. Eğitim ve sağlık hakkı mücadeleleri, enerji ve ulaşım alanlarının tasfiyesine karşı mücadele, kentsel dönüşüm politikalarına karşı direniş çizgisinde somutlaşan barınma hakkı mücadelesi, Öğrenci Kolektifleri’nin MP3 kampanyası bu kapsamdaki çalışmalar. Tam bu noktada Eğitim Sen ve SES’in eğitim ve sağlık hakkı mücadelesini sendikal kanaldan kitleselleştirmeyi hedefleyen girişimlerinin gelişmesiyle yeni bir toplumsal hareket alanı, siyasal mücadele alanının yanı başında verimli bir toprağı yaratmaya başlayacak gibi görünüyor.
Tüm bu faaliyetleri bir zihniyet dönüşümüyle de birleştirerek kavramalıyız. Bu başlangıç anında etkinlik sayısı ya da sesin gür çıkması tek başına başarının kriteri sayılmamalı. Geri çektirilen uygulamalar, elde edilen kazanımların yeni hareketin kitleselleşmesinin sıçrama taşlarını oluşturacağı bilinmeli. Bu nedenle, parasız eğitim için mücadelenin başarı ölçüsü kaç okulda kaç çocuğun parasız kayıt yaptırıldığı; kaç okulun kamu kaynaklarından sağlanan bütçesinin geliştirildiğinde aranmalıdır. Okulların ve hastanelerin elektrik, su ve doğalgaz gibi ihtiyaçlarının ücretsiz sağlanması için mücadeleyi salt bir “fikri propaganda etme vesilesi” saymak yerine, bunları parça parça elde etmeyi amaç edinmeliyiz. Somut kazançları hedefleyen adımlarla ilerlemeli, bu kazançları sağlayacak yeni kitle mücadelesi örgütleri şekillendirmeliyiz.
Siyasal sahnede ağır topların atış halinde olduğu bu dönemde her an değişebilecek dengeler içinde yer aramak yerine, kendi bağımsız politik/pratik programımızı uygulamak en doğru tercih olacaktır. Bunu gerçekleştirdiğimizde ise, solun siyaset yapma yönteminde de köklü bir değişikliğin ağır ağır yaşanmaya başlayacağını görmeliyiz.
Egemenlerin iktidar mücadeleleri kendileri için nasıl yeni bir dönemin arifesinde olduğumuzu ortaya koyuyorsa, bugün muhalefetteki değişim dönemi de “bağımsız bir sol” hareketin mayalanması için uygun koşulları yaratmaktadır. Ülkemizdeki sol parti, örgüt ve grupların içinde ne yazık ki bağımsız bir sol hareket yaratma iradesi ve yeteneği bugün için güçlü değildir. Bazı parti ve örgütler izledikleri egemenlerin çeşitli fraksiyonlarıyla (ulusalcılarla, İslamcılarla, sosyal demokratlarla, AB’cilerle ve hatta Amerikancılarla) ittifak siyasetleriyle, “kuyrukçuluk” yapmakta ve solun temel bir politik güç olmasını engellemektedirler. Bu durum bir yandan solun üzerinde yükseleceği politik çerçeveyi bulanıklaştırıp, solun amaçlarını belirsizleştirirken, diğer yandan da solu düzenin değişik fraksiyonlarına yamamak için bitmez tükenmez bir iç çatışmaya sürüklemektedir. Bugün her şeyden önce, uluslararası planda ve özellikle de ulusal düzlemde bağımsız sol hareketin yeniden yaratılma, yeniden inşa dönemidir. Bu inşa döneminde halkçı-sol politikaların en berrak biçimlerde ortaya konması temel bir ihtiyaçtır. Bağımsız halkçı-sol politikaların hayata geçirilmesi sürecinde ise, egemenlerle hiçbir ittifak aramadan, halk kesimleri arasında en geniş hedefler ve en geniş çalışma biçimleri esas alınmalıdır. Mücadele ve örgütlenme tarzımızı “en arı halkçı-sol siyaset için, halk kesimleri arasında en geniş çalışma” prensibi çerçevesinde biçimlendirmeliyiz.
Bu yazı aynı zamanda Halkın Sesi Gazetesi’nin 13. sayısında YOL isimli köşede yayınlanmıştır.