Paris sokakları yanıyor. Her şeyi planladıklarını düşünen egemenler şaşkınlık içindeler. Avrupa’nın başkentinin, varoşlarında kapitalizmin simgesi otomobiller, küçük parlak alevler içinde peş peşe demir yığını haline dönüşüyorlar. Paris sokaklarındaki ateşin bulaşıcı sıcağı Belçika’ya ve Almanya’ya ulaştı. Ve ben bu satırları yazarken bazı yerlerde sokağa çıkma yasağı uygulanmaya başladı. Paris bir gettolar şehridir. Her etnik topluluğun kendi […]
Paris sokakları yanıyor. Her şeyi planladıklarını düşünen egemenler şaşkınlık içindeler. Avrupa’nın başkentinin, varoşlarında kapitalizmin simgesi otomobiller, küçük parlak alevler içinde peş peşe demir yığını haline dönüşüyorlar. Paris sokaklarındaki ateşin bulaşıcı sıcağı Belçika’ya ve Almanya’ya ulaştı. Ve ben bu satırları yazarken bazı yerlerde sokağa çıkma yasağı uygulanmaya başladı.
Paris bir gettolar şehridir. Her etnik topluluğun kendi çalıştığı yerler, hatta meslekler ya da yaşadıkları yerler vardır. Yaşadıkları yerler tam olarak ayrı ayrı yerler olmasa bile yan yana yaşayanların bile ilişkileri sınırlıdır. Cezayirliler, Faslılar, Senegalliler, Kürtler, Türkler, Vietnamlılar, Çinliler ya da Karayipliler…
Hepsi kendi aralarında bir yaşam kurmuşlardır. Hemen hemen hiçbirinin Fransızlarla ilişkileri olmadığı gibi aynı zamanda birbirleriyle ilişkileri de sınırlıdır. Bu egemenlerin çok işine gelmektedir. Fransız solunun bile göçmenlerle ilişkileri gerçek anlamda yoktur. Bu bölgeler daha çok sol oy deposu, örgütlenmesi güç kesim, bağnaz, Müslüman, acınası, yardım edilesi, kapitalizmin gerçeğini yansıtan ama şiddet dolu, ama soyguncusu çok, ama iyi Fransızca konuşamayan ama fazla okumayanlardır. Bu nedenle Fransız solu onlara yukardan bakar, birlikte örgütlenmek yerine kendine tabii ve ikincil güç olarak algılar.
(Türkiye de de 1980 sonrası böyle bir algı hakim oldu. Beyaz sol, gecekondu mahalleleriyle, Kürtlerle, Alevilerle yani sokakla bağlarını kopartıp sonra neden gecekondu mahalleleri hep sağ partilere oy veriyor diye yakınıp durma panelleri düzenledi.)
Ancak genç yoksullar hep birlikte büyüyorlar. Artık dışlananlar hepsi aynı mahallenin çocuklarıdır. Fransız solunun kapalı gözlerinin önünde, sokağın birleştirici gücü, MIB’i (Mouvement de L’immigrantes et des Banlieues- Banliyöler ve göçmenler hareketi) doğurdu. Sokaklarda potansiyel suçlu olarak görülen, polislerin sürekli horlaması, baskısı altında yaşamak zorunda olanlar yıllardır örgütlenmeye başladı. Kapitalizmin soyduğu, hadım bıraktığı neo-liberalizmin ise tamamen yok saydığı Afrika’dan, Asya’dan kaçabilip, obez medeniyetin eteklerine tutunabilenler ‘artık yeter’ diyor. Dünya medyası ise pembe dünyalarında o kadar kendilerinden eminler ki hala bunu entegrasyon sorunu olarak yorumluyor. -Hangi insan yoksulluğa, baskıya entegre olur!- Düşmanlık terminolojisinin son modası, ‘Müslüman, Arap ya da Afrikalıysanız, yani onlara göre diğer manası ‘suçlu, terörist ve cahil’ iseniz, Tom amcanın kulübesinde yaşamaya, iteklenmeye sessiz kalmıyorsanız. Entegre olamamışsınız demektir.
Egemenlerin anlayamadıkları ilk başta insandır. Onlar, kar ve sayılardan mütevellit yaşamlarında her şeyi hesapladıklarını düşünürlerken, sayıların hareket biçimlerine uymayan yani iki ile iki toplanınca dört etmeyen insanoğlu -çok şükür ki- gerçeği suratlarına vuruyor. Aşk ve sokakta hesap yapılmaz. Aşk ve sokak bizden bağımsız bir hayata sahiptir. Neo-liberalizm ile birlikte dünya tarihinde bugüne kadar görülmemiş hegonomik, yok edici bir iktidar örgütlenmeye çalışılıyor.
Bu iktidar yine dünyanın hiçbir tarihsel döneminde görülmemiş kadar yaygın ve büyük olmak zorunda. Tarihteki büyük Roma ya da Çin imparatorlukları, tasavvur edilen neo-liberal iktidar karşısında çok küçük kalırlar. Ancak aynı zamanda her imparatorluk gibi neo-liberal imparatorlukta büyüklük ile sakattır. Bu büyüklük kendi içinde kendi zayıflığını barındırır. Nereye vurursanız vurun ona gelir. Eski bir 68 sloganıdır ‘Asfaltın altında plaj var.’ Ve ayrıca ‘adalet yoksa barışta yok.’