– Sözleşmeli Öğretmenlerin Örgütlenmesine Genel Bir Bakış- Bugün ülkemizde egemenler emperyalizmin neoliberal politikalarını uygulayarak, halkın kazanımlarını birer birer ortadan kaldırmaktadır. IMF, DTÖ ve DB gibi emperyalist kurumlar aracılığı ile kamusal hizmetler tasfiye edilmekte; kamusal haklar birer ticari metaya dönüştürülmektedir. Kamu reformu aldatmacasıyla çıkarılan ‘Kamu Reform Yasası’ ile devletin sosyal niteliği ortadan kaldırılarak tüm hizmetlerin paralı […]
– Sözleşmeli Öğretmenlerin Örgütlenmesine Genel Bir Bakış-
Bugün ülkemizde egemenler emperyalizmin neoliberal politikalarını uygulayarak, halkın kazanımlarını birer birer ortadan kaldırmaktadır. IMF, DTÖ ve DB gibi emperyalist kurumlar aracılığı ile kamusal hizmetler tasfiye edilmekte; kamusal haklar birer ticari metaya dönüştürülmektedir. Kamu reformu aldatmacasıyla çıkarılan ‘Kamu Reform Yasası’ ile devletin sosyal niteliği ortadan kaldırılarak tüm hizmetlerin paralı hale getirilmesinin ardından ‘Yerel Yönetimler Yasası’ ve ‘Personel Rejimi Yasası’nın çıkarılmasıyla uluslar arası sermayenin ülke içindeki serbest dolaşımı sağlanarak, emekçilerin açlığa ve yoksulluğa terk edilmesinin son adımları, bu yılın sonuna kadar tamamlanması düşünülmektedir.
Tüm emekçileri esnek ve kuralsız çalıştırma koşullarının yasal zeminlerini oluşturan bundan önceki diğer tüm hükümetler gibi AKP de IMF programının sadık uygulayıcısıdır. AKP hükümeti emekçileri kendi içinde bölerek güvencesizleştirme ve örgütsüzleştirmeyi hedefleyen çeşitli yasal düzenlemeleri hızlandırmakla sermayeye dikensiz gül bahçesi hazırlamaktadır. Eğitimde de yaşama geçirilmeye çalışılan Performans ölçümü, Toplam Kalite Yönetimi ve Öğretmenleri Derecelendirme Yasası, Kısmi Zamanlı Geçici Sözleşmeli öğretmen istihdamı v.b. uygulamalar, Devletin küçültülmesi adı altında yürütülen, aslında sosyal devletin tasfiyesinden başka bir şey değildir. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, haberleşme ve kültür hizmetlerinden, çevre temizliği, kanalizasyon, içme suyu gibi altyapı hizmetlerine kadar tüm kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi anlamına da gelmektedir.
Bunun alt zemini devlet eliyle, ‘kaynak yok’ yalanıyla zaten uzun süredir hazırlanmaktaydı. Eğitim ve sağlık başta olmak üzere kamu hizmetlerinin önemli bir kısmında bütün teamüllerin dışında yasal olmayan biçimde sözleşmeli (güvencesiz) elaman istihdamı iyice hızlanmıştır (Milli eğitimde çeşitli sözleşme biçimleriyle birlikte en son MEB’in yapmış olduğu kısmı sözleşmeli öğretmen alımıyla güvencesiz çalışan öğretmen sayısı 80 bini geçmiştir.
Bugün eğitim, GATS (Hizmet Ticareti Genel Antlaşması) anlaşmasıyla piyasalaştırılmak (özelleştirme) istenen en önemli alanlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. İçinden geçtiğimiz süreçte evrensel bir insan hakkı olan eğitim, özelleştirilip piyasanın acımasız koşullarına terk edilen bir meta haline dönüştürülmek istenmektedir.
Eğitimin piyasalaştırılıp paralı hale getirilmesi ile bu alanda istihdam edilen eğitim emekçileri de, gerek mesleki etik açısından, gerekse de çalışma biçimi yönünden yeniden biçimlendirilmektedir. Sözleşmelilik adıyla (kısmı zamanlı geçici ya da tam zamanlı) eğitim iş kolunda ki bu düzenleme, iş güvencesinin ortadan kaldırıldığı; çalışma zamanlarının esnekleştirilerek kuralsızlaştırıldığı bir ortamı oluşturmanın ön adımlarıdır. Bununla öğretmenlik mesleğinin etik ve toplumsal yönü ortadan kaldırılarak bireyci, dayanışmadan yoksun, rekabetçi bir anlayışa sahip çalışan kitlesi oluşturulmak istenmektedir. Öğretmenin çalışma yaşamı ve süresi performansa dayalı olarak işverenin iki dudağı arasına sıkıştırılmaktadır. Böylece eğitim emekçileri iş akitlerinin tek taraflı ve keyfiyete dayalı olarak işveren tarafından fesih edileceği korkusuyla yaşayan çağdaş köleler haline getirilmişlerdir.
Her türlü örgütlenmenin yasaklandığı bu çalışma ortamında, eğitim emekçisinin hastalanması bile neredeyse yasaklanacak hale sokulmuştur. Bu uygulamaların örneği sayılacak girişimi MEB’in eylül ayında yapmış olduğu sözleşmeli öğretmen (kısmi zamanlı geçici öğreticilik) alımında görmekteyiz. Çalışma yaşamında hiçbir kurala sığmayan bu uygulamayla çalışanın tüm sosyal hakları yok sayılmaktadır. İş güvencesinden tamamıyla yoksun bırakılan bu eğitim emekçilerinin çalıştırılma koşulları hiçbir yasayla tanımlanmamış, hiç bir uluslar arası standartlara uymayan biçimlerdedir. En doğal haklarından bile mahrum bırakılarak çalıştırılan bu öğretmenlerin sağlıkları bile tehlike altındadır.
Sağlık karneleri dahi verilmeyen bu öğretmenler, primlerini ödedikleri halde bu haklardan yararlanmamaktadırlar. Sağlık karnelerini 90 iş gününün tamamlanması durumunda vereceğini taahhüt eden MEB aylık yatırdığı sigorta primi 13 ila 16 güne karşılık gelmektedir. Bu durumda sözleşmeli çalışan bir öğretmenin sağlık güvencesinin olabilmesi için yaklaşık 6 ay çalışması gerekmektedir. Oysa burada çalışan eğitim emekçisinin sağlığı tümüyle risk altında. İnsan hastalanmak için 5-6 ay geçmesini nasıl bekleyebilir, dahası insan beklese de hastalık bekler mi; hele de sınıf gibi toplu mekanlarda bulaşıcı hastalık riskinin her zaman yoğun olduğu bir ortamda.
MEB sözleşmeli çalışan bu öğretmenlere ‘kısmi zamanlı geçici öğretici’ diyerek öğretmenlik yerine “öğreticilik” kavramıyla, yeni bir statü oluşturmuştur. Bu kavramla çalıştırılmak istenen eğitim emekçilerine bakış açısı da kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Bu geçici öğretici kavramı ile öğretmenliğin eğitimci sıfatı ortadan kaldırılmış; sadece bilgi yükleyen bir nitelikle sınırlandırmıştır. Oysa eğitim-öğretim, özellikle ilk ve orta öğretimde birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Burada eğitim ile öğretim arasındaki bağ koparılarak bütünlük bozulmuş, eğitimin gerekliliği ve önemi yok sayılmıştır.
MEB, sözleşmeli çalıştırdığı eğitim emekçilerine sözleşme süresini 10 ay olarak belirtmiştir. Bununla eğitim emekçileri yıl içindeki çalışma süresi haricinde geriye kalan 2 ayda, ücretsiz ve sosyal güvencesiz yaşamaya terk edilmektedir. Yine bu maddeye göre geçici sözleşmeli öğretmenin çalışma süresinin bir öğretim yılı ile sınırlandırılması, özellikle ilköğretimde sınıf öğretmenlerinin öğrenci üzerindeki etkisi düşünüldüğünde her yıl öğretmenin değişmesi anlamına gelir ki, bu da pedagojik açıdan çocuk üzerinde olumsuz bir etki yaratmaktadır. Gelecek yıl öğretmeninin değişeceğini düşünen öğrenci, geçici gözüyle bakacağı için hem kendi motivasyonunu düşürmekte, hem de öğretmenine verdiği değeri azaltmaktadır.
Bu uygulamada eğitim emekçileri girdikleri ders saatine göre ücretlendirileceğinden, oldukça düşük miktarlarla neredeyse boğaz tokluğuna bile çalışılamayacak bir uygulamaya tabi olmuşlar. Bu nedenledir ki, Eylülden bu yana bu çerçevede göreve başlatılan 20 bin öğretmenin dörtte birinden fazlasının(5000’i aşkın) ya göreve başlamadan ya da göreve başladıktan sonra istifa ettiği gerçeğini, basında çıkan haberlerden öğreniyoruz. Bunu yanı sıra MEB’in internet sitesindeki devreleri belirtilerek alınan sözleşmeli öğretmenlerin adlarının yayınlandığı listelerden de bu uygulamanın yaygın hale getirilmeye çalışıldığını anlıyoruz.
Sözleşmeli çalıştırılan öğretmen arkadaşlarımızın anlatımından (esasen de MEB’in konuyla ilgili Eylül ayında yayınlamış olduğu genelgede de bu durum belliydi) çalıştıkları okullarda dersini tamamlayamayanların başka okullara giderek bunu tamamlamaya çalıştıklarını öğreniyoruz. Burada tam bir kölelik ön görülmektedir. Yeni iş yasasındaki ödünç işçilik nitelemesine uydurulan bu bakış açısında, iş saatini doldurması için elde çanta, bir okuldan diğerine koşturan öğretmen; bir efendiden diğerine koşturan köle olmaktadır.
Bir taraftan 657 sayılı devlet memurlarının disiplin yönetmeliğine tabi olacaksın, ancak iş güvencen olmayacak; bir yandan yeni iş yasasındaki ödünç işçi uygulamasına göre niteleneceksin, ama sendikalaşma vb. örgütlemelere giremeyeceksin. Ne işçisin ne memur, tam bir kimlik karmaşası ve paçavralaştırılmış, onuru kırılmış öğretmen kimliği!
Ülkemizde işsizlik, yapısal bir sorun olarak durmaktadır. Yurttaşlarının işsizliğinden yararlanarak onları güvencesiz, düşük ücretli, kölelik koşullarında çalıştıran bu zihniyet, anayasada yer alan sosyal devlet ilkesiyle bir tezat oluşturmaktadır. Devletin, yasasını da çıkarmadan salt bakanlar kurulu kararı ile yapmış olduğu bu uygulama, uluslar arası çalışma standartlarına, ülkemizin imza atmış olduğu uluslar arası sözleşmelere aykırıdır. Dolayısıyla bu durum altına imza atılan uluslar arası antlaşmalarının anayasa hükmü niteliği taşıdığını belirten ve emredici bir hüküm olan anayasanın 90. maddesine de aykırı olup aynı zamanda devlet memurları kanunuyla da çelişmektedir. Neresinden bakılsa bir hukuksuzluk taşan bu uygulama zaten bir düğüm haline gelmiş eğitim sorunlarını daha da karmaşıklaştırmaktadır.
Yeni Durumda Sözleşmeli Öğretmenlerin Örgütlenmesi İçin Yapılması Gerekenler
Bütün bunlara rağmen işsizlik gibi kronik bir sorunla boğuştuğu için MEB’nın kısmi zamanlı geçici öğreticiliğine başvurmak ve çalışmak zorunda kalan eğitim emekçilerinin sayısı bir hayli yoğun. Öyle ki MEB’in web sitesinde 7. devre alınan sözleşmeli öğretmen listesi durumun hangi boyutta olduğunun bir göstergesidir. Bu bağlamda sorunu basitçe, ‘başvurup vurmama’ ikileminden daha ileri bir boyuttadır. Yakın gelecekte eğitim emekçilerinin tamamı ile diğer tüm kamu çalışanlarını böylesi bir çalışma ortamı beklemektedir.
MEB’nın ‘kısmi zamanlı geçici öğreticilik’ adı altında başlattığı sözleşmeli öğretmenlik uygulamasına başvuran arkadaşların karşılaşacağı sorunlara, bu uygulamaya tabi tutulmayan kadrolu öğretmenlerin de duyarlılık göstermesi ve sahiplenmesi, bugün her zamankinden daha fazla gerekli ve anlamlı bir sorumluluktur. İş güvencesinin olmadığı, işverenin keyfiyetinin egemen olduğu bu çalışma biçiminde koşulların ağır olacağını kestirmek için dahi olmaya gerek yok. Gelecekte başta kadrolu öğretmenler olmak üzere tüm kamu emekçileri aynı çalışma koşullarına tabi olacağından, bu sorunu, kadrolu öğretmenlerin de sorunu haline getirmek gerekir.
Geçici sözleşmeli öğretmenlerin sorununun öncelikle kadrolu öğretmenlerin vicdanı ve bilincine çıkararak çözümlenmesi gereken acil sorun haline getirilmesi bir zorunluluktur. Zira geçici sözleşmeliliğe başladıktan, ya da başlamadan istifa eden eğitim emekçilerinin bunca ağır koşulları kabul ettikten sonra süreci yaşayarak istifa etmeleri, uygulamanın ne kadar güçlükler taşıdığı, çalışma koşullarının ne kadar ağır olduğu konusunda fazlasıyla veri sunmaktadır. Aynı şekilde her ne olursa olsun çalışmak çaresizliği içinde olan eğitim emekçilerinin durumu ise, ülkede işsizliğin ne boyutta olduğunu, bunun da kölelik koşullarının hayata geçirilmesinde nasıl kullanıldığını tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir.
Bütün olup bitenler salt çalışma yaşamının kendisini değil, bu alandaki muhalif örgütlenmelerin ve mücadelelerin de değişmesini beraberinde getirmektedir. Yeni dönemin örgütlenmeleri bu gerçeklikleri göz önünde bulundurmak zorundadır. Ancak bu örgütlenmelerde mücadele ve örgütlülük bilinci ve bunun öncü girişimlerinde memur statüsündeki öğretmenlerin (siz bunun kadrolu öğretmenler diye okuyun) rolü büyük olacaktır. Bu konuda başta örgütlü olan kadrolu öğretmenler ve bunların sendikaları, sürecin örgütlendirilmesinde, hem yeni dönemi hem de kendini yeniden örgütleme biçiminde yaklaşımlar sunmak durumundadırlar.
Geçici sözleşmeli öğretmenlerin somut taleplerini belirleyerek bunların etrafında örgütlenmek gerekmektedir. Bu somut talepler, bugün için öncelikle iş güvencesi, kadrolu olma ve diğer sosyal hakların kazanılıp geliştirilmesi etrafında oluşturulacak birlikteliklerin örgütlü bir güce dönüştürülmesiyle kazanım haline getirilebilir. Buradan hareketle kadrolu öğretmenlerin de içinde olduğu örgütlenmelerde sözleşmeli eğitim emekçilerin basitçe üye yazıldığı değil, örgütün tüm kademelerinde etkin olduğu yeni bir örgütlenme ve mücadele anlayışı doğrultusunda bir sendikal hareket için başlangıç noktası oluşturulabilir.
Bundan hareketle geçici sözleşmeli eğitim emekçilerinin yaşadıkları sorunların yegane çözümü, somut taleplerini tespit ederek, bunun etrafında, öncelikle “memur statüsündeki” öğretmenlerin de (kadrolu öğretmenler) içinde olduğu örgütlenmelerden geçmektedir. Eğitimin şirketleştirilecek bir noktaya geldiği içinden geçtiğimiz dönemde, bu gidiş karşısında durabilmek için, bu alandaki siyasal muhalif yapıların ve sendikal örgütlenmenin tümüyle yeniden inşa edilmesinin gerekliliği ortadadır.
Mevcut sendikal örgütlenmeler, devlet okullarında çalışan (özel öğretim kurumlarında da) sözleşmeli eğitim emekçilerini örgütleyerek, onların da her türlü ekonomik ve mesleki koşullarını (iş güvenliği ve diğer özlük hakları da dahil olmak üzere) öncelikle devlet okullarındaki eğitim emekçilerinin statüsüne (iş güvenliği vb.) getirmeyi, daha sonra da tüm eğitim emekçileriyle birlikte haklarını koruyup geliştirerek, toplumsal muhalefetle bütünleştirerek, onun önemli bir dinamiği yapmayı hedeflemelidir. Bunun adı, toplumsal hareket sendikacılığıdır. Bunun için mevcut emek örgütlerinin, bir bütün olarak yeniden yapılanmaya ihtiyacı vardır. Zira sayıları her geçen gün artan, önümüzdeki Kamu Reformu yasası gibi düzenlemelerin ardından çıkarılması planlanan ‘Personel Rejimi Yasası’ ile sayıları çığ gibi büyüyerek asıl çoğunluğu oluşturacak olan, haklardan yoksun bu sözleşmeli kitlesidir. İşte bu nedenle toplumsal hareket sendikacılığı formunda bir yenilenmeye acil ihtiyaç vardır.
Yeni bir sendikal hareketin yaratılması, ancak bir toplumsal muhalefet bilinciyle, sınıfın bütün bileşenlerini kapsayacak bir örgütlenme ve mücadele perspektifiyle mümkündür. Böyle bir sendikal yapılanma için, kurumsallaşmış ve resmileşmiş mücadele alan ve araçlarını aşan; emekçilerin aktif bir politik özne haline gelmesinin asgari koşullarını yaygınlaştıran bir yaklaşımın benimsenmesi öncelikli önem taşımaktadır.
Bu gün eğitim alanında (özel öğretim kurumları da dahil) sözleşmeli çalışan bütün eğitim emekçilerinin, fahri ya da onur üyeliği yöntemi ile fiili olarak örgütlendirilerek söz ve oy hakkı ile birlikte mücadeleye katılımı sağlanmalıdır. Yönetimler oluşturulurken (şube ve genel merkez düzeyinde) sözleşmeli çalışan eğitim emekçileri de fiili olarak görevlendirilmelidir. Sorunlarının kaynağının sistemle bağını kurarak (kurdurarak) ve çözümüne ilişkin politikalar üreterek, sürecin asli unsurları haline getirilmelidir.
Yukarda anlattığımız doğrultuda eğitimciler hareketi yeniden inşa edilirken, öncelikle kendi alanındaki eğitim emekçilerinin tümünü(kadrolu-sözleşmeli ayırımı yapmaksızın) örgütlemeyi hedeflemeli, alanının diğer unsurları olan öğrencileri ve öğrenci velilerini de (özellikle yoksul bölgelerde) örgütlemeyi birincil görev haline getirmelidir. Ayrıca işyeri ve işkolu ayırımı gözetmeksizin en genelde ama özellikle yok
sul alanlarda mahalle ve bölgesel örgütlenme vb. yaratarak mücadele süreçlerine katmalıdır. Toplumsal Hareket Sendikacılığının bu tarz örgütlenmesi ise, fiili bir mücadele anlayışıyla, sınıfın bütün bileşenleri ile ortak örgütlenme-ortak mücadele hattını örmeyi gerekli kılmaktadır.
www.egitimguncel.org