• Giriş • Nasıl Bir Sendikal Hareket? • Kır’ın Durumu • Devrimciler ve Yeni Sömürge Devrimleri • Sonuç Giriş 21.yy. yeni bir tarzın ve toplumsal hareketlerin beşiği. Bu defa daha zor olacak. Çünkü egemen sınıf bizi tanıyor ve neler yapabileceğimizi biliyor. Ama bilemedikleri nokta bizim ruhumuzun açlığı, kalbimizin arzusu ve ellerimizin hünerinin her türlü zorluğun […]
• Giriş
• Nasıl Bir Sendikal Hareket?
• Kır’ın Durumu
• Devrimciler ve Yeni Sömürge Devrimleri
• Sonuç
Giriş
21.yy. yeni bir tarzın ve toplumsal hareketlerin beşiği. Bu defa daha zor olacak. Çünkü egemen sınıf bizi tanıyor ve neler yapabileceğimizi biliyor. Ama bilemedikleri nokta bizim ruhumuzun açlığı, kalbimizin arzusu ve ellerimizin hünerinin her türlü zorluğun üzerinden gelebileceği… Onlar ne tip önlemler alırlarsa alsınlar 21.yy. bizim elimizde. Geleceğimizi biz tayin edeceğiz ve bu yüzyıl devrimlerimize şahit olacak…
Bu yazıda sendikal harakette atılabilecek adımlar ve “kır”ın durumu ele alınacaktır. Buna ilaveten son bölümde devrimcilerin yeni sömürge devrimlerine bakış açısının nasıl ele alınması gerekliliği tartışılacaktır. Ancak unutulmaması gereken iki nokta var. Bunlar, 100 yıl evvel başlayan sendikacı siyaset – sosyal demokrat siyaset tartışmasının yakıcılığını koruması ve yeni sömürge ülkelerin farklı entegrasyon süreçlerinin olduğu, bunun sonucu olarak da farklı örgütsel biçimlere yol açabileceği…
Nasıl Bir Sendikal Hareket?
Öncelikle Türkiye ekonomisinin kilit sektörlerini ve dünya ekonomisindeki yerini ortaya koymak gerekmektedir. Ekonominin kilit sektörleri giyim sanayi, tekstil, gıda gibi tüketim malları sanayi ve kimya, elektrikli-elektriksiz makine üretimi, taşıt araçları, demir-çelik sanayi gibi ara ve yatırım malları sektörleri oluşturmaktadır. Bunlara inşaat sektörünün eklenmesi zaruridir. Bu bakımdan Türkiye ekonomisi emek yoğun sektörlerden oluşmakta ve düşük ücret düzeyi ile dünya işbölümü içindeki yerini almaktadır.
Şimdi sendikaların durumunu ve çözüme dair önerileri maddeler halinde sıralamak gerekiyor;
1- Sendikalar işçilerden kopuk ve atalet içerisindedir. Orta sınıf işçilere yönelen ve eğitim hizmeti veren bir anlayış hala hakim durumdadır. Buna işletme sendikacılığı denmektedir. Sendikal hizmet sunmayı temel kabul olarak alan bu tip sendikacılık örgütlenmeyi tamamlayıcı bir fonksiyon olarak görür. Sendika da bir işletme gibi yönetilir. Sendika bütçesi vb. toparlanmaya çalışılır. DİSK’teki profesyonel sekreter tartışmalarının vehameti buradan anlaşılmalıdır.
Bunlara bir de AB ve sivil toplum tartışmalarını ekleyelim. Ne yazık ki hala AB’nin gerek Avrupa işçi sınıfının gerek de dünya işçilerinin karşısında, aleyhine oluşmuş-oluşmakta olan bir birlik olduğu ve buradan bakıldığında meselenin siyasi özünün anlaşılamadığı ortaya çıkmaktadır. Sosyal avrupa-emeğin avrupası söylemleri de işçi sınıfı açısından safsatadan ibarettir.
Temel bir yanlışlıkta sendikaları bir sınıf örgütünden sivil toplum örgütüne indirgemektir. İlk olarak Seattle’da önerilen işçilere de bir koltuk verelim önerisi bu yüzden anlamlıdır. Burada kullanılan “işçi hakkı insan hakkıdır” söylemi işçi sınıfının sınıf örgütleri sendikaları sivil toplum kuruluşuna çevirme söylemidir. Öyle ya işçi hakkı insan hakkıysa patron hakkı da insan hakkıdır. O zaman iki insan -patron ve işçi- karşılıklı oturup anlaşmalı, akitlerini yapmalıdır.Bu anlayışa göre DİSK’te sivil toplum kuruluşudur, TÜSİAD’da. Yani bu söylem sınıf örgütlerinin kimliğini gizlemekte ve işçi sınıfının burjuvaziyle uzlaşamazlığını saklamaktadır.
2- Sendikal hareketin temel sloganı “örgütsüzlerin örgütlenmesi” olmalıdır. Bu nokta, eğer işçi sınıfının omurgasını taşeron-güvencesiz işçilerin oluşturduğu tespitini yapıyorsak çok önemlidir. Çünkü işçi sınıfının omurgası örgütsüz fakat en devrimci olan kesimidir. Buna ek olarak sendikal örgütlü, eğitim ve sağlık alanları da diğer köşe taşlarını oluşturmaktadır. Güvencesiz çalışma, parasız sağlık, parasız eğitim vb. kampanyaların en iyi şekilde örgütlenmesi çalışmayı yükseltecek stratejik öneme sahiptir.
Bütün bu kesimlerin sendikal örgütlülüğe akmasının yolu ise yasaya rağmen-fiili örgütlenmektir. Örneğin noter onaysız üyelikler yapılabilir. Bürokrasi atlanabilir ve barajı geçmeden işverene masaya oturması için baskı yapılabilir. Çünkü 4857 sayılı yasa baz alınarak bu iş yapılamaz. Bu söylenenler hayal değildir. Bu önermeler ABD dahil birçok ülkede hayata geçirilmektedir. Bize düşen yeni sömürge ülkemize uygun biçimi bulmaktır.
Bu mücadele ancak ve ancak dolaysız eylemi temel alan, haklarından yoksun-güvencesiz çalışan işçi kesimlerini mücadeleye katan ve militan mücadeleyi benimseyen yerel dinamik örgütler sayesinde ivme kazanabilir. Örneğin Halkevleri mahalle sendikaları haline gelebilir ve örgütsüzleri örgütlemekte kilit nokta olabilir. Veya DİSK yerel bölge temsilcilikleri açabilir, bu politikaları hayata geçirebilir.
Sendikalarda eğitim ve örgütlenme faaliyetlerini kapsayan sendikacılık enstitüsü kurulmalıdır. Burada gerek işçi sınıfı bilimini geliştirilmeli gerek de tüm üyeleri kapsayan eğitim proğramları geliştirilmelidir. Sömürgecilik, emperyalizm, artı değer vb. temel bilgilerden başlayarak halk eğitimleri verilmelidir. Bunun yanında yetenekli örgütçüleri yetiştirmek üzere çalışmalar başlatılmalıdır. Bu enstitüye kaynak ve yetişmiş, deneyimli örgütçüler aktarılmalıdır.
3- Sendikal hareketin heterojen bir bileşimle karşı karşıya olduğunu unutmamalıdır. Bu noktada her türlü milliyetten, farklı dinlerden kadın-erkek-genç-çocuk işçiler yeni işçi sınıfının omurgasını oluşturmaktadır. Eskiden Türk-sünni-erkek işçiler işçi sınıfının temel bileşeniydi. Ancak Kürt işçiler, evde çalışan kadınlar, ücretsiz ev emekçileri, göçmen işçiler vb. sendikal hareketin yeni bileşenleri olmuşlardır ve örgütsüzdürler. Egemenler için bu çeşitlilik işçi sınıfını
bölme politikası olarak kullanılmakta ve ne yazık ki sendikal hareketteki bazı aklı evveller tarafındanda göçmenlere yönelik tutumlarda bu politikaların etkisi görülmektedir. Birinci yazıda Trakya’daki göçmen işçilere karşı Yol-İş bölge temsilciliğinin tutumunu belirtmiştim. Oysa Trakya’daki serbest bölgede 150 bin Bulgar-Romen işçi vardır ve sendikaların onları da örgütleme zorunluluğu unutulmamalıdır.
4- İşvereni masaya oturtmak için baskı yapmalıyız. Bu noktada işçi aileleri örgütlenmelidir. Sendikalar ve mahalli birimleri, tüm etkinliklerini göstermeli yapılacak kampanyalarla bölgesel-ulusal düzeyde halk seferber edilmelidir. Yapılacak kampanyalara diğer tüm toplumsal hareketleri de katmalıyız. Örneğin savaş karşıtı hareket gibi. Bu hareketler aynı zamanda sendikal mücadelenin gelişmesine ve yaygınlaşmasına da pozitif etkide bulunabilirler. Ancak bütün bu ilişkiler, kalıcı bir düzeye ulaştırılmalıdır.
Tabiki en önemli baskıyı bizzat işçi sınıfı yapabilir. Örneğin Fransa’da elektriklerin 2 saatliğine kesilmesi gibi eylemleri gazetelerden veya sendika org.dan takip etmekteyiz. Peki ama bizde örneğin NATO zirvesinde bölgedeki hizmet aksatımını felce uğratamaz mıydık? Yapabiliriz. Ancak işçi sınıfı içinde kök salabilirsek…
Bunlara ek olarak bölge ekipleri (3-5 kişilik) sürece fiili-iradi bir şekilde müdahale edebilir.
5- Bir de gerek sendikal gerek de diğer örgütlülüklerimizde dikkat etmemiz gereken bazı hususlara dikkat çekmekte fayda var. Bunlardan ilki örgütsel bir demokrasinin olmasıdır. Kararlar ve tartışmalar profesyonel kadrolarla sınırlı kalmamalıdır.
Böyle olunca daha deneyimsiz, sürece yeni katılanlar ile eskiler arasında bir kopukluk doğuyor. Bürokratikleşme ve takiben yeni militan kadroların oluşamaması bu süreci izliyor. Bu yüzden tarihimizdeki söz-yetki-karar anlayışı önem kazanıyor. Kadrolarımızda her şeyi biz biliriz ukalalığı olmamalıdır. Yeni arkadaşlarımız ancak ve ancak faaliyetlere katılarak, küçük yanlışlar yaparak ve bir inisiyatif aralığı ile örgütlenebilir.
İkinci olarak hareketi yeni bir kültürel anlayışla örmek gerekmektedir. Kadınlara karşı olan her türlü ayrımcılık yokedilmelidir. Gençlere yönelik her türlü baskı ortadan kaldırılmalıdır. Ve örgütlerimizde herkesin beyin işçisi herkesin kol işçisi olması gerekmektedir.
Bu bölümü sonlandırırken “toplumsal hareket sendikacıları” açısından unutulmaması gereken şiar şu olmalıdır: bir yerde işçilerin sorunu varsa o bizim de sorunumuzdur!
Kır’ın Durumu
Kırın durumuna kısaca değinmek gerekir. Tarım sanayi makasının açılmasında temel dayanak tarıma aktarılan kaynağa karşı düşük verim almak olarak gösterilmektedir. Buradan tarım verimsizdir sonucuna ulaşılır. Tarımın GSMH’deki %10’un altına düşmüştür. Ancak bu düşüş özellikle 1980 sonrası hızlanmıştır. Burada tarımın sistemli olarak çökertildiğini görmekteyiz. Bu politikalar yeni sömürgecilik ilişkileri sonucunda belirlenmiştir. Oysa ABD ve AB’de tarım korunmuş ve geliştirilmesi için büyük paylar ayrılmıştır. 86-94 arasında yapılan Uruguay Round toplantıları sonucu da tarım alanında uluslararası düzenlemelere gidilmiş ve bütün yeni sömürge ülkelerde tarım politikası Batı ülkeleri lehine belirlenmiş, tarım sistematik olarak çökertilmiş, çökertilmektedir.
Kitlerin özelleştirilmesi kırdaki yoksuluğu artırmıştır. Bunun sonucu olarak da yoğun bir göç süreci yaşanmaktadır. Yani köylüler proleterleşmektedir. Örneğin Güneydoğu Anadolu bölgesinin nüfusunun %48’inin 15 yaş altı olduğu düşünülürse bu koşullar altında 7-8 yıl içinde bölgeden yine bir göç dalgası olacağı düşünülebilir (yine de istihdamın 1/3’ünün tarımda olduğunu unutmamalıyız).
Son olarak önemli bir noktayı belirtmekte fayda var. Tarımda 1950’li yıllarda toprak mülkiyeti daha büyüktü. Çeşitli nedenlerle bir kısım toprak parçalanma sürecine girdi. Ancak günümüzde tarımda Türkiye’deki yeni sömürge kapitalizmi için 1950’lere bir geri dönüş yaşanmaktadır. Büyük toprak mülkiyeti özellikle Kürt bölgelerinde artıyor. GAP bünyesinde kapatılan toprakların açılımıyla birlikte örneğin Shell çiftçileri taşeron olarak belirlemektedir. Bu ortaklık bi nevi pazar işgalidir de..
Devrimciler ve Yeni Sömürge Devrimleri
Bu bölüm özel olarak devrimciler için yazılmıştır. Çünkü kişisel olarak baktığımda son katkı yazısında (imparatorluk’la ilgili olan) görülen ve ne yazık ki bir kısım genç arkadaşlarında içine girdiği bir ideolojik bataklık sol içinde mevcut. Bunda elbette bizim de hatamız var ama en büyük sorumluluk bu görüşleri taşıyanlarda. Komünist Manifesto’dan Ekim Devrimi’ne ve şanlı Dev-Genç tarihine biraz göz geçirenlerin bile böyle hatalara düşmemesi gerekir.
Şöyle bir hatırlatma yapalım. Hiçbir toplumsal hareket toplumsal kriz olmadan doğmaz ve her büyük toplumsal hareket kendisini yaratan sorunun anahtarlarını içinde taşır. Bu yüzden yeni sömürgeciliği, içinde bulunduğu gelişimi ülkemizdeki yansımalarını ve ne yapılabileceğini tartışalım. Tabi niçin yeni sömürgeciliği incelemek gerekliliği sorulabilir. Açıklayalım.
2. Dünya savaşı sonrası dünya iki kutba bölünmüştü. Sosyalist ve kapitalist blok. Sosyalist Bloğa SSCB, Çin, sömürge devrimleri ve Doğu Avrupa ülkeleri girmektedir. Buna bağlantısızlar hareketi de eklenebilir. Kapitalist bloğa ise ABD, Avrupa ülkeleri ve yeni sömürge ülkeler eklenmelidir. 50-80 arası devrimci dinamik, yeni sömürge ülkelerde atmıştır. Küba, Vietnam, Nikaragua devrimleri ve bunlara ilaveten bu ülkelerdeki devrimci hareketler 20.yy.ın üçüncü çeyreğine damgasını vurmuştur. Bu devrim dalgasının bitişi kapitalist bloğun zafer kazanmasında önemli etkendir. Buradan soruyu sorabiliriz. İki kutuplu dünyada “temel kriz unsuru” nedir? İki bloğun olması mı yoksa yeni sömürgecilik ilişkilerinin dünya çapında oluşturulmasının krizi mi? Elbette iki kutup kapitalist dünya için büyük handikaptı ama temel kriz nedeni yeni sömürgecilik ilişkileriydi. Yeni sömürgecilik sistemin zayıf halkasıydı. Bugün de yeni sömürgecilik ilişkilerinin olgunlaşması sistemin temel krizi olarak şekillenmektedir.
Yeni Sömürgecilik: Amerikan tarzı sömürgecilik Monroe doktrini ile başlamıştır. Öncelikle Arjantin’den başlayarak Latin Amerika ve Orta Amerika’da geliştirilmiştir. Bu tip sömürgeciliğe yeni sömürgecilik denmektedir. Yerli toplumla ilişki esas olarak emperyalizm vasıtası ile kurulmaktadır. Yerli toplum içinde işbirlikçi sınıflar kapitalist sermaye sürecinin içerisinde çeşitli şekilde entegre edilmektedir. Sömürgecilik pratiği ticari tekele yada ayrıcalıklar sistemi ile değil, doğrudan doğruya kapitalist pazardaki tekel ilişkilerinin sağladığı eşitsiz değişim kurallarına bağlı olarak geliştirilmektedir.
45 sonrası emperyalist politikaların yeni sömürgecilik pratiği şöyle olmuştur. Yeni sömürgeleştirilen ülkelerde bir iç pazar geliştirme esas alınır. İç pazar geliştirilirken de burada seçmeci bir entegrasyon politikası uygulanır. Seçmeci entegrasyon politikası şudur: emperyalizm gittiği ülkelerdeki geri bıraktırılmış bölgeleri, bu nitelikleri ile kendi emperyalist piyasalarına entegre eder. Bu entegrasyon çeşitli kademelerden oluşmuş eşitsiz değişim pratikleri ile gerçekleştirilir. Yani tarımda feodal ilişkiler olabilir. Emperyalizm pazar geliştirmek için feodal ilşkileri ortadan kaldırmaz. Sadece büyük toprak sahiplerinin el koyduğu artığı kapitalist pazara transfer edecek mekanizmalar yaratır. Mülkiyet ilşkilerine dokunmaz. Böylece daha büyük miktarda emeği, daha yoğun sömürebilmek ve tarım ürünleriyle sanayi ürünleri arasında, tarım ürünleri aleyhine bir makası kurabilmek daha kolay olur. Yani emperyalist merkeze değer transferi açısından, eşitsiz düzeni kurmak, geri kalmışlıkları-geri bıraktırılmışlıkları korumak, önemli bir sömürü mekanizması oluşturur. Ama bunu yaparken emperyalizm yanına yerel sınıfları alma için finansal araçlar kullanır. Örn. Ziraat Bankasının kullanımı. Bu politikaların kentlerde yansıması ise ithal ikameci sanayileşme olmuştur (bu konular çokça yazıldığı için daha ayrıntısına değinmeyeceğim).
Bu gelişmelerin yarattığı kriz dinamikleri yeni sömürgelerde 1. devrim dalgası ile sona ermiştir. 1959 Küba, 1973-75 Vietnam ve 1979 Nikaragua devrimleri bu dalganın ürünüdür. Ayrıca bütün yeni sömürge ülkelerde bu dönemde devrimci hareketler gelişmiş ve iktidar mücadelesinde önemli deneyimler yaşanmıştır. Buradan bakıldığında yeni sömürge devrimi “yeni” bir sorundur. 2. devrim dalgası yeni yeni mayalanmaktadır ve bu da yeni sömürgecilik ilişkilerinin olgunlaşma krizinden ortaya çıkacaktır.
Bütün bir sömürge imparatorlukları sisteminin yıkılmasına sebep olan klasik sömürge devrimi 1880’lerde başlar ve 1970’lere kadar gelir. Yani yaklaşık 100 yıl sürer. Hazırlık evresi 30-40 yıl sürmüştür. Yeni sömürge devrimi içinde aynı şeyleri söylemek tarihsel olarak mümkündür.
Kriz ve Devrimciler: Türkiye’de yeni sömürge k
apitalizminin yarattığı kriz dinamiklerinin en şiddetli vurduğu yer doğuda yoksul köylülüktür. Batıda ise krizin en şiddetli vurduğu yer işçi sınıfıdır.
Kürt hareketini harekete geçiren bir unsur varken Türkiye’de bu yoktu. Buna rağmen büyük Zonguldak yürüşü ve 1987 işçi baharı gerçekleşti. Bunlar Türkiye’deki yeni sömürgecilik krizinin toplam ürünleridir. Bütün bu krizlerin siyasi bir forma dönüşmesini engelleyen etmenlere baktığımızda, Türkiye solunun sınıf içinde tam olarak örgütlenenemesi büyük etkendir. Fakat Türkiye egemen sınıfları da toplumsal muhalefet dinamiklerinin siyasal bir yapı kazanmasını engellemek için, çok şiddetli bir baskı pratiği uygulamaktadır. Toplumsal muhalefetin çeşitli unsurları birbirinden sert biçimde ayrılmıştır. Bunları kontrol edecek geleneksel mekanizmalarda vardır. Bunların başında Türkiye sendikal hareketi gelmektedir. İkincisi siyasi parti yapılanmalarıdır.
Burada şunu görmek zorundayız. Yeni sömürge kapitalizminin krizi karşısında geliştirilecek devrimci hareketlerin perspektifini, bu yeni sömürge dinamiklerinin tamamını kapsayacak ve bunların tamamını devrimci mücadeleye dönüştürecek şekilde kurması zorunludur. Sadece temel gücü köylülük, temel mücadele biçimi ordu olan bir devrimci stratejinin gelişmiş bir yeni sömürge toplumunda yalnızca bununla toplum içinde düzen ve devrim saflaşmasını yaratamayacağı görülmüştür. Ama pratik bir başka şeyin de göstergesidir.
Silahlı mücadelenin tek biçimi ordu, tek gücü köylülük değildir. Yani ordu biçimindeki silahlı mücadeleye ve köylülüğe dayanan devrimci bir ordu, 50’li yılların öncesindeki sömürge dünyasına aittir. Bu dünyadan başka bir dünya oluşmuştur ve bu yeni dünyada yeni ordu biçimleri ve yeni savaş biçimleri gelişmektedir. Bu yeni ordu ve savaş biçimlerini kavrayamadığımız ölçüde devrimci bir stratejiyi -ülkenin bütün devrimci sınıflarını, onları harekete geçiren toplumsal kriz kaynaklarını yetkin bir şekilde değerlendirebilen- kurabilmek mümkün değildir. Bugünkü kurulu düzen karşısında devrimci bir alternatifi topluma maledebilmek için düzenden tam anlamı ile kopmuş ve onun karşısında ayakta durabilen (kendi silahlı kuvveti ile) siyasi bir özne olmaksızın kitleselleşebilmek mümkün değildir. Ne zaman yığınlar kendi durumlarını değiştirebilmek için harekete geçebiliyorlar? Ancak silahlı bir kuvvete dayandıkları zaman olabiliyor. Bunun başka bir yolu yoktur. Ama bunu gelişmiş yeni sömürge toplumlarında, artık bütün çevresi gecekondularla örülmüş 10-20 milyonluk şehirlerde klasik biçimdeki silahlı savaş yöntemleri ile yapabilmek mümkün değil.
Son olarak şunları belirtmek gerekir.
Birincisi, 80 evveli tekelci burjuvazi orta sınıfları ortadan kaldırmakta idi. Bu sınıflar yeni sömürge kapitalizmi ile çelişki içindeydiler. Şimdi ise şimdi ise tekelci sermayenin üretim bandına dikey bir şekilde entegre olmaktalar. Varlıklarını yeni sömürge kapitalizmine borçlular.
İkincisi birçok yeni sömürge ülkede ulusal özellikler taşıyan hareketler var. Zapatist hareket ve Kürt hareketi kendilerini yerli-kültürel haklarla sınırlayınca reformist oldular. Oysa peru ve kolombiya kır hareketleri böyle bir yol izlemediler. Bu bağlamda bu hareketlerin kendilerini yeni sömürge devrimi içinde kavramaları zorunludur. Bu anlayış kesintisiz devrim 2-3’tede nüvesel olarak vardır (intifada hareketi de bu bağlamda fakat daha özel bir bakış açısıyla incelenmelidir).
Üçüncü ve son olarak yeni sömürge ülkelerde yüksek bir kentleşme oranı bulunmaktadır. Buraya kadar söylenenler açısından baktığımızda dünyada bir yeni proleterleşme dalgası olmakta ve bu yeni sömürgeler merkezli oluşmaktadır. Türkiye’nin 3. büyük kentleşme oranına sahip olduğu düşünülürse ne yapmamız gerektiği ortadadır.
SONUÇ
Akademisyen yada aktivist değil, zamane gerilla devrimcidir. Önünde bir çok soru bulunmaktadır. Acaba durgunluk zamanında iyi hazırlanan bir hareket hareketli bir dönemde önderliği ele geçirebilir mi? Tıpkı bolşevikler gibi ama sürekli çabalayarak. Sürekli sütü sistemli bir şekilde çevirip üzerinde kaymak oluşturmak gibi. Acaba düşük yoğunluklu bir şekilde ayaklanarak gücünü biriktirebilir mi bu yolda. Cevabı hayattan bir şeyler öğrenirken öğretebilmekte…
Murat Çakır-Öğrenci