Sömürünün derinleştiği ve tüm dünyanın “artı değer sistemine” yer yer “incelikli” yer yer “eski usulde” entegrasyonunun yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Sömürgecilik yalnızca “dışardan” ve “zor kullanarak” değil, gerektiğinde “inceden inceye” ve “akıllı” artık. Egemenler artı değer sömürüsünü yaygınlaştırmak ve dünyanın her yerine sermayenin ideolojisini “yerleştirmek “için coğrafyalardan başlayarak, halklara ve tek tek kişilere “saldırmaktadır”. Bu […]
Sömürünün derinleştiği ve tüm dünyanın “artı değer sistemine” yer yer “incelikli” yer yer “eski usulde” entegrasyonunun yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Sömürgecilik yalnızca “dışardan” ve “zor kullanarak” değil, gerektiğinde “inceden inceye” ve “akıllı” artık. Egemenler artı değer sömürüsünü yaygınlaştırmak ve dünyanın her yerine sermayenin ideolojisini “yerleştirmek “için coğrafyalardan başlayarak, halklara ve tek tek kişilere “saldırmaktadır”. Bu saldırının şimdi Ortadoğu’da olduğu gibi cebren ve Türkiye’de olduğu gibi hile ile yaşandığı herkes tarafından bilinmektedir.
Bir yandan kapitalizmin ilkel birikim dönemlerinde yaşandığı gibi vahşi bir yeniden proleterleştirme diğer yandan bu vahşetin sonucu olarak ortaya çıkacağı artık egemenler tarafından da “adları gibi” bilinen isyan potansiyelinin “sibobu” olacak çeşitli yapılanmalar oluşturulması, bu incelikli sömürü sisteminin görüntülerinden birisidir. Dünyadaki sosyalizm deneyimleri sonucu ortaya çıkan, bir bakıma egemenlerin “sus payı” sosyal haklar tırpanlanırken, sömürü sistemi “temiz yüzlü” bir muhalefet yaratarak vahşi kapitalizmin çeşitli söylemlerle “ehlileştirildiği” bir dünya sistemi yaratmaya çalışmaktadır.
Yaşanan bu süreçte, emperyalizm, sermayenin girdiği her yeri ve her ilişki biçimini sermayenin “arka bahçesi” haline getirirken, Türkiye’de sömürünün bu derin ve çok yönlü biçimini ve muhalefeti tartışmak gerekmektedir. Sol, sermayeye doğru direksiyonu kırmışken, tartışmayı ABcilik, anti IMFcilik veya Amerika karşıtlığı üzerinden yürütmek, sermayenin incelikli yöntemlerinin yanında “kaba” ve eksik kalmaktadır. Sistem denilen ahtapot, kendi alternatiflerini içinde yaratarak, emekten yana muhalefeti kendi istediği gibi şekillendirerek sarmaktadır. Neo-liberal dünyanın vahşileşen ulus devletlerini, “insan haklarına saygılı”, “yoksulluğa karşı”, “demokratik” bir hale getirerek “adam etmiş” sivil toplum kuruluşları, gerek söylemleri gerekse iç ve dış finansörleri sayesinde yürüttükleri projelerle sistemin “iç alternatifi” olarak sömürü düzeninin yumuşak yüzünü oluşturmaktadırlar.
Yeni dönem sömürü ilişkileri çerçevesinde, STKcılığı, projeciliği ve solun bu dalga karşısında konumlanışını tartışmak, yaratılacak düzen dışı ve düzen karşıtı bir muhalefetin tüm olanakları, etkileri ve biçimleriyle yeniden tanımlanması anlamına gelmektedir.
emperyalist yeniden yapılanma ve STK’lar
Kapitalizmin ilkel birikim döneminde emekçi yığınlarını kanlı ve zora dayalı yöntemlerle mülksüzleştirmesine benzer biçimde bugün “yeniden birikim” süreci olarak adlandıracağımız bir süreç yaşanmaktadır. Bu kez merkezi devletten kaynaklanan baskı ve şiddet incelmiş ve uluslararasılaşmıştır.
Sermayenin dolaşımı gittiği her coğrafyayı sömürgeleştirmektedir. Bugün yeni sömürgecilik yöntemlerinin yanında, demokrasi çığlıkları ardından klasik sömürgeciliğin açık işgal yöntemleri de uygulanmakta, bu şekilde zapturapt altına alınan halklar, proleterleştirme ve mülksüzleştirme sürecinin parçası yapılmaktadır. Dünya çapında, ulusal kurtuluş mücadeleleri sonucu terk edilen ve daha zekice yöntemleri keşfedilen ve uygulanan klasik sömürgeciliğin açık işgali, basit bir zor kullanmanın ötesinde, emekçi halkları emperyalist sisteme katmak için her yolun kullanılabileceğinin bir göstergesidir. Sermaye tüm toplumsal ilişkileri “sömürmek” saikiyle, paranın iktidarına dayalı bir sistem kurmakta ve her toprak parçasını, her insanı bu sistem içine “bir şekilde” sokmaktadır. Dünyanın tüm toprakları işgaller, sosyal politikalar hatta bilimsel araştırmalar ile bu sömürü sistemine katılırken, üreten ya da tüketen her insan çeşitli yönlerden bu sistemin bir parçası olmaktadır.
Artı değer sömürüsüne tüm ilişki biçimleriyle entegrasyon için “uygun” toplumsal koşullar yaratılması amacıyla kendisi de bir “proje” olan sivil toplum kuruluşları(STK), sistemin derinleşmesine hizmet eden unsurlardan biridir. Dünyada neo-liberal politikalar doğrultusunda yeniden yapılandırılan ulus devletler karşısında pek çok işlev yüklenmiş olan STK’lar sömürü sistemine eklemlenmenin yürütücüsü olmaktadırlar.
Krizi doğasında taşıyan sermaye, girdiği coğrafyalarda belirli istikrar koşullarının oluşmasını, açık, şeffaf ve “yollu” bir idarenin güvenceye alınmasını ve bu şekilde dünya çapında piyasa demokrasisini hedeflemektedir. Bunun için STK’lar yoluyla, oligarşik devleti törpüleyerek, sermaye akışı için uygun zemin hazırlamaktadır. 90’larda pek moda olan insan hakları, demokrasi kavramlarının sermaye tarafından kullanımı yine aynı amaca hizmet etmiştir. Bu söylemlerin sonucu olarak sömürü ilişkileri biraz daha derinleşmiş ve yaygınlaşmıştır. Artık “rasyonelleşen” sermayenin önündeki engelleri aşmak ve yolunu çizmek için kendi bağrından kopartarak dünya halklarının önüne koyduğu illüzyonlardan biridir STK’lar.
Satış düzeninin nesnesi haline getirilen insan, düşünme biçiminden yaşam tarzına sömürü ilişkileri içinde biçimlenmekte ve tek başına bile burjuva ideolojisinin sürdürücüsü olmaktadır. Kişi her yönüyle sistemin içinde olmasının yanında sistemi meşrulaştıran en önemli unsurdur da. Tam da bu noktada “bireyin devlet karşısındaki özerkliğine” sahip olmasını amaçlayan STK’lar, devletin çıplak egemenlik alanı dışında kalan yetkilerini üstlenmeleriyle “insancıl kapitalizm” yanılsamasını yaratarak sistemin sürekliliğini sağlamaktadır.
STK’lar, belirli mekan ve zamanda bir ihtiyacı veya ihtiyaçlar demetini karşılamayı amaç edinen, böylelikle kamunun yönetimine “katılan” kuruluşlardır. STK’ların amacı, kendi deyimleriyle “çoğulculuk, bağımsızlık, dayanışma, toplumsal bilinçlenme, katılım, eğitim, sorumluluk ve yetki devri unsurlarının gelişmesi”dir. “Kendi çıkarlarını savunmak” ve “devletin hegemonik alanı karşısında yeni özgürlük alanlarını ele geçirmek için mücadele eden” STK’lar, sermayenin bir “projesi” olması hasebiyle, hiçbir zaman gerçek bir özgürleşme mücadelesinin öznesi olamazlar. Sömürü ilişkilerinde “devlet eleştirisi” söylemlerle “devlet karşısında” bağımsız bir güç olarak görünseler de, devletin temsil ettiği ilişkiler sistemine ve sermayeye göbekten bağlıdırlar. Diğer yandan STK’lar, sermayenin bu yeniden birikim sürecinde, devletin sermaye tarafından doğrudan denetimini sağlamaktadırlar.
Ulus devleti yeniden yapılandıran, toplumsal ilişkileri yeniden düzenleyen sermayenin bu yeni “yönetme stratejisi” sonucu, para ilişkilerinin tüm biçimlerinin etkin olduğu iktidar alanlarına STK’lar da dahil olmakta, böylece devlet karşısında özerkleşmeye çalışan “bir avuç birey” bu iktidar alanlarının varlığını sürdürmekte ve onları meşrulaştırmaktadır. İktidarın meşrulaştırılması, toplumsal bilince iyice yerleşen para sisteminin meşrulaşmasından başka bir şey değildir.
STKcılık, projecilik ve yeni dönem muhalefeti
Kırıp döken, bölgeselleşen, vahşileşen ya da modernize olan ama her koşulda sömürgeci sermayenin dünya üzerindeki sistemini meşrulaştıracak ve bu sistemin devamlılığını sağlayacak araçlardan biri olan STK’lar Türkiye’nin son 10 yılına belirgin bir şekilde damgasını vurmuşlardır.
Türkiye muhalefetinde “demokratik kitle örgütü” söyleminden “sivil toplum kuruluşu” söylemine geçiş ise henüz o kadar eksi değil. Kavramların bu değişimi basit sözcük değişiklikleriyle açıklanamaz. Kavramların değişimi düşünme bi
çiminin değişimidir. Egemenlerin kavramları da pazar ilişkileri gibi ideolojik bir hegemonyanın nedeni ve sonucudur. Kavramları kullanma biçimimiz ve hangi kavramları kullandığımız, sömürü sistemi ile kurduğumuz ilişkinin niteliğinin bir göstergesidir. Muhalefette STK kavramsallaştırmasının kullanımı sadece “yaygın/anlaşılabilir olanı kullanma” hali değildir, aynı zamanda muhalefetin bilinç kaymasının da sonuçlarından biridir. Demokrasi, insan hakları, eşitlik ihracının ya da gerçekte bir toplumsal devrimin taleplerinin sermaye birliklerinden, uluslar arası kuruluşlardan geleceği beklentisinin bir sonucu da STKcılıktır. Bireyi öne çıkaran, yurttaşlık/demokrasi söylemleri ve iktidara ortak olma/iktidarı paylaşma niyetleriyle STKcılar, sol muhalefet içinde esen liberal rüzgarları da arkalarına alarak, “yeni dönem muhalefeti” örgütlemektedirler.
Kamusal bir “derdi” olan ve bunun için gerekli kaynağın tamamından yoksun olan STK’lar, dertlerini projelendirip, kendilerini fonlayan, bağış yapan, hibeleyen bir finansörün kanatları altında projeler yapmaktadırlar. Proje, STK’nın “vizyonu doğrultusunda”, “sosyal değişimi amaçlayan”, “toplulukların gelişiminde rol oynayan” ve sivil toplumun gelişmesini sağlayan bir araç olarak tanımlanmaktadır (STK’lar ve Projeciliğe “içerden” bir tartışma için; 13-14 Aralık 2002 tarihlerinde yapılan “PROJELER, PROJECİLİK VE SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI SEMPOZYUMU”nun Heinrich Böll Vakfının desteğiyle Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı tarafından yayınlanan notları “değerli” tespitler içermektedir).
Türkiye’de STK’lar eliyle yürütülen projeler, 90’ların başında, hibeler yoluyla “cesaretlendirici” nitelikte olmuş, daha çok insan hakları ve demokratikleşme alanında eğitim, sempozyum, yayın ve araştırma ile sınırlı olan projeler, zamanla daha “işlevsel” nitelikteki projeleri de kapsayacak şekilde gelişmiştir. Türkiye topraklarının emperyalist sistemle bütünleşme sürecinde köşe taşlarından olan projeler, “ince işleri” devlet idaresine bıraktıktan sonra, toplumsal ilişkilerin dönüştürülmesi ve entegrasyon için gereklidir ve yıllardır desteklenmektedir. Türkiye devleti ve STK’lar uzun zamandır, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği’nin çeşitli programları, Dünya Bankası, vakıflar ve daha pek çok uluslararası kuruluştan fonlanmaktadır. Yürütülen projeler ise bireylerin “düşlerini gerçekleştirmek”ten çok sistemin gediklerini mumlamak ve olası “tehlikeleri” engellemek için kullanılmaktadır. Çünkü sermaye düzeninin yarattığı yoksul insan tehlikelidir; rehabilite olması, “kendi kendine yetmesi”, meslek edinmesi ve daha çok ve nitelikli çalışması, küreselleşmeye ayak uydurması, “sokaklardan toplanması” gerekmektedir.
Sivil toplumu, bireysel özgürlüğün ve sözleşmeyle bağlanmış ilişkilerin kalesi olarak gören liberalizmin kuruluşları da merkezi otorite ve vatandaş arasında “arabuluculuk” yapar, başka araçlarla “sesini yeterince duyuramayanların” sesi olarak hareket eder. Bu STK’ların, emperyalist birliklerden, spekülatör vakıflarından, uluslar arası kuruluşlardan beslenerek ürettikleri projeler de (her tür) yokluktan bunalan kitleler içinde “iyileşme” olarak görünür. Oysa iyileşen sadece sistemdir.
Avrupa Konseyi’nin “STK’lar ve Türkiye” raporunda belirttiği gibi, sivil toplum, yönetimde yeni açılımların, işbirliklerinin, sorumluluk paylaşımının, şeffaflığın; toplumda ise “uzlaşmanın motoru” olmaya adaydır. Projeler STK’ların etkinlik alanını genişleterek, daha çok kişinin ama hep “bir avuç” bireyin “yönetime katılmasını” sağlar. Bu da kimlerin, hangi koşullarda seslerini duyuracaklarının sistem tarafından belirlenmesi anlamına gelmektedir. Bir noktadan sonra STK’lar “kendileri için demokratik kitleciklere” dönüşürler.
projecilik ve sol
Sol muhalefetin sistemle kurduğu ilişkinin bir biçimi de projeciliktir. STK’laşma dalgasının yanında, toplumsal dertlerine kaynak bulamayan muhalefet, soluğu finansörlerin kapısında almaktadır. Avrupa Konseyi’nden, Soros Vakfı’ndan vs. fonlanan bu projeler, toplumsal dertlerin, muhalefet söylemlerinin ve biçimlerinin düzen içine çekilmesi ile sonuçlanmaktadır. Hiç kimse aş yediği tabağı pisletmemekte, bir süre sonra da bu finansman/fonlama ilişkisi bağımlı bir ilişki halini almaktadır. İster projeler ister başka araçlarla olsun, emperyalist sistemle kurulan her düzen içi ilişki veya para ilişkisi, muhalefeti de para sistemi değerleri çerçevesinde yeniden şekillendirmekte ve mutasyona uğratmaktadır. Bu yeni muhalefet biçimi, söylemleri ve sınırlarıyla sisteme göbekten bağlıdır ve onun sürdürücüsü olmaktadır.
Dünya devrimlerini en az özneleri kadar iyi bilen egemenler, yeni bir dünya sistemi yaratırken en ufak bir boşluğa bile tahammül edemediler. Sistemin doğal gediklerini tıkayacak bir araç da muhalefettir. Umut yokluğunun emekçi halkların fikrine saplanması bu kapitalist dayatmanın karşısında devrimin önünü açar. Devrimi engellemenin yolu olarak egemenlerin sola, muhalefete ve umuda ihtiyaçları vardır. Bir şeylerin güzel gittiği fikri ve gelecek umudu her zaman “sıcak” tutulmalıdır.
Emperyalistler tarafından fonlanan projeleri yürüten muhalefet, bir yandan egemenlerin bu ihtiyacını karşılarken, diğer yandan emekçi halkın isyan potansiyelinin sibobu olarak ezilenler ve ezenler arasındaki ilişkiyi ezenler lehine dengelemektedirler. “Paralanarak” bilinci kayan ve para ilişkileri sistemine kaynak makinesiyle “kaynatılan” muhalefet, sistem içinde, egemenlerin çizdiği sınırlar içinde ve “gerektiği kadar” muhalefet etmeyi sürdürmektedirler.
Sol, sistem içinde, egemenlerin “umut taşeronluğu”nu yapmaktadır. Emekçi halkın sistemle kurduğu düşünsel ve yaşamsal ilişkilerde ortaya çıkan çatlaklara sızan sermaye, solu da muhalefeti de özel sermayenin etkinlik alanı haline getirmektedir. Bu şekilde sosyalist değerlerden ve devrim ufkundan uzaklaşan muhalefet, gündelik nefes almalar ve sistem içi sözde kazanımlarla emekçi halkların sömürülmesine, kandırılmasına araç olmaktadır.
Sol, projeler yoluyla, halkların dilencileştirilmesine de araç olmaktadır. Tüm umudunu uluslar arası bir kuruluştan veya herhangi bir STK’dan gelecek üç beş kuruş paraya, “özgürlüğe”, “mesleğe” bağlayan emekçi halklar, kolektif dilencileştirme politikasının öznesi olarak özgürleşme mücadelesinden giderek uzaklaşmaktadır. Kendi özgürlükleri için, onları proleterleştiren ve mülksüzleştiren sermayeye avuç açan emekçi halklar gibi muhalefet de finansörlerine el açmaktadır.
Sorun, finansörlerin ulusal veya uluslar arası olmasından öte projeciliğin mantığı ile ilgilidir. Gerçekte bir devrimin talepleri olabilecek insan haklarının, demokrasinin, yolsuzlukla mücadelenin, yoksulluğun ortadan kalkmasının egemenler tarafından finanse edilen projeler yoluyla hayata geçirilmesi, kavramların ve devrimin içini boşalttığı gibi, toplumsal devrim mücadelesi yolunda yürüyen hareketlerin de içlerini boşaltmaktadır. Kapitalist ilişkilerin girmediği tek bir boş alan kalmadı. Umudu da sermayeleştiren projeler ile emekçi halkların hayalleri satın alınmakta ve muhalefete de içinde oynayacağı “kum havuzu” hibe edilmektedir. Düzenin her yerde ve her ilişki biçiminde olduğu bir yerde düzen dışı ve düzen karşıtı olmak imkansızlaşmaktadır. Dili, potansiyeli, yaratıcılığı ve “militanlık düzeyi” düzen tarafından belirlenen sol, toplumsal devrim düşünden uzaklaştırılmaktadır. Sol muhalifler ise, emperyalist kurumlarla kurdukları proje bazlı ilişkiler sonucu, sistemin “liberal bireyleri” haline gelerek, emek mücadelesinin “sınıfsal” ve “organik” o
larak dışında konumlanmaktadırlar.
Toplumsal devrim düşünden uzaklaşan sadece muhalefet değildir. Kendilerini sistemden çalan devrimci kadrolar da, bilinç kayması yaşamaktadır. Su bulanıklaştıkça, ona bakan gözler de bulanmakta, bunun sonucu olarak sistemin bir noktasından kendini kopararak özgürlük mücadelesine girişmiş olan devrimciler, başka bir yönden ve daha sıkı biçimde para ilişkilerine dahil edilerek sistemin içine alınmaktadırlar. Hayattaki değerini para olarak belirleyen devrimcilerin yaratacağı bir devrim söz konusu değildir. Böyle bir devrimin gerçekleşeceği varsayılsa bile bu devrim hiçbir zaman gerçek anlamda verili kapitalist ilişkilerden tam bir kopuşu gerçekleştiremeyeceğinden baştan ölü doğacaktır.
Projeler, egemenlerin parasını “çalarak” halka dağıtma yolu olarak da sempati toplayabilmektedir. Emperyalistlerle kurulan proje ilişkileri, rızaya dayalı bir ilişki olduğundan hiçbir zaman “hırsızlık” fiilini oluşturamaz. Eğer ormandan geçen soylular Robin Hood’a keselerini uzatmış olsalardı, böyle bir efsaneden haberdar olmazdık. Bu durumda “uyanıklık” yapıp onlardan “para koparmaya” çalışmak sadece egemenlerin işini kolaylaştırır. Egemenler, projeleri finanse ederek, kısa vadede muhalefetin iradesini ve emeğini, uzun vadede de rehabilite edilmiş bir halk, uslanmış bir “sol” ve uygun piyasa koşulları satın almaktadır. Onların parasını “kullanarak” bir şeyler yapmak niyetiyle kurulan her para ilişkisi, kapitalist ilişkilerin varlığını ve bu varlığın neo-liberal politikalarla sürdürülmesi durumunu meşrulaştırmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Kısa vadede dilencileştirilen kitleler, uzun vadede sisteme daha da bağımlılaştırılarak sistem içinde tutulmaktadır. Bu ise para iktidarının devrimci söylemlerle sürdürülmesidir.
Neo-liberalizmle bu uzlaşma hali, emekçi halkın isyan fikrinde derin yaralar açmaktadır. İşlenmemiş, gizil isyan potansiyeli, yaşamı sorgulamaktan ve değiştirmekten kaçınmaya başlar. Böylece “isyan” kavramının da içi boşalır ve tükenir. Kendi öz gücüne inanmayan kitlelerin devrimine hiçbir tarih tanıklık etmemiştir. Fatsa’da “çamura son” kampanyası Avrupa’dan, Soros’tan veya Başbakanlık’tan fonlansaydı bugün Fatsa, bir sosyalizm deneyimi olarak efsaneleşemezdi.
son söz
Her şeyin tüketildiği bir çağda yaşıyoruz. Sermayenin bütün iktidar biçimleri, yolu paradan geçen herkesi kucaklıyor. Sömürü düzeninin acısını sosyal yardımlarla, meslek eğitim programlarıyla, demokrasiyle, insan haklarıyla, bilinçlendirilen vatandaşlarla, “sivil” bir toplumla pansuman etmek için egemen ideoloji tarafında yürütülen projeler, emekçi halkların ve devrimci hareketin sistemden kopuş olanaklarını yok etmektedir.
Bugün ihtiyacımız olan bir avuç emperyalist parasıyla günü kurtarmak değil, para sisteminin bütününü sorgulayan ve onu tümden reddeden bir devrimci hareket yaratmaktır. “Sömürülen ve ezilen kitlelere” özgürlük “taşımak” onları köleleştirmekten başka bir işe yaramaz. “Özgürleşmenin yegane sahici formülü kendini özgürleştirmedir”. Tüm bağımlılık ilişkilerini reddeden, sermaye iktidarına karşı devrimci ütopyalarını “kollayan” ve emekçi halkların özgürleştirici potansiyelinden başka bir güce inanmayan, kapitalizmin “göreli” özgürlüğüne değil ezilenlerin özgürlük mücadelesine sahip çıkan düzen dışı ve düzen karşıtı bir devrimci hareket, her şeyin içinin boşaltıldığı bu zaman diliminde, toplumsal devrimin önünü açacak ve içeriğini doldurabilecektir.
EK
projelerden örnekler
Türkiye’nin pek çok uluslararası program ve kuruluşla proje bazında sıkı ilişkileri vardır. Bu ilişkilerin en yaygın ve kapsamlı olarak kurulduğu programlar, Avrupa Birliği tarafından yürütülmektedir. Bunun yanında Dünya Bankası ve vakıflar tarafından da projeler desteklenmektedir.
MEDA programı (www.deltur.cec.eu.int),
AB’nin Yenilenmiş Akdeniz Politikası çerçevesinde, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu çok ülkeli projeler için hazırlanmış bir programdır. AB’nin Akdeniz Ortaklarıyla mali işbirliği için 1995-1999 yılları arasında ayırdığı toplam miktar 4,6 milyar eurodur. MEDA hibeleri Barselona Bildirgesinin hedefleri esas alınarak, ikili ve bölgesel olarak 3 tür projeye ayrılır;
1. ekonomik geçişe destek (2010 yılına kadar Avrupa Akdeniz bölgesinde kurulması planlanan serbest ticaret bölgesi hedefine uygun uzun dönemli, tutarlı ekonomik politikaları belirleme ve uygulamada cesaretlendirmeyi öngörmektedir. Diğer bir önemli husus da özel sektörün gelişmesini desteklemektedir. Bu mikro-ekonomik desteğin amacı, yerel ve dış yatırımlara daha uygun bir ortam sağlamak için mali sektörde rekabetin gelişmesine yardımcı olmaktır. Bu amaçlarla, Türkiye’ye tekstil sektöründe çevre standartları konulu bir projeye 1 milyon euro, Gaziantep, İzmir ve İstanbul’da AB-Türkiye İş Merkezlerinin kurulması projesine 17,3 milyon euro, Türkiye’deki mesleki eğitim kalitesinin iyileştirilmesi projesine 51 milyon euro ayrılmıştır.)
2. sosyo-ekonomik gelişme (çevrenin korunması, kırsal kalkınma, mesleki eğitim, sağlık ve sosyal programları içerir. Bu kapsamda çeşitli projelere _gıda denetim hizmetlerine destek projesi, üreme sağlığının desteklenmesi programı, Avrupa-Akdeniz Kültürel Mirası programı, Görsel-işitsel İşbirliği projesi, Kısa ve Orta Vadeli Öncelikli Çevre Eylem Programı-SMAP, Avrupa Akdeniz Gençlik Eylem Programı, Archimedes programı, Beşeri Bilimler Programı, Avrupa Akdeniz Bilgi Toplumu Pilot programı-EUMEDİS_ toplam 218,2 milyon euro ayrılmıştır.)
3. demokratikleşme ve sivil toplumun güçlendirilmesi (demokratik ilkeler ve insan haklarının güçlendirilmesi ve bu konuda bilinç uyandırılması üzerine odaklanmıştır. Eğitim, kültür, insan hakları ve kadınların toplumsal ve ekonomik yaşama katılımının desteklenmesinin teşviki amacıyla çok sayıda proje desteklenmiştir. Bu alandaki yıllık AB katkısı 500.000 eurodur. Ayrıca 25 ilde tabandan başlayarak demokratik kuralların yaygınlaştırılması, bilinç uyandırılması ve insan hakları konusundaki bilginin artırılmasını hedefleyen Demokratik Kural ve Hakların Teşviki için Sivil Eğitim konulu projeye AB katkısı 250.000 eurodur. Devletin şeffaf politikalar oluşturmasını desteklemeyi ve devlet kurumlarının şeffaflığını ve sorumluluğunu güçlendirmeyi hedefleyen Türkiye’de Devlet Reformu Programına 600.000 euro katkı yapılmıştır. MEDA Demokrasi Programı ise insan hakları, çoğulculuk ve bağımsız medyanın teşvik edilmesini öngören bir programdır, bu program kapsamında 270.000 euroluk DİSK ve TOSAV tarafında yürütülen iki proje vardır.)
MEDA programı kapsamında büyük ölçekli projelere ayrılan kaynaklar dudak uçuklatan niteliktedir. Örneğin, otomotiv, ayakkabı, giyim ve tekstil sektörüne KOSGEB projeleri aracılığıyla yapılan katkı 5,5 milyon eurodur. AB-Türkiye İş Merkezlerinin Desteklenmesi Projesine 17,3 milyon euro katkı yapılmıştır. Sivil Toplumu Geliştirme Programına 8 milyon euro, İnsan Haklarının iyileştirilmesi projesine 12 milyon euro katkı yapılmıştır. Kadın konusunda yapılan çeşitli projelere aktarılan kaynak toplam 2,5 milyon eurodur. Bunların yanında MEDA programı kapsamında desteklenen küçük ölçekli STK Projeleri de mevcuttur. Bu projeler kadın,çocuk haklarından tüketicilere, yerel yönetimlerden eğitime, vatandaşlık eğitiminden Türk halkının kültürel entegrasyonuna çeşitli konuları kapsamaktadır.
Avrupa-Akdeniz Gençlik Eylem Programı (Euro-Med) (www.ua.gov.tr/portal/ page?_pageid=219,33549&_dad=portal&_schema=PORTAL) ise
MEDA Programının tamamlayıcısı olarak, gençlerin sosyal yaşama ve çalışma hayatına entegrasyonunu kolaylaştırmak için ve de Akdeniz ortak ülkelerinde toplumun demokratikleşmesine destek sağlamak amacıyla yürütülen bir programdır.
Akdeniz’i her noktasından sömürgeleştirme ve bağımlılaştırma amacı taşıyan MEDA Programında, insan hakları ve demokrasi reformları, sosyo-ekonomik gelişmeye verilen katkı, ekonomik geçişe destek; ulus devletin yeniden yapılandırılarak, sermayenin rahat akışına uygun hale getirilmesinden, sömürü ilişkilerinin derinleştirilmesinden, kapitalist ilişkilere tam entegrasyonun sağlanmasından ve “bozarsam, yine ben istediğim kadar onarırım” dan başka ne vaat etmektedir?
Avrupa Birliği’nin eğitim programı olan SOCRATES Programı (www.ua.gov.tr/ portal/page?_pageid=218,33369&_dad=portal&_schema=PORTAL), pek çok alt programdan oluşmaktadır. Socrates Programı’nın amaçları; bütün eğitim kademelerinde Avrupa boyutunu güçlendirmek; geniş eğitim kaynaklarına ülkeler üstü erişimi kolaylaştırmak, eğitim alanında işbirliği ve hareketliliği desteklemek ve bu bağlamda engelleri ortadan kaldırmaya yardımcı olmak olarak açıklanmakta, bu amaçlara paralel olarak kadın-erkek eşitliğini, fırsat eşitliğini sağlamayı ve sosyal dışlanma, ırkçılık ve yabancı düşmanlığına karşı mücadeleye aktif katkıda bulunmayı da hedeflemektedir.
Yine bir eğitim programı olan LEONARDO Programı (www.ua.gov.tr/portal/page? _pageid=217,33319&_dad=portal&_schema=PORTAL) ise mesleki eğitime yönelik politikaları desteklemek ve geliştirmek içi yürütülen bir programdır. Bu program; ülkeler arası işbirliğini kullanarak mesleki eğitim sistemleri ile uygulamalarında kalitenin geliştirilmesini, yeniliklerin teşvik edilmesini ve Avrupa boyutunun yükseltilmesini amaç edinmiştir.
Topyekün bir sistemi örgütlerken eğitim politikalarını da belirleyen egemenler açısından eğitim programları, kapitalist bilincin yaygınlaştırılmasının ve mesleki eğitim programları da proleterleştirmenin aracı olmaktadır.
“Temel odak noktası, en yoksul insanlara ve en yoksul ülkelere yardım etmek” olan Dünya Bankası (www.worldbank.org), “global gelirin yılda 31 trilyon dolardan fazla olduğu bir dünyada yaşadığını” bilmekte ve günde 1 dolardan az kazanan 1,2 milyar insana yardım etmek istemektedir. Bu amaçla gelişmekte olan ülkelere 19,5 milyar dolar sağlayarak, misyonlarında da belirttikleri gibi, “yoksulluğa karşı kalıcı sonuçlar verecek bir hırs ve profesyonellikle” çalışmaktadır. “Müşteri odaklı, ortaklıklarla çalışan, kaliteli sonuçlardan sorumluluk duyan, mali dürüstlüğe ve maliyet etkinliğine adanmış, ilhamlanan ve yaratıcı” Dünya Bankasına göre STK’lar, “fakirlerin yaşamlarını etkileyen kararlarda onların seslerini yükseltmesinde yardımcı olarak kritik rol oynar”. DB’nin STK’ların finansmanını sağlayan Küçük Hibeler Programı(3000-15000 Dolar), Yaratıcı Kalkınma Fikirleri ve STK’lar için diğer fon imkanları bulunmaktadır. Türkiye için 2005 temasını “Marjinalleşmiş ve Korunmaya Muhtaç Grupların Güçlendirilmesi için Vatandaş Katılımı” olarak belirleyen DB, Türkiye’de bugüne kadar 129 programı finanse etmiş ve toplam 15,5 milyar dolar kredi sağlamıştır. DB’nin Türkiye’deki mevcut projeleri, altyapı&enerji, insanı kalkınma, tarım ve kırsal kalkınma, ekonomi yönetimi, kamu sektörü&finans sektörlerindedir ve kredi miktarı 4 milyar dolardır. DB, bu projeler kapsamında Türkiye’de İkinci Sağlık Projesine 150, Sağlıkta Dönüşüm Projesine 60,6, Sosyal Riski Azaltma Projesine 500, Özelleştirme Sosyal Destek Projesine 250, Tarımsal Reform Uygulama Projesine 600 milyon dolar kredi vermiştir.
Açık Toplum Enstitüsü (OSI)
(www.osiaf.org.tr), merkezi New York’ta bulunan bir vakıftır. Bu vakıf, “açık toplumlar”ın oluşmasını sağlamak için reform politikalarını şekillendirmekte; insan hakları, kadın hakları, hukuk, ekonomi ve sosyal alanlardaki reformları desteklemektedir. Küresel düzeyse açık toplumu hedefleyen OSI, sivil toplum örgütlerinin, uluslar arası kurumların ve hükümet temsilcilerinin bir araya geldiği geniş katılımlı bir açık toplum ağı oluşturmayı hedeflemektedir. OSI, yatırımcı ve filantrop olan George Soros tarafından eski SSCB, Doğu ve Orta Avrupa ülkelerindeki Soros Vakıflarına destek vermesi için kurulmuştur ve Afrika, Orta Asya, Kafkaslar, Latin Amerika, Güneydoğu Asya, Haiti, Moğolistan ve Türkiye’yi kapsayan bir coğrafyada, 50’den fazla ülkede faaliyet göstermektedir. Türkiye’de, 2003 ve 2004 yılarında Açık Toplum Enstitüsü tarafından 30’dan fazla STK’nın projelerine New York’taki genel merkezi tarafından mali destek sağlanmıştır. Bu güne kadar bianet’ten, Dev Maden Sen’in özel sektör madenciliğine, toplumsal duyarlılık modelinin yaygınlaştırılmasından kadın çalışmalarına, insan hakları merkezlerinden STK eğitim ve araştırmasına kadar pek çok konudaki proje Soros tarafından desteklenmiştir.
Bunların dışında, Büyük Elçiliklerin veya Avrupa Birliği Komisyonunun desteklediği projeler de küçük çaplı olmalarına rağmen son derece etkili sonuçlar hedeflemektedir. “5,7 milyon euroluk bütçesiyle, AB Komisyonu Ortadoğu barış sürecini destekleyecek projelere destek verecektir”. Proje başına 50.000-500.000 euro sağlanan; Ortadoğu’da adil ve kalıcı bir barışın sağlanması için Filistin Devleti’nin oluşumundan, Ortadoğu’nun gelecekteki bölgesel şekli, doğal kaynaklara ve suya ulaşım sorunu konularında yapılacak projelerdir bunlar. “AB’nin değerlerinin ve amaçlarının desteklenmesi ve yaygınlaştırılması için, yurttaşları AB’ye ve kurumlarına yakınlaştırmak ve kurumlarıyla daha sık iletişime geçmelerini desteklemek” amaçları güden projeler de AB Komisyonu tarafından desteklenmektedir. AB’nin son dönem projeleri özellikle yolsuzlukla mücadele üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu mücadelenin amacı emekçi halklar değil, daha şeffaf bir yönetim, daha “yollu” sömürü ilişkileri ve akılcı sermayeye daha rahat olanaklar sağlamaktır.
Duygu Hatipoğlu
www.teori.org