Katalizör: özelleştirme Anarşizm+Sendikalizm ==============>> Libo-Dinamik-Sen Sendika.org’da yayınlanan 3 yazımla sendikalarda iç örgütlenme ve sendikal örgütlenme konularına giriş yaptım. Her üç yazımda da tüm ilgililere bazı eleştiriler ve öneriler sundum. Bugüne kadar birkaç “eline, aklına sağlık, çok iyi yazmışsın!” notundan başka hiçbir tepki ve yanıt almadım. Bekliyorum. Genel Eğilimlerimiz Bir yerlerde birşeyler beklediğimiz gibi gelişmiyorsa, hemen […]
Sendika.org’da yayınlanan 3 yazımla sendikalarda iç örgütlenme ve sendikal örgütlenme konularına giriş yaptım. Her üç yazımda da tüm ilgililere bazı eleştiriler ve öneriler sundum. Bugüne kadar birkaç “eline, aklına sağlık, çok iyi yazmışsın!” notundan başka hiçbir tepki ve yanıt almadım. Bekliyorum.
Genel Eğilimlerimiz
Bir yerlerde birşeyler beklediğimiz gibi gelişmiyorsa, hemen kendi dışımızdaki “objektif şartlar”ın henüz olgunlaşmadığından ya da “artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı”ndan dem vurarak suçlanmaktan kurtulmaya çalışırız. Bunu çoğu kez bütün samimiyetimizle yaparız. Biz de inanırız söylediklerimize.
1- İnsanları 20. yüzyılın başından beri en çok uğraştıran oportunizm çeşitlerinin ilki; “henüz vakti gelmedi”, “şartlar olgunlaşmadı” yaygarasıyla ortalığı kaplayan, geriye kaçık, reformist pasifizmdi. Ağırlıklı olarak çağdaş kapitalizmin doğurduğu küçük-burjuva tabakalarından gelme aristokrat işçi, bürokrat ve tekel dışı orta burjuva sınıfsal eğilimlerinin beslediği bu akım kimi zaman Almanya’da Kautsky’nin başını çektiği 2. Enternasyonalizm içinde, kimi zaman da Rusya’da menşevizm içinde ortaya çıkmış, Lenin usta ve bolşevikler tarafından tecrit edilip o an için yenilmiş ve sakıncasızlaştırılmışlardı. Daha sonra ülkemizde de çeşitli biçimlerde, aynı sosyal sınıf ve tabakalara dayanarak boy veren bu eğilim Kadroculuk, Yön, (Proleter Devrimci Aydınlık:AK) PDA ve TİP içinde kendisini göstermiş, sendika(cı)larımızı da etkilemiştir.
2- İlk bakışta bunun tersiymiş izlenimini veren bir başka eğilim de “çok geç kaldık”, “şartlar değişti – değişiyor”, “ya şimdi kendimizi yenileyip vurup çıkarız, ya da biteriz!” “her türlü gücü, iktidarı ve bürokratik yapıyı parçalayıp yıkma zamanı!” yaygarasıyla ileriye kaçık, anarşist işgüzarlık. Daha çok kapitalizm öncesinden kalma küçük-burjuva tabakalarının, üretim ile dolaysız ilişki içinde olmayan, öğrenci, işsiz kesimlerin ve memur, küçük esnaf sınıfsal eğilimlerinin beslediği bu akım tarihte Nihilizm, Narodnizm, “sosyalist revulusyoner” anarşizm şeklinde ortaya çıkmış, dönemin devrimcileri (Lenin usta ve Bolşevikler) tarafından zararsızlaştırılmışlardır. Bu eğilimlerin ülkemizdeki temsilcileri de işçi sınıfı ve halktan kopuk kurtarıcılığa kalkan gene bir kısım kadrocu ve yön’cülerle (Sosyalist Devrimci Aydınlık:AL) SDA, 1970 sonrası irili ufaklı türeyen, “halkın” ön adlı grupların içinde, yüzyıl başındaki orijinallerinin kötü bir taklidi olarak boy vermiştir. Daha çok aydın ve öğrenci kesimleri içinde yaygınlaşan bu eğilimlere son yıllarda; “kapitalizm artık eski kapitalizm değil, işçi sınıfının yapısı değişti, emek-sermaye çelişkisi nitelik değiştirdi, işçi sınıfının artık kaybedecek birçok şeyi var, kollektif aksiyon tarihe karıştı, küresel direniş, sivil toplum inisiyatifi, taban inisiyatifi, özgürlükçü ya da demokratik sosyalizm, sivil iteatsizlik…” yaygaraları ile herkesin gözüne projektör tutan eğilimler de eklenebilir.
Tarihten Bugüne
Şimdi, bakalım; önce, “zamanı gelmedi” buyruğuyla; kapıyı çalan devrimi yok saymaya, gözden kaçırtmaya, üzerini örtmeye çalışma eğilimleri karşı-devrimin değirmenine su taşıdı. Ancak özellikle 1920’li yıllardan sonra sosyalizmin bir tercih değil yaşamsal zaruret olduğu, Asya, Uzakdoğu, Doğuavrupa ve Küba’da somut, pratikte yaşanan örneklerle, en duymayan kulaklar tarafından duyulup en görmeyen gözler tarafından görülünce oportunist eğilimler de kılık değiştirdi.
Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, bir kısım eğilimler, menşeviklerin ve Kautsky’nin ne kadar haklı olduğuna iman ettiler. Ancak bunun, kendi küçük-burjuva dünyalarına hiçbir pratik faydası olamayacağını görerek, (müslümanın geçmişte kaybettiği cenneti -onların Çarlığı, Osmanlılığı- gelecekte aradığı gibi) mevcut sosyalist uygulamaların karşı devrimle tekrar kapitalizme evrildiğini göstererek, bu kez “zamanı geçti” buyruğunu bayraklaştırmaya çalışıyorlar. Neyin zamanı geçti? Marx’ın! Lenin’in! Sosyal Demokrasinin. Tüm turuncu devrimler ve yukarda değindiğim eğilimlerin öz cümlesi budur: “Artık her şey değişti, zaman değişti, siz hâlâ orada mı kaldınız? Yazık!”
EVET YAZIK. Özellikle Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Dünya’da yaşananlar, insanlık için sosyalizmin bir tercih ya da alternatif değil zorunlu bir ihtiyaç ve yaşamsal bir zaruret olduğunu, tıpkı 20. Yüzyıl’ın başında olduğu gibi yeniden belgeliyor.
Zaaflar ve hastalıklar dönemsel ya da eski-yeni profil özelliklerinden kaynaklanmıyor; geçmiş toplumdan kalma ya da kapitalizmin ara sınıf ve tabakalarının eğilimlerinden kaynaklanıyor.
Hemen güncel sendikal tartışmalardan hareket edelim: Bizler, DİSK dahil sendika yönetimlerimizi, oportunist eğilimlerin öldürücü, telafi edilemez sakıncalarından ne zaman koruyabildik ki? Kapitalist sistem içindeki sendikacılığın doğasında olan, öldürücü olmayan, telafi edilebilir sakıncalardan bahsetmiyorum. Burjuva sistem içindeki sendikacılığa bile sığdırılamayacak yanlış, eksik ve hatalardan, hastalıklı yapılardan, hiçbir ahlak ve sistem anlayışı ile izah edilemez “orijinallikler”imizden bahsediyorum. Sendika yöneticilerimizin işlediği basit, adi suçlara hiç değinmeyeceğim. Sendikaları bir devrim aracı olarak görüp siyasi partilerin yerine ya da içine koymadık mı? Ya da tersine, onları ülke ve dünya gerçeklerinden, politikadan soyutlayıp sarartarak işverenin/devletin oyuncağı yapmadık mı? Böylece hem işçi sınıfı içinde hem de halk içinde gözden düşmelerine neden olmadık mı? İşverene bile parmak ısırtacak delege, tüzük, toplusözleşme oyunları ile, muhalafet delegelerini işten attırmaya varan kulis ve ispiyon mekanizmaları kurmadık mı? “Devrimci” veya “siyasi” grupların prototiplerini sendikalarda “grup” adı altında oluşturarak her türlü güvensizliği, ilkesizliği ve anormalliği normalleştirmedik mi? Hiç de sendikal çalışmanın bir gereksinimi olmadığı halde, personel alımlarında ve çalıştırılmasında, “örgütlenme”, üye kaydı ve eğitiminde bürokrasi, “yandaş”lık, grupçuluk bataklığına gömülmedik mi? Örnekler çoğaltılabilir. Değil sadece 12 Mart, 12 Eylül gibi mevcut “demokrasi” kurallarının bile askıya alındığı dönemlerde, “normal” dönemlerde bile aydınların yanında sendikacıların da tutuklanmalarına, işkence görmelerine hatta ortadan kaldırılmalarına karşı halkımızı ve işçi sınıfımızı asgari yeterlilikte de olsa bir direniş ve protesto içinde bulabildik mi? Halkımızın ve işçi sınıfımızın bu “duyarsızlığı” sadece kendisinin “vurdumduymazlığı” ile açıklanabilir mi? Biz halk ve işçi sınıfı içinde, onunla birlikte, onun tarafından ve gerçekten onun için örgütlenebildik, onunla et ile tırnak olabildik mi? Yoksa hep bir “öğretmen”, bir bilen, ulu ve ulaşılmaz otorite, yüce lider pozlarda kalmaktan ya da müslüman mahallesinde salyangoz satmaya kalkmaktan kurtulamadık mı? İğneyi kendimize batırmamızın zamanı gelmedi mi hâlâ?
Anarko-Sendikalizm Yerine Sendikalarda “Özelleştirme” mi? Koşaradım Libo-Sendikalizme
Hepimiz içindeyiz. “Eski sendikal anlayışlar” denilen ve geçerliliğini artık yitirdiği iddia edilen bu yapılar ne zaman onaylanıp geçerli sayılmıştı ki? Her zaman bu ve benzeri yap