Bir yıl önce bu Konferans Irak’a karşı savaş sorusu üzerine samimi bir tartışma için buluşma yeriydi. Irak’taki tehdidin BM denetçilerinin işini sonlandırmayı haklı göstermeye yeterli olup olmadığı, savaşın uzun vadeli sonuçlarının kontrol edilebilir olup olmadığı ve uluslararası terörizme karşı savaş ve bölgenin istikrarı üzerinde yaratacağı etkilerle beraber, savaşın meşruiyeti etrafındaki çekişmenin çatışma sonrası evre için […]
Bir yıl önce bu Konferans Irak’a karşı savaş sorusu üzerine samimi bir tartışma için buluşma yeriydi.
Irak’taki tehdidin BM denetçilerinin işini sonlandırmayı haklı göstermeye yeterli olup olmadığı, savaşın uzun vadeli sonuçlarının kontrol edilebilir olup olmadığı ve uluslararası terörizme karşı savaş ve bölgenin istikrarı üzerinde yaratacağı etkilerle beraber, savaşın meşruiyeti etrafındaki çekişmenin çatışma sonrası evre için esas olan sürdürülebilirliği tehlikeli bir biçimde azaltacağı konusunda fikirlerimiz ayrıldı.
Federal Hükümet, zamanında aldığı tutumun doğruluğunun yaşanan olaylarca da ispatlandığını düşünmekte. Koalisyona katılmamak bizim siyasal kararımızdı çünkü savaşın nedenlerinin geçerliliği konusunda ikna değildi, hâlâ da değiliz.
Yine de, koalisyon savaşa girmeye karar verdiğinde iki şey netti. Birincisi, koalisyon mümkün olabilen en çabuk şekilde savaşı başarılı bir neticeye erdirmek zorundaydı. İkincisi, barış galip gelmeliydi.
Çünkü bir başarısızlığın hepimiz için, Amerika kadar Avrupa, savaş yanlısı ve savaş karşıtı ülkeler için eşit derecede kötü etkisi olacaktı. Bu inanç Irak savaşı süresince ve sonrasında da Almanya’nın tutumunu belirlemiştir.
…
Savaş hakkındaki fikrimizden bağımsız olarak, biz barışı beraber kazanmamız gerekir yoksa hep beraber kaybederiz diyorsak ileriye bakmamız gerekir:
Koalisyonun çabalarının başarılı olması gerektiği konusunda hemfikiriz. Irak’ta şiddet ve terör güçleri hakimiyeti ele geçirmemeliler.
Bu nedenle şu anda ülkenin egemenliğinin geniş bir meşruiyet altında geri iade edilmesi ve tercihen seçim sandığında meşruiyetini kazanmış bir Irak yönetimine devredilmesinin hayati önem taşıdığına inanıyoruz. Birleşmiş Milletler egemenliğin devrinde demokratik bir yeniden yapılanmada kilit rol oynamalıdır çünkü bu sürecin gerekli meşruiyetini ancak BM güvence altına alabilir.
En başından beri biz Irak’taki yeniden yapılanmanın Afganistan deneyimine dayanması gerektiğini söyledik. Bu görüş bizim Irak’taki polis eğitim projemiz ve insanî taahhütlerimize de yansımıştır.
Bir sure önce başlayan bir tartışmaya açıkça gönderme yapmama izin verin. Irak’a doğrudan NATO müdahalesi kararı son derece dikkatli bir şekilde ele alınmalı ve tartılmalıdır. Irak’ta Alman askeri konuşlandırmayacak olsa da, Federal Hükümet bir konsensüsün önünde engel olmayacaktır. Ancak, başarısızlık riski ve İttifak için potansiyel olarak çok ciddi, muhtemelen ölümcül sonuçları kesinlikle göz önünde bulundurulmalıdır.
Dürüstlük benden, bu konudaki derin şüphelerimi saklamamamı gerektirir.
Bütün olarak bölgede uzun süreli sürdürülebilir bir reform süreci olmaksızın Irak’taki krizin çözülemeyeceği daha da açık bir hale gelmekte.
Irak savaşı hakkındaki ihtilafa rağmen, 11 Eylül 2001’den sonra ne ABD ne de Avrupa ve Orta Doğu’nun kendisinin Orta Doğu’daki statükoya daha fazla tahammül edemeyeceği görüşünü uzun süredir paylaşıyoruz.
Çünkü Orta Doğu bu yüzyılın şafağında bölgesel ve küresel güvenliğimize en büyük tehdidin merkez noktasıdır: totaliter ideolojisi ile yıkıcı cihat terörü. Bu tür bir terör sadece Batı toplumlarına değil, her şeyin ötesinde İslam ve Arap dünyasına da tehdit oluşturur.
Bu yeni totalitarizm tehdidine yalnızca askeri yollarla karşı koyamayız. Yanıtımız, bu tehdit kadar kapsayıcı olmak zorundadır. Ve bu yanıt sadece Batı tarafından da verilemez.
Eğer yardımsever ama münasebetsiz bir tutum takınacak olursak, ilk yenilgiyi kendimize karşı almış oluruz. Bunun yerine, gerçek bir işbirliğine dayanan ciddi bir öneri, bölgedeki devletler ve toplumlarla beraber çalışma öneri planı hazırlamalıyız.
Cihatçı terörizm siyasal amacına, yani Orta Doğu’da istikrarın bozulması amacına ulaşabilecek kadar güçlü değil. Bu yüzden Batı’yı ve hepsinden önce Amerika Birleşik Devletleri’ni bir medeniyetler çatışmasının -İslam’a karşı Batı- içine sokmaya ve aşırı tepki vermesi ya da yanlış kararlar alması yoluyla tüm Orta Doğu’da istikrarın bozulmasına neden olmaya çalışıyor. Bu amaçla, yürütülen terör ve asimetrik savaş halinin iki hedefi vardır: birincisi, Batı’daki kamuoyu şöyle dursun, bölgede konuşlanan güçleri yıpratmak, ve ikincisi, bölgeyi kaos ortamına sürüklemek.
Kesinlikle bu nedenlerle, teröre karşı savaşta atılan her adımı çok dikkatli düşünmeli ve cihat teröristlerine karşı galip gelecek ortak bir strateji geliştirmeliyiz.
…
Bununla beraber, eğer cihat terörüne karşı savaşı kazanmak istiyorsak, Orta Doğu konusunda çok daha geniş ve kapsamlı bir yaklaşım geliştirmemiz gerekecek. Çünkü yeni terörizmin arkasında Müslüman Arap dünyasının pek çok kesiminde yaşanan derin modernleşme krizi yatmaktadır.
Eğer yalnızca güvenlik meselelerinin önemli taşıdığını düşünürsek, barış ve güvenliği korumaya yönelik birleşik çabamız başarısızlığa mahkum olacaktır. Bu elbette önemlidir, ancak terörizme karşı bu savaşta güvenlik çok daha geniş bir kavramdır: Demokrasinin yanı sıra sosyal ve kültürel modernleşme meseleleri, hukukun üstünlüğü, kadın hakları ve iyi yönetişim artık daha da büyük önem taşır.
AB’nin 2003 yılının Aralık ayında benimsediği Avrupa Güvenlik Stratejisi bunun gerçekleştirilmesine dayalıdır.
Bugüne değin Orta Doğu ülkelerinin küreselleşmeyi bir nebze olsun olumlu bir şekilde şekillendirmeleri neredeyse hiç mümkün olmamıştır. Bölge 21. yüzyılın acil meydan okumalarına henüz bir yanıt bulabilmiş değildir.
…
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın yayınladığı en son Arap İnsani Gelişme Raporu’nu da dikkate almamız gerekir. Bölgenin eksiklikleri karşısında rapor Arap dünyasında bilgi toplumu Stratejik Vizyonunu ileri sürer. Bunun yapıtaşlarını, demokrasi ve hukukun üstünlüğü, kadınlara eşit haklar sağlanması ve kamusal hayata entegrasyonu, modern eğitim sisteminin ve ekonominin yanı sıra güçlü sivil toplumların gelişimi oluşturur.
Bu nesiller sürecek bir sorumluluktur. Ve bu girişim sadece dışarıdan gelemez. Bu, en başta, içeriden gelmelidir. Başarılı reformların anahtarı bölgenin içinde yatmakta.
Bunları bilmenin iyi olduğunu ama bunların güvenlik politikasıyla pek bir alakası olmadığını düşünenler yanılır. NATO’nun Irak’a girip girmeyeceği sorusu (ki kesinlikle bu sorunun önemini azaltmak istemesem de) güvenliğimiz açısından bizim, yani Amerika, Avrupa ve bölgeden etkilenen tüm ülkelerin sonuçta stratejik olarak Orta Doğu’da bu modernleşme ve istikrar sorunuyla uğraşıp uğraşmayacağından daha az önemlidir.
Başarılı olmak istiyorsak, Avrupa Birliği ve ABD ortak güvenliğimize yönelik bu büyük tehdit karşısında Orta Doğu için yeni bir transatlantik girişimi oluşturmak için kapasite, servet ve projelerini ortaklaştırmalıdır.
…
Elbette, böylesi bir birleşik transatlantik girişiminin varlığı iki koşulun gerçekleştirilmesine bağlıdır: ilk başta, bu girişimin sürdürülebilirliğe ihtiyacı vardır ve uzun-erimli bir bakış açısına dayanmalıdır. İkinci olarak, temel bölgesel sorun, yani Orta Doğu sorunu ne bir kenara atılmalıdır ne de bu sorunun daha başlangıç aşamasında bu girişimin önünü tıkamasına izin verilmelidir.
Cihat terörizminin ortaya çıkardığı ortak tehdit ve stratejik anlamda güvenliğimiz için hayati önem taşıyan bölgenin istikrarının bozulması; ortak çıkarlarımız; toplu ve yakın işbirliği yoluyla imkanlarımızın çoğ
alması- bunların tümü şimdi Amerika ve Avrupa’nın Irak savaşına dair görüş farklarından doğru sonuçlar çıkarmaları ve büyük Orta Doğu için bölgedeki ortaklarımızla beraber bir perspektif ve strateji geliştirmeleri gerektiğine işaret eder. Dikkatinizi şuna çekerim, burada “alet çantası” yaklaşımından değil, ortak bir stratejiden bahsediyorum.
Bu girişimin iki aşamada olması uygun görünüyor. Hem NATO hem de AB’nin hali hazırda Akdeniz’de işbirliği anlaşmaları bulunmakta. Bu yüzden, atılacak ilk adım ortak bir AB/NATO Akdeniz süreci olacaktır.
İkinci adım ise, tüm Orta Doğu bölgesine hitap eden “ortak bir gelecek deklarasyonu” olacaktır.
İlk önce AB/NATO Akdeniz sürecine dair görüşlerimi açıklamama izin verin.
Akdeniz’in 21. Yüzyıl’da düşmanca mı yoksa dostça mı bir karşılaşmaya sahne olacağı ortak güvenliğimiz açısından stratejik önem taşımakta.
NATO’nun Akdeniz ülkeleri ile yürüttüğü diyalog ve Avrupa Birliği’nin Barselona Süreci, işlerini yakından koordine etmelerini ve yeni bir AB/NATO Akdeniz süreci oluşturmalarını sağlayıp birbirlerinin işlevlerini tamamlayarak güçlendirebilir.
AB’nin Barselona Süreci ve NATO’nun Akdeniz Diyaloğu birbirinin içinde yok olarak karışma yerine, kendi özgül güçleri sayesinde birbirini tamamlamalıdır.
Yeni AB/NATO Akdeniz süreci, NATO Akdeniz Diyaloğu içindeki tüm katılımcıları kapsamalıdır: NATO ve AB üyelerine ek olarak Maghreb ülkeleri Cezayir, Tunus, Fas, Moritanya’nın yanı sıra Mısır, Ürdün ve İsrail. Bunalar Barselona Sürecindeki tüm katılımcılar, yani yukarıda sayılan ülkelerin yanı sıra Filistin toprakları, Suriye ve Lübnan da dahil edilmelidir.
Bu işbirliği dört ana öncelik gerektiren konuyu merkezine almalıdır: güvenlik ve politika; ekonomi; hukuk ve kültür; sivil toplum.
Birinci öncelik sıkı bir politik işbirliği ve güvenlik ortaklığı geliştirmek olacaktır. Söz konusu tüm devletler arasında şeffaflık ve güven oluşturmayı hedefleyecektir. Ayrıca, bölgedeki ülkelerin politika, kurumsallaşma, demokrasi ve hukuk gibi tüm alanlarda reform süreçleri desteklenmelidir.
Bölgedeki tüm devletlerin meşru güvenlik çıkarları, şeffaflığa, silahsızlanmaya ve silah denetimine dayalı bir bölgesel güvenlik işbirliği sistemi ile temsil edilmelidir. Avrupa Birliği, Barselona Süreci’nde bu hedefle açık ve net öneriler getirmiş bulunmaktadır.
NATO, siyasal ortaklık ve verimli bir güvenlik ortaklığına çok başarılı katkılar sunabilir. Özel gücü ve Barış için Ortaklık Programı’nda edindiği deneyim çok büyük bir önem taşıyabilir.
Akdeniz ülkeleri için yeni bir ekonomik ortaklık ikinci öncelikli konu olabilir. Her şeyin ötesinde, bugüne dek birbirinden ayrı işleyen ekonomik alanların geliştirilmesi ve bütünleşmesi siyasal ve sosyal değişim sürecinin desteklenmesinde belirleyici bir rol oynayabilir. Öyleyse, 2010 yılına kadar tüm Akdeniz havzasını kucaklayacak bir serbest ticaret alanının yaratılması hedefinin niçin hep beraber istekle peşinden gitmeyelim?
Dahası, Avrupalılar ve Amerikalılar olarak ulus ötesi üretilen mallara pazarlarımız açarak bölgede işbirliğini harekete geçirebiliriz.
Üçüncü öncelik olan, hukuk ve kültürde ortaklık demokrasi ve hukukun üstünlüğüne dayalı kurumların yanı sıra eğitim alanında serbest bir ortam ve işbirliğinin geliştirilmesini içermelidir.
Benzer şekilde, dinler arası diyalog, kültürel alanda yoğun alışveriş ve işbirliği ile kültür ve eğitimde hoşgörü ortaklığı burada merkezi önem taşıyacaktır.
Dördüncü öncelik sivil toplumun ve tüm STK alanlarının güçlendirilmesi ve bütünleştirilmesini hedeflemelidir. Güçlü bir sivil toplum, demokrasi ve hukukun üstünlüğü için vazgeçilmez olduğu gibi herhangi bir yenilenme süreci için de zorunludur.
…
Şimdi girişimin ikinci aşamasına, “ortak gelecek deklarasyonu”na geliyorum. Bu, sadece AB/NATO Akdeniz sürecine dahil olanlar için değil, aynı zamanda Arap İşbirliği’nin diğer tüm üyelerini hedefler. İran’ın katılımı bir kez daha gözden geçirilmelidir.
…
Anlaşma, ülkelerin imza attıkları bir dizi ilkeyi içermelidir.
İlk başta, imzacılar güç kullanımından feragat etme, barış ve güvenlik, demokrasi ve ekonomik işbirliği, silah denetimi, silahsızlanma ve ortak güvenlik sistemine bağlı kalmayı temin ederler. Tüm katılımcılar terörizme ve totalitarizme karşı ortak savaşı desteklemeyi vaat ederler.
İkincisi, imzacılar 21. Yüzyılın meydan okumalarına karşı kararlı tavrı, devletin ve toplumun siyasal, ekonomik ve sosyal reform politikalarında görürler. Ekonomilerinin entegrasyonunu desteklerler.
İmzacıların hepsi, insan haklarının yan sıra hukuk ve adalete bağlı iyi yönetişim, yurttaşların siyasal karar alma süreçlerine katılımları, ülkelerinde güçlü ve bağımsız bir sivil toplum ve kadınlara eşit haklar ve kamusal hayatta gelişimleri için gayret ederler.
Üçüncü olarak imzacılar, kadın ve erkek tüm yurttaşlara bilgi ve eğitime eşit erişim hakkı tanıyacaklarını temin ederler. Hedef bölgede bilgi toplumları kurmaktır. Bu amaç Arap İnsani Gelişme Raporu’nda tanımlanan merkezi stratejik hedefi yansıtır. Bu yazın başında, hızla birbirini ardına gerçekleşecek olan G8, Avrupa Birliği ve NATO zirveleri böylesi bir projeyi gerçekten harekete geçirme fırsatı sunacaktır. Bu projenin temel bileşenleri NATO; AB ve ulusal sermayelerin giriştiği halihazırdaki girişimlerde zaten mevcuttur. Bölgedeki ülkelere ortaklık önerisi İstanbul’da tazelenecektir.
Yeni bir transatlantik girişimine dair bu görüşler, büyük Orta Doğu’nun modernleştirilmesinin 21. Yüzyılda güvenliğimiz için belirleyici olacağı inancıyla iç içedir. Orta Doğu’daki insanların küreselleşmenin kazanımlarına iştirak etmeleri bu nedenle bizim çıkarımızadır.
Bu yıl 1 Mayıs’ta AB on yeni üye daha alacak ve nihayet Avrupa’nın bölünmüşlüğüne son verecektir. Avrupa gittikçe yakınlaşmakta. Elbette bu zorluklar, çelişkiler ve çatışkılar olmaksızın gerçekleşmiyor ama Avrupa yakınlaşıyor. Ben bundan kesinlikle eminim. Eylül 2001’deki o korkunç günden beri deneyimlerimiz, Atlantik’in iki tarafında da bizi, önümüzde duran muazzam tehditlere karşı transatlantik ortaklığının kaçınılmaz olduğunu kabul etmeye itti.
Eğer Avrupa ve Kuzey Amerika’daki devletler ortak tehdide karşı Avrupa Birliği ve NATO’da stratejik ortak olarak birlikte çalışırsa, ve eğer kendi yetenekleri ve güçlerini Orta Doğu devletleri ile yeni bir işbirliği oluşturmak üzere bir araya getirirse, gerçekten ortak güvenliğimiz açısından bu en büyük katkı olacaktır. Ancak bunu başaramazsak ve bu konuda dar görüşlü davranır, ileriyi göremeyip tereddüt edersek, çok ağır bir bedel ödemek durumunda kalabiliriz.
Conatus Çeviri Dergisi, “Emperyalizm, Yeni Emperyalizm, İmparatorluk”, sayı 2, Temmuz-Ekim 2004.