Eğitim Sen 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikalar yasasının çıkmasından bu yana sahip olduğu yetkiyi kaybetti. Uzun yıllar yetkili sendika olarak eğitim emekçileriyle ilişkilenen Eğitim Sen her yetki tespitinin yapıldığı dönemlerde iş yerlerinde yoğun üyeleme*(Genel merkez yöneticileri örgütleme faaliyeti yerine bu kavramı kullandılar. Önce dil sürçmesi zannederek uyarmamıza rağmen bu kavramın ısrarla kullanılması bunun bilinçli bir […]
Eğitim Sen 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikalar yasasının çıkmasından bu yana sahip olduğu yetkiyi kaybetti. Uzun yıllar yetkili sendika olarak eğitim emekçileriyle ilişkilenen Eğitim Sen her yetki tespitinin yapıldığı dönemlerde iş yerlerinde yoğun üyeleme*(Genel merkez yöneticileri örgütleme faaliyeti yerine bu kavramı kullandılar. Önce dil sürçmesi zannederek uyarmamıza rağmen bu kavramın ısrarla kullanılması bunun bilinçli bir tercih olduğunun ifadesiydi.) faaliyetlerinden sonra sadece seçimlerden seçimlere iş yerlerine uğranılan bir ilişki biçimi oluşturuldu. Yetkiyi alan ve sadece yetkili sendika olma ayırımının ötesine gitmeyen Eğitim Sen eğitim emekçileriyle ilgili yapılan her türlü uygulamada yetkiyle çizilen sınırını asla aşamayarak milli eğitim politikalarının uygulanmasında orta oyununa devam etti. Zamanla Toplu Görüşme süreçleri rutin işleyişlerini bile kaybederek, her yeni toplu görüşme süreci öncekini aratır olmuştu. Öyle ki Eğitim Sen( bir bütün olarak KESK ) neredeyse hükümetin ekonomi politikalarına meşruiyet zemini oluşturur duruma gelerek, sokağı ve mücadeleyi örmeyen, kendi meşruiyetini kitlelerle mücadele alanlarında değil, devlet güdümlü sendikalarla birlikte hükümet kurullarında gören bir konuma sürüklenmişti.
Sonuçta o çokça önemsenen, yetkiyi almak için “ne olursan ol illaki üye ol” denilerek bütün benzemezleri üyeleyerek (!) yetkili olan Eğitim Sen sonunda ( resmi internet sitesi durumu görmezden gelerek başka gündemlerle uğraşıp üyelerinin çok merak ettiği yetki konusunda hiç bilgi vermese de ) yetkiyi de kaybetti. Şimdi yönetimi oluşturan bileşenler ve onların destekçileri yetki kaybını kendi sendikal politikalarında değil çeşitli dışsal nedenlerde aramaktalar. Bununla mevcut sonuçtan kendilerini muaf tutarak hem durumlarını kurtarma hem de pozisyonlarını sürdürmenin telaşı içindeler. Oysa korkunun ecele faydası yok. Zaten perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. Eğitim Sen de ki sonun başlangıcını geçmişteki kırılma noktalarında aramak gerekir. Özellikle son bir yılda gelinen süreç kritik önem arz etmektedir. Geçtiğimiz bir yılda örgüt açısından dönüm noktası olarak sayılan bu kırılma noktalarını hatırlayacak olursak;
Bunların başında egemenlerin Eğitim Sen’e tamamıyla siyasi olarak açtığı kapatma davası gelmekte. Kapatma davası süreci ise maalesef tam da egemenlerin istediği doğrultuda gitti. Bu süreçte politik olan bu davaya karşı Eğitim Sen örgütün tüm üyeleriyle politik bir karşı duruşu gerçekleştirmesi gerekmekteyken, genel merkez yönetiminde bulunan dar grupçu anlayışlar, yanlış öngörüleri nedeniyle bunu kitlesel fiili-meşru bir direniş hattına dönüştürmeyerek, basit protesto eylemleriyle geçiştirdiler. Sendikamızın kapatılmanın eşiğine getirildiği bu saldırı karşısında, mevcut yönetimce, etkili bir mücadele yürütülemedi. Eğitim Sen genel merkez yönetimi, “teslimiyet” ile “yasal manevralar” arasında gidip gelen sözde taktikler izleyerek eğitim emekçileri hareketini içinden çıkılması zor bir karmaşaya soktu. Mahkeme sürecinde örgütü top yekûn direnişe götürme olanağı varken, kendi kitlesine değil Avrupa Birliği sürecine güvenen baştan savma eylemler ve iç tartışmalarla bu süreç heba edildi. İşte bu yüzden kapatma davası salt tüzük tartışmasına daraltılarak bu ikilem üzerinden sürdürüldü. Farklı hiçbir öneri dikkate alınmadığı gibi bu önerilerde bulunanları örgütü kapattırmakla suçlayacak kadar yok sayan bir sağırlar diyalogu tercih edildi. Eğitim Sen’in tarihinde bedeller ödeyerek oluşturduğu değerlerin savunulması görüşünü savunan delege ve üyeler kongreye dahi sokulmayıp yumruklanarak dışarı atıldılar. Yine bu dönemde el altından bir sendika-Eğitim, Bilim Çalışanları Sendikası(EBÇS)- kurularak Eğitim Sen’i savunmak yerine yeniden para, koltuk ve rant paylaşımı tercih edilerek sendika yönetimlerinde neden yer aldıklarını açıktan ifşa etmiş oldular. Oysa Eğitim Sen’in ihtiyacı olan şey tüzük değil, önümüzdeki dönemin örgütlenme ihtiyacını karşılayacak program, örgütlenme ve mücadele araçlarının tartışılmasıyken, mevcut yönetimdeki anlayışlar bu konuların yakınından bile geçmeyerek mevcut konumlarını sürdürme gayretkeşliğine devam ettiler.
Eğitim Sen genel merkezi öğretmenleri derecelendiren Kariyer Basamaklarında Yükselme Sınavı ( apolet sınavı ) uygulamasının karşısında olması gerekirken yönetmeliğin hazırlanmasında yetkili sendika olarak yer aldı. Sözde yasanın kendisine karşı olan sendikamız yönetmelik çıkınca sınava ve yönetmeliğin tamamına değil bir kısım maddelerine karşı Danıştay’a iptal davası açmış, yönetmeliğin sınava girenleri lisans mezunlarıyla sınırlayan maddesi iptal edilmiş ancak bu da sınavın yapılmasına engel olmamıştı. Öyle ki büyük eğitimci yürüyüşünde, eylemin pazar gününe sarkması ertesi günü yapılacak apolet sınavına katılmak üzere kitlenin önemli bir bölümünün tesislerden ayrılarak gitmesine neden olmuştu. Bu durum ise Eğitim Sen MYK’sının ‘apolet’ sınavında izlemiş olduğu tutumla kitlesini birbirine nasıl düşürdüğünü, bir kısım insanların mücadele alanlarında arkadaşlarını bırakıp gitmeyi göze alacak kadar farklılaştığının bir ibret tablosu olarak tarihte yer almasına neden oldu.
Yine bilindiği gibi MEB, 2005/78 sayı ve 01.09.2005 tarihli genelgesiyle 20 bin kısmi zamanlı geçici öğreticilik adı altında geçici sözleşmeli öğretmen alımını uygulamaya soktu. Daha sonraki alımlarla bu sayı 40 bini aştı. Kölelik koşullarını dayatan bu uygulamada mesleğin onuru ayaklar altına alınarak paçavraya çevrilmek istenmektedir. Eğitim-Sen’in bu uygulamaya karşı ciddi bir muhalefet sergilemesi beklenirken, tersine bu uygulamayı konu edinen genelgenin iptaline dönük olarak Devrimci Öğretmenin tüm ısrarlarına rağmen bir dava açmadı. Oysa Türk Eğitim Sen Danıştay’a açtığı iptal davası genelgenin iptali ile sonuçlanmış, bunun üzerine MEB 4/c kapsamında 10 aylık çalışan bu öğretmenleri daimi sözleşmelilik olan 4/b’ye geçireceğini açıklamak zorunda kalmıştı. Bu durum sonucunda sözleşmelilerin büyük bir bölümü Türk eğitim Sen’e meyletti ve Türk Eğitim Sen hem bu durumdaki öğretmenleri hem de özelleştirilen kamu kurumlarından MEB’e geçen personeli üstelik de basın açıklamalarıyla üye yaptı. Eğitim Sen ise yetkiyi kaybetmenin başta gelen nedeni olarak usulsüz üye yazımını görerek, Türk Eğitim Sen’in eğitim alanında güvencesiz çalıştırılan eğitim emekçilerini üye yapmasını yasaya aykırılık gerekçesiyle iptal ettirmenin peşine düştü.
Eğitim Sen’in birçok eylemlerinde olduğu gibi son eylemlerinde de ( büyük eğitimci yürüyüşü ve GSS eylemi bunun en belirgin olanlarındandı. ) karşılaşılan sorunlar “basit hatalar” ya da özeleştiri gerektiren “sıradan konular” olarak değil ciddi bir ideolojik sapmadan başka bir şey değildir. Başta DSD grubu olmak üzere mevcut Eğitim Sen yönetimini oluşturan tüm gruplar, hareketin militan potansiyelinin önünü tıkayan gerici tavırlarıyla ( GSS eyleminde başta Halkevciler olmak üzere kitleye kurşun sıkan polise müdahale etmek yerine orda polisle çatışan kitleyi provokatör ilan etme gibi ) maalesef yerleşik bir siyaset tarzı halini getirerek bunu egemen kılma peşindeler. Eğitim Sen yönetimi (aslında bir bütün olarak KESK’ ) kendileriyle ciddi olarak yüzleşmeleri gerekmektedir. Eylemin zenginliği, katılımcıların çeşitliliği sürekli göz önünde tutulması gereken ve provokasyon potansiyeli taşıyan insanlar olarak görülemez. Kaldı ki, Toplumsal Hareket Sendika
cılığı gereği bu katılımcılar basit bir dayanışmacı değil, bugün eğitim başta olmak üzere tüm emek alanındaki mücadelenin temel unsurları arasında görülmelidir. Sözleşmeli öğretmenlerin, öğrencilerimizin, velilerimizin, dayanışma içinde olduğumuz emek örgütlerinin yanımızda olması, bizi daha güçlendiren bir toplumsal muhalefet zenginliğidir. Güvenilecek tek güç, eğitim ve bilim emekçilerinin aşağıdan devrimci kitlesel eylemidir. Ya eğitim ve bilim emekçilerinin devrimci eylemine güvenilecek ya da siyasal iktidarların baskı, denetim ve gözetim politikalarıyla uzlaşmak zorunda kalınacaktır. Bu güçlerin asli militan etkinliği temel alınmadığında, “zorunlu olarak”(!) siyasal iktidar ve polisle uzlaşma siyaseti ön plana çıkacaktır. Son günlerdeki yapılan eylemlerde önceden polisle anlaşıp kitleye direniyormuş gibi efelenme görüntülerinin ardından eyleme polisle anlaştıkları gibi devam etmeleri(28 Mayıs sürgünler ve kadrolaşmaya karşı Ankara yürüyüşü ile 30 Mayıstaki GSS’ ye karşı Ankara’da yapılan eylemler) insanları kandıramayacak kadar ayan beyan ortada olması bu uzlaşma siyasetinin geldiği son noktadır.
Bugün Eğitim Sen (ve KESK) de ki bu sendikal-politik stratejik savrulmanın eylem ve etkinliklere de yansıyan bu olumsuzluğu, hemen her kesim tarafından değişik gerekçelerle kabul edilmekte. Kabul gören bir başka doğru da, sendika- siyaset ilişkilerindeki sendikal aktivistlerin ve dinamiklerin bağlı bulundukları sol siyasi merkezler tarafından aşırı tahakküm altına alınmasıdır. Eğitim Sen son yıllarda bu sol siyasi partiler(!) ve siyasi eğilimler(!) tarafından arka bahçe olarak kullanılmak istendiğinden; sendikanın geleceği ve kadroların konuşlandırılması örgütün demokratik iradeleriyle değil, programsız ve pragmatik, siyasal-sayısal ittifaklarla belirlenir oldu.
Eğitim Sen’de başından beri yönetimi oluşturan ‘kutsal ittifak’ sendikal demokrasinin vazgeçilmezlerinden biri olan ‘tabanın söz ve karar sahibi olması’ ilkesini tanımadı. Tepeden karar alan, mücadelenin demokrasisi yerine parmak demokrasisini benimseyen ve dolayısıyla giderek bürokratikleşen bu tarz, kitlelerin sendikalardan uzaklaşmasına neden oldu. Eğitim Sen’de, sandalye paylaşımının yapıldığı, sendikal politikaların ise çoğunluğu olan sendikal-siyasal grupların gündelik ihtiyaçlarına göre belirlendiği bir durum ortaya çıktı. Bu da, bir dizi iç tartışmanın kendini ürettiği zeminleri yarattı. Yalnızca nicel büyüme ve dolayısıyla ‘daha çok aidat’ı önemsedikleri için, başta üyeler olmak üzere kendi siyasal grup ilişkilerini bile “seçim-seçmen” ilişkisine indirgeyerek, bırakın sendikanın politikleşmesini, kendi gruplarını dahi politikleştiremediler. Bununla üyelerin sendikalarına yabancılaşması, sendikal yönetimler ile taban arasındaki uçurumun gittikçe derinleşmesi gibi kabul edilemez bir sonuç ortaya çıktı. Ancak bu durum yönetimi oluşturan anlayışları zerrece rahatsız etmedi. Zira önemsedikleri tek şey, yönetimlerdeki konumlarının(makamlarının) devam etmesiydi.
Eğitim-Sen Muallim-i Encümenden bu yana TÖS, TÖB-DER EĞİT SEN ve EĞİTİM İŞ mücadele geleneğini de kapsayarak bu ülkenin taşına toprağına yazılmış bir tarihtir. Yapılması gereken, yönetimlerin demokratik iradelerini temel alarak bütün devrimci dinamikleri sorunun sahibi yapan bir irade geliştirmektir. Buna Eğitim-Sen yönetimin önderlik etmesi çok anlamlı ve etkili olurdu. Böyle bir inisiyatif, ülke çapında seferberliğe giriştiğinde tabanın yeniden mücadeleye kazanılacağı, sermayenin saldırıları karşısında yüz binlerin dikileceği kesinlikle bir hayal değildir. Ancak bu günkü yönetimin bunu yapmaya ne niyeti ne de mecali var. Mühürleri kıra kıra, devlete karşı dişe diş mücadele ile kurulan bir sendika ancak bunu başarabilir. İşveren devletin ve onun MEB’inin her engelini, polis barikatlarını boşa çıkaran o militan anlayış hala Eğitim-Sen’in bağrında yatıyor. Bu da kendi bencilliklerimizi bir yana koyan, tüm dinamiklerin iradelerini ortaya çıkaran devrimci bir örgütlenme ve mücadele anlayışını hayata geçirmekte yatıyor.
Önümüzdeki dönemde Eğitim Sen’deki tüm kişi, aktivist, ve devrimci dinamikler, sendikal hareketin neo-liberal politikalarla doğrudan ve cepheden hesaplaşacak bir çizgiye yönelmesini sağlayacak pratikler oluşturmalıdırlar. Bunun için Eğitim Sen’in güçlü bir iç hesaplaşmaya girmesini; sendikaları bürokratikleştirerek birer “STK” haline getiren geleneksel çizgiyle devrimci anlayışlar aralarına bir mesafe koymalıdırlar. Önümüzdeki toplu görüşme süreci toplu sözleşmeye çevrilecek şekilde ele alınmalıdır. Bu konuda tüm emek yanlısı örgütlenmelerle birlikte mücadeleyi ön gören oluşumlara gidilmelidir. Eğitim Sen’de mevcut üyelerin yanı sıra, öncelikle sözleşmelilerin de örgütlendiği ve mücadelede aktif özneler haline getirecek süreci örgütlemeye dönük somut faaliyetlerde bulunulmalılar. Öğrencileri ve yoksul velileri kapsayan bir “parasız eğitim” mücadelesinin yürütülmesi bir zorunluluk olarak algılanmalıdır. Bu doğrultuda alanın diğer muhalif unsurlarıyla ortak örgütlenme ve mücadele zeminleri oluşturulmalıdır. Kasım ayında yapılacak program kurultayı bu doğrultuda ele alınmalıdır. Programda kararlaştırılan konuların uygulaması içinde tüzük kurultayı program kurultayı ile birlikte yapılmalı ve programlaştırılan konular tüzüksel garantiye alınmalıdır.
Değerli Eğitim Sen’liler bu zamana kadar sunduğumuz bütün önerilere kulak tıkayan, hiçbir öneri ve uyarılarımıza aldırmayarak örgütümüzü çökerten bu yönetici klikler, maalesef Eğitim Sen’lilerin sırtlarından atmaları gereken bir kambur haline gelmişlerdir. Çünkü gerekli kararlılık ve hassasiyetin gösterilmemesinin örgütümüze vereceği zararlardan tarihin ve bizim sorumlu tutacağımız, Eğitim Sen genel merkez yönetimlerini oluşturan siyasal grup bile olamayan bu siyasal hiziplerden oluşmuş yönetimlerdir. Eğitim Sen kurulduğundan beri sendikanın başına çöreklenmiş bu kutsal ittifak gelinen noktada kendi stratejik yenilgilerini tescil etmişlerdir. Bu günkü gelinen noktada Eğitim Sen genel merkez yönetimi ekibinin yapacağı en hayırlı iş sendikayı yeniden yapılandıracak bir süreci ön görüp yaşatacak bir meclisi herkesi orantılı olarak temsil edecek bir dağılımla oluşturup görevi bu meclise devrederek istifa etmek olacaktır.
DEVRİMCİ ÖĞRETMEN