‘Ulusalcılık’ iyi bir bahane oldu, solculuktan istifa eden, ulusalcılığı öne sürüp arkasına gizlenmeye çalışıyor! Son numune eski komünist, Nabi Yağcı. Pazartesi günü, Neşe Düzel’e verdiği röportajda, sol üzerine ahkâm kesmeye çalışmış. Nereden baksanız üzücü ama ibret verici bir röportaj. Solculuktan istifa edenler, nedense açıkça ‘Biz yorulduk’, ‘Ümitlerimizi kaybettik’ veya ‘Dünyada olan biteni artık kavrayamıyoruz’ demek […]
‘Ulusalcılık’ iyi bir bahane oldu, solculuktan istifa eden, ulusalcılığı öne sürüp arkasına gizlenmeye çalışıyor! Son numune eski komünist, Nabi Yağcı. Pazartesi günü, Neşe Düzel’e verdiği röportajda, sol üzerine ahkâm kesmeye çalışmış. Nereden baksanız üzücü ama ibret verici bir röportaj.
Solculuktan istifa edenler, nedense açıkça ‘Biz yorulduk’, ‘Ümitlerimizi kaybettik’ veya ‘Dünyada olan biteni artık kavrayamıyoruz’ demek yerine, esip savurmaya, doğruyu bulduklarına, asıl solun kendi bulundukları yer olduğuna herkesi inandırmaya çalışıyorlar. Trajik son! Boşuna gayret!
Ulusalcılar milliyetçiymiş, sol milliyetçi olmazmış, evet, doğru da buradan hareketle, neden serbest piyasacı olunsun? Sol siyasetlerde bileşik kaplar kanunu mu var, ya ulusalcı solda duracaksınız ya da karşısında serbest piyasaya savrulacaksınız. Nasıl bir mantık bu? Üretim yapısı değişmiş, teknoloji ilerlemiş, kapitalizm üretimde sıçrama yapmış. Kapitalizm başından beri üretimde sıçrama yapmıştı, bunu yeni mi kavradınız? Solculuk üretimin az veya çok olmasıyla değil, öncelikle paylaşıma ilişkin bir itirazdır. Yıllarca bunu bile fark etmeden mi solculuk yapmaya kalktınız? Hele Marx’ı hiç ağzınıza almayın, sizin söylediklerinizi onun zamanında da söyleyenler vardı, Kömünist Manifesto’nun, ‘Burjuva sosyalizmi’ kısmında sizi tarif ediyor. Marksizm elbette sorunsuz değil, tarihsel gelişmelere yeni bir gözle bakmak tabii ki gerekli, ama serbest piyasacı sığlığı içinde değil. Eleştirel Marksistler, öteden beri, son derece derinlikli analizler yapıyor, üşenmeyin bir göz atın. Komünist Manifesto, 1998 yılında ünlü Marksist tarihçi Eric Hobsbawm’ın önsözü ile basıldı. Hobsbawm, orada da, kapitalizmin nesi değişti, nesi değişmedi konusunu irdeliyor, Manifesto’yu tarihsel okumaya tabi tutuyor. Boş konuşacağınıza, bari bunları takip edin, belki biraz da olsa zihniniz açılır.
Gelelim, AB ve solculuk konusuna. Yağcı, ‘AB’yi desteklemeyeni sol olarak görmüyor’muş. Kimin solcu olup olmadığına karar vermek Nabi Yağcı’nın keyfine kalmış bir şey değil. Benim, solculuğu tarif ve farklı düşünenleri solculuktan tezyif gibi bir niyetim yok. Ancak, bana da sorarsanız, AB konusu, Türkiye solunun en derin kırılma noktasıdır. Yağcı, bu konuyu tartışmak için iyi bir muhatap değil, kendinden başka hiçbir şeyi temsil etmiyor.
Ama, madem konu açıldı, onu da konuşalım.
Bu kadar açıkça ifade edilmese de, Türkiye’de, birçok çevrede, sol ile AB’cilik özdeşleşir hale geldi. Ortada ciddi bir tartışma zemini yok ki tartışalım, bu özdeşleşme halihazırda, sadece dokundurma, iğneleme, yok sayma üzerinden yapılıyor.
Ben, AB tartışmalarının başından beri, kendini solda görenlerin AB konusunda bazı sorulara cevap vermelerini bekliyorum. Burada yerimiz dar, aynı soruları baştan tekrarlamayacağım. En son durumu hatırlatmakla yetineceğim. Türkiye AB sürecinde, Irak’ı kana bulayan emperyalist koalisyonun desteğiyle ilerliyor. Daha önce de sordum, bunu nasıl içlerine sindiriyorlar merak ediyorum. AB’ye karşı duranların çoğunun, ulusalcı, ırkçı, otoriter söylemler, kişiler, çevreler olması kimseyi temize çıkarmaya yetmez. Bırakın, ırkçıları, ulusalcıları onların ne olduğu malum, siz ne söylüyorsunuz?
Bakın, ortalık Orhan Pamuk tartışmasından geçilmiyor. Pamuk’un düşüncelerinden dolayı yargılanmaya kalkılması büyük ayıp. Kimse bu ayıba gerekçe bulmaya kalkmasın. Ama, uluslararası platformda bu kadar saygınlığı, dolayısıyla söz söyleme, etkili olma şansı olan bir aydının, Irak’ta olanlara karşı, tek kelime etmemesi de ‘ayıp’ değil mi? Siyaseti, ulusalcılık, ırkçılık veya resmi ideoloji destekçileri ve karşısındakiler, yine buna paralel olarak AB’ciler ve karşındakiler diye tanımlarsanız, dünyayı kan götürürken ister istemez diliniz bağlanıyor. Öyle değil mi?
[27 Ekim tarihli Radikal gazetesinden alınmıştır]