6-7 Eylül olayları ile bir taşla çok kuş vurulmuştur. Azınlıklar göçe zorlanmış, komünistler tutuklanmış, İstanbul dışındaki azınlıklara ve Kürtlere İstanbul’daki Rumlar üzerinden gözdağı verilmiş, ekonomik sorun unutturulmuş, azınlıkların elindeki sermaye kısa zamanda Türklere aktarılmış ve yeni Türk burjuvazisinin yaratılmasına hizmet edilmiştir
Yüzleşilmemiş bir geçmiş, ruhumuz ve kimliğimizde bir apse gibidir. Yüzleşmek bir bisturi gibi acıtır, rahatımızı kaçırır ama iyileşmenin başka da bir yolu yoktur.
Serol Teber, Tutunamayanlar’ın Politik Psikolojisi
Fransız Devrimi’yle ortaya çıkan ulus-devlet fikri, Avrupa’da uygulama alanı bulmuş ve feodal siyasal devletlerin imparatorluk şeklindeki yapılanması sona erdirilerek ulus-devlet düzenine geçilmiştir. Daha sonra bu fikir dünyanın diğer bölgelerine de yayılmıştır. Kapitalizmin ihtiyaçlarına göre Avrupa’da oluşan yeni devlet yapısı olan ulus-devlet anlayışı, Osmanlı İmparatorluğu’nu da derinden etkilemiştir. Ulus-devletler, Birinci Dünya Savaşı sonrasında feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinin ürünleri olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Türk ulus-devleti de kapitalist gelişmenin bir sonucu olarak aynı anlayışın bir tezahürüdür.
Kapitalizmin gerekliliği olarak ortaya çıkan ve tüm dünyayı etkileyen ulus-devlet projesi en çok, çok uluslu imparatorlukları etkilemiş; bu imparatorluklardan tek uluslu devletler ortaya çıkmıştır. Kapitalizmin ihtiyacına ve bitmek bilmeyen kâr hırsına bağlı olarak ortaya çıkan ulus-devletler yine kapitalizmin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenme aşamasındadır. Ulus-devletin oluşması sürecinde yaşanan etnik kimlik ya da azınlık sorunları ulus-devletler için hâlâ sorun ve gerilim hattı olarak durmaktadır. Tek ırklı, tek uluslu devlet yapılanması temelinden hareket eden ulus-devlet anlayışı daha sonraki süreçlerde bu tek ırk ve tek ulus üzerinden yeni “azınlık ve farklılık” yaratma güdüsüyle hareket eder. Varlık nedenini iç ve dış düşmana göre belirleyen ulus-devlet mantığı için; iç düşman yaratma konusu ve iç düşmanın varlığı onun sorgusuz sualsiz devamlılığını sağlayan yeğene unsurdur. Ulus-devlet sürecinde herkes her an “azınlık” olabilir. Azınlıklar, iç düşman emeliyle hayali değil gerçek düşmanlardır.
Ulus-devlet, Vikipedi’de “meşruiyetini bir ulusun belli bir coğrafi sınırlar içindeki egemenliğinden alan devlet şekli” olarak tanımlanır. Bu tanımda yer alan coğrafi sınırlar, Misak-ı Milli ile çizilen bölgelerdir. Ancak asıl önemli olan bu coğrafi sınırlar içinde bir ulus yaratma sürecinin gerçekleştirilmesidir.
Fikret Başkaya’nın “Şeyleri adıyla çağırmak gerekir” çağrısına uyarak, 6-7 Eylül “olaylarını” incelemeden önce konunun adını netleştirmek istiyorum. Söz konusu süreci normalleştirmek ve kabul edilir kılmak için, süreç hep “olay ve olayları” şeklinde ifade edilmiştir. Oysa yaşananlar, kelimenin tam anlamıyla “pogrom”dur. Pogrom; dinsel, etnik veya siyasi nedenlerle bir gruba karşı yapılan şiddet eylemleridir. Bu şiddet eylemleri, genellikle evleri, işyerlerini veya ibadet yerlerini tahrip etmek, insanları dövmek, yaralamak, tecavüz etmek veya öldürmekten oluşur. 6-7 Eylül de tam olarak budur. 6-7 Eylül Pogromu, devletin ve milletin dahil olduğu, azınlıkları yok etme ve onların mal ve mülklerine el koyma girişimidir.
Çokuluslu Osmanlı İmparatorluğu’ndan tek uluslu bir devlete geçiş süreci, İttihat ve Terakki dönemiyle başlamış ve Cumhuriyet dönemi politikalarıyla sürdürülmüştür. İttihat ve Terakki’nin (1912-1918) iktidar olduğu yıllarda atılan temeller üzerine devlet ve millet politikası haline gelen “Türkleştirme” politikaları, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlık nedeni olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan uluslar arasında, ulus olma ve uluslaşma sürecini en geç yaşayan, Türklerdir. Türkler, ulus olma yolunda, yaşadıkları coğrafi sınırlar içinde tek bir ulus oluşturma düşüncesiyle, Anadolu’nun kadim ulusları için kanlı ve zorlu bir süreç başlatmıştır. Farklı ve kadim ulusları barındıran Anadolu’nun homojen (tek kimlikli) hale getirilmesi, Kemalizm’in tanımladığı ulus-devlet olmanın vazgeçilmez şartlarından biridir. Bu toprakları kadim uluslardan arındırmak için İttihat ve Terakki döneminde başlatılan yapı, Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. “Özellikle Balkan Savaşları’ndan sonra belirginleşen milliyetçi paradigma, kurtuluşu milli iktisat ve homojenleştirme politikalarında buldu.” (İlkay Öz, Mülksüzleştirme ve Türkleştirme, 2021:15)
Ulus-devlet inşası hem ulus hem de ulusal burjuvaziyi yaratma sürecidir. Bu süreç ekonomik ve psikolojik bir süreç olarak gerçekleşmiştir. Milli/ulusal sınırlar içinde bir ulus yaratmak için, milli sınırlar içinde yer alan ve azınlık durumuna düşmüş kadim ulusları, öncelikle kurucu ulus olan Türklerden ayırmak gerekir. “Ulus-devletlerin azınlıkları, genellikle, ulus-devletin homojenleştirilmesi tekleştirilmesi önünde bir engel ve hatta tehdit olarak algılanmışlardır. Devletin yeni meşruiyet zeminini meydana getiren unsur, etnik-kültürel birlik olarak kabul edildiğinden diğer etnik grupların varlığı, ancak devletin zaafı olarak görülebilecektir”. (Dilek Güven, Toplumsal Tarih dergisi, 14. Sayı, sayfa.38)
Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslaşma ve ulus-devlet olma sürecinin inşası, sadece CHP iktidarıyla sınırlı bir alan değildir. Oya Baydar, bu süreci “dağılan, çöken imparatorluğun kalıntıları üzerinde Müslüman Türk unsurlara dayalı Türk ulus-devletini kurmak; bu amaçla Anadolu’yu Türkleştirmek, yani ulus-devlete gerekli ulusu oluşturmak” şeklinde tanımlar. (Oya Baydar: Doğu Batı Düşünce Dergisi, Sayı 100 2022, s. 140) Kuruluşla birlikte başlayan “Türk Ulusu” devletini oluşturma mücadelesi, demokratik bir ülke olmanın önüne geçerek günümüzde de aynı hız ve şiddetle sürmektedir. Bu emel, tüm iktidar ve partilerin ortak amacını oluşturmaktadır. Ulus-devleti kendi meşreplerine göre düzenlemek ve değiştirmek; onu güçlü kılmak için, devlet içinde yer alan ve sorun olarak gördükleri diğer ulus ve kimlikleri arındırmak ve temizlemek amacıyla hareket edilmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus-devlet olma sürecinde, devlet hem meşru/yasal hem de gayri meşru/yasadışı yollarla arındırma ve temizleme işini denemiş ve başarmıştır. Devlet kavramı, yasal ve yasal olmayan davranış biçimlerinden oluşur. Türkiye’de, yasal olmayan devlet davranışları, devleti korumak ve kutsallaştırmak adına “derin devlet” denen ne idüğü belirsiz bir yapıya atfedilir. Oysa tüm devletler “derindir” ve her türlü yasal olmayan işin içindedir. Yasal olmayan işlerin asıl kaynağı, yasal bir yapı olan devlettir. Devletin meşru arındırma ve milli burjuvaziyi oluşturma çabalarına, Lozan Anlaşması, Mübadele Antlaşması, Varlık Vergisi, Çalışma-Amele Kampları örnek verilebilir. Devletin yasal davranışına örnek olarak Varlık Vergisi gösterilebilir. 2. Dünya Savaşı yıllarında, 11 Kasım 1942-15 Mart 1944 tarihleri arasında uygulanan Varlık Vergisi, ekonomiyi-piyasayı Türkleştirme-Müslümanlaştırma politikalarının bir parçasıdır. Bu vergi ile piyasanın-ekonominin azınlıklardan-Anadolu’nun kadim uluslarından arındırılması/temizlenmesi büyük ölçüde sağlanmıştır. Kadim uluslar/azınlıklar, ekonomide sayısal olarak varlıkları kadar temsil edilmeye başlanmıştır. Varlık Vergisi, meşru/yasal (TBMM kanunudur) olmasına rağmen, özünde uygulama biçimi ve vergi oranları açısından gayri meşru ve gayri ahlaki bir yasadır.
Devletin gayri meşru işleri, meşru işlerinden daha fazla ve daha çok can acıtıcı olmuştur. 6-7 Eylül Pogromu, devletin gayri meşru çalışmalarından biridir. Devlet, elindeki yasal şiddet tekelini, gönüllülük esasına göre belirli bir zaman dilimi için belirli bir gruba devretmiştir. Devletin gayri meşru davranışına halkın/milletin katılması, onu meşru kılmamaktadır. Devlet, gayri meşru işleri için kurucu kimlik olan Türkleri gönüllü olarak kullanmıştır. Millet, devlete ait ya da devletçe planlanan meşru ve gayri meşru eylemlere gönüllü olarak katılarak, devletin ve kendi yaptıklarının sorgulanmasını engellemiştir. Her iki taraf için de “birlikte yaptık ve başardık” duygusu hâkim olduğundan, “beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısını anımsatmaktadır. Devlet, yasama organını millet tarafından seçimle oluşturarak, meşru işlerine milleti ortak etmiştir. Gayri meşru işlerinde ise, milleti o gayri meşru işin ya da eylemin içine katarak suç ortağı yapmıştır. Her iki süreçte de millet, meşru ve gayri meşru işleri sorgulayamamıştır. Eğer suç ortağıysan, suçu ve suç ortağını sorgulayamazsın. Millet, devletin gayri meşru işlerine göz yumarak hatta bizzat katılarak suç ortağı olmuştur. 6-7 Eylül Pogromu, devlet-millet işbirliğiyle gerçekleştirilmiştir.
1915 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi yurttaşı olan Ermeni yurttaşlarını zorunlu göçe tabi tutmasıyla başlayan sermayenin el değiştirmesi sürecinde palazlanan Anadolu’nun Türk-Müslüman sermayesi, 6-7 Eylül pogromu ile İstanbul’daki azınlıkların sermayelerine el koyarak palazlanma sürecini sürdürmüştür. “Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin tasfiye ve mülksüzleştirilme süreçleri Türk ulus-devletinin kapitalist birikim politikalarıyla eşzamanlıdır.” (İlkay Öz, Mülksüzleştirme ve Türkleştirme, 2021:13)
Varlık Vergisi ile ekonomik yaşamdan silinen azınlıkların fiziki olarak da silinmesi ya da sayısal olarak azaltılması gerekiyordu. 6-7 Eylül Pogromu ile ülke hem Türk olmayan-kadim halklardan unsurlardan göç ve öldürülme sonucu temizlenmiş, hem de sermaye Türkleştirilmiştir. Oya Baydar, “Klasik modelde ulus-devletin kurucu ve öncüsü olması gereken ulusal burjuvazinin yokluğunda, bir yandan gayrimüslim servet ve sermayenin Müslüman Türk unsurlara aktarılmasının sağlanması, öte yandan devlet kapitalizmi yoluyla (Müslüman) Türk burjuvazisini yaratmak, güçlendirmek” gerekir diye yazmıştır. (Oya Baydar: Doğu Batı Düşünce Dergisi, Sayı 100 2022, s. 140)
Yeni Türkiye Cumhuriyeti, ulus-devlet olma yolunda hızlı ve kanlı bir şekilde ilerlerken, ülkenin entelektüel, kültür, sanat ve edebiyat hayatı, azınlıkların kovulması ve öldürülmesiyle, azınlık sermayesinin millileştirilmesiyle çoraklaşmıştır. Bugün yaşanan birçok sorunun nedeni de budur. Sermayenin zorla el değiştirmesi, yeni ama köylü bir burjuvazi yaratmıştır.
1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti, 1955’ten itibaren gittikçe zorlaşan bir ekonomik durumla karşılaşmıştır. Ekonomik durgunluk, zamlar, işsizlik ve iflaslar da peşi sıra gelmiştir. Özellikle yüksek enflasyon nedeniyle hayat standardı düşen kesim, Demokrat Parti’ye olan güvenini kaybetmiştir. Bu kesimin güvenini yeniden kazanmak ve toplumdaki ekonomik sıkıntıyı unutturmak için Demokrat Parti de kendisinden önceki gibi azınlıkları hedef almıştır.
Türkiye’de ekonomik sorunların arttığı dönemlerde, ilk hedef azınlıklar olmuştur. Kalkınmanın ve büyük güçlü bir ülke olmanın ayak bağı olarak azınlıklar ve azınlık sermayesi suçlanmıştır. Toplumsal düşmanlığı körüklemek için ekonomik durum her zaman ön planda tutulmuştur. 6-7 Eylül Pogromu, aynı zamanda DP iktidarının devleti tüm kurum ve kuruluşlarıyla ele geçirdiğinin de kanıtıdır. DP de devlet geleneğine uyarak, özellikle İstanbul’un Türk-Müslüman kimliğine kavuşmasında rol oynamıştır. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, ertesi sabah Beyoğlu’nu gezerken “İşin dozunu kaçırdık galiba” diyerek, bu barbarlığın ve pogromun kimler tarafından planlandığını net bir şekilde ortaya koymuştur. 6-7 Eylül olayları, içinde devletin ve milletin olduğu planlı ve programlı bir eylemdir. 6-7 Eylül Pogromu, sadece İstanbul’da yaşayan Türklerin karıştığı ya da içinde olduğu bir eylem değildir. Anadolu’dan özel olarak bu pogrom için getirilen insanlar da vardır. Devletin kurucusu, devlete adını veren ve sahibi olan Türkler, özellikle Anadolu’dan (Sivas’tan 145, Trabzon’dan 117, Kastamonu’dan 116, Erzincan’dan 111 kişi) İstanbul’a getirilerek, 6-7 Eylül Pogromu’nun daha kanlı hale gelmesine neden olmuştur. İstanbul’un Türkleştirilmesinde Anadolu’dan gelen Türklerin katkısı büyüktür. Bir görgü tanığı, yaşanan süreci şöyle anlatmıştır: “Hiç görmediğimiz insanlardı, böyle insanlar yoktu İstanbul’da. İki metre kadar böyle, çarıklı, böyle bıyıklı. Anadolu’dan kamyonlarla getirdiler, bütün İstanbul’u kırmak için.” (Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı 141, sayfa 59)
Kıbrıs olayları ve Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evin MİT çalışanı tarafından bombalanması, Lozan Anlaşması ile korunan ve Türkiye’de mübadeleden muaf tutulan İstanbul Rumlarının temizlenmesi için bahane edilmiştir. 6-7 Eylül olayları ile bunların gönüllü olarak ülkeyi terk etmeleri sağlanmıştır. 6-7 Eylül, bir siyasal iktidar tercihi değil, devlet tercihidir. Lozan ve mübadele anlaşmaları ile ülkenin bağrına saplanmış olan hançer çekilmiştir. Bu olaylar, devletin hedefine (ulus-devlet olma) uygun bir göç dalgası yaratmıştır. Rumlara yönelik gibi görünen saldırı aslında tüm azınlıkları kapsamaktadır.
6-7 Eylül Pogromu, devlet ve millet suç ortaklığı ile yapılmış bir girişimdir ve tarihteki yerini hiçbir zaman alamayacaktır. Bu utanç, tarihin tozlu ve kirli yüzü içinde yok olmayacaktır. Tarihe sığmayacak bu katliam, yüzleşilmemiş ve özür dilenmemiş tarihi katliamların bugün de aynı olayların farklı şekillerde devam etmesine neden olmaktadır. Devletin yok edici şiddetinin halen sürüyor olması bu tür katliamların tüm gerçekliğiyle ortaya çıkmasını engellemektedir.
6-7 Eylül olayları ile bir taşla çok kuş vurulmuştur. Azınlıklar göçe zorlanmış, komünistler tutuklanmış, İstanbul dışındaki azınlıklara ve Kürtlere İstanbul’daki Rumlar üzerinden gözdağı verilmiş, ekonomik sorun unutturulmuş, azınlıkların elindeki sermaye kısa zamanda Türklere aktarılmış ve yeni Türk burjuvazisinin yaratılmasına hizmet edilmiştir. “Yerli ve milli” burjuva-küçük burjuva sınıflarının oluşabilmesi için ise sermaye birikimine ihtiyaç duyulmuştur. Bu yazının içinde 6-7 Eylül Pogromu’nda öldürülen kişilerin, yağmanın ve yakılan işyeri ve evlerin sayısına özellikle yer verilmedi çünkü halen sayısı ve zararı bugün dahi net bir biçimde bilinmemektedir.
Sorun şu ki, bugün olsa yine 6-7 Eylül Pogromu yaşanır mı? Samimi olarak evet dediğinizi duyar gibiyim çünkü bu, yüzleşilmemiş ve özür dilenmemiş bir barbarlık ve katliam olarak tarihteki yerini alamamış bir süreçtir. Bir olayın tarihe geçmesi sanıldığı kadar kolay değildir.
6-7 Eylül, bitmeyen ve devam eden bir süreçtir; dün Ermeniler, Yahudiler ve Rumlar, bugün Kürtler, Suriyeliler… Ulus-devlet olma süreci devlet- millet iş birliğiyle tüm vahşetiyle devam etmektedir. Bu toplumun ve devletin ucundan kıyısından yüzleşmeye ihtiyacı yoktur; devlet de toplum da her kötülüğün farkındadır. Onun için daha cesur yüzleşmelere gereksinim vardır. Serol Teber’in belirttiği gibi “canımız yanacak, rahatımız kaçacak ama iyileşeceğiz, özgürleşeceğiz ve daha bir insan olacağız.” Utangaç yüzleşmeleri bir tarafa bırakmalıyız. Yaşanılan, yaşatılan acılarla ya yüzleşeceğiz ya da yüzsüzce yaşayacağız; dün olduğu gibi. Ulus-devlet olma süreci yerine keşke Demokratik bir devlet olma güdüsüyle hareket edebilen bir toplum olsaydık.
Cumhuriyetin 100. yılı “özür” yılı olsun. Taner Akçam’ın kitabında (Yüzyıllık Apartheid 2023: 9) yazdığı gibi: “Yeni bir gelecek, dünümüz, bugünümüz ve kendimiz hakkında anlatabileceğimiz yeni bir hikâyeyle mümkün. Eğer bugün ve yarınımıza ilişkin yeni bir anlatı inşa edemezsek, bildiğimiz kuruluş hikâyesini tekrar edip durursak daha özgür ve adil bir cumhuriyet hayalimizi gerçeğe dönüştüremeyiz.” Daha özgür, daha demokratik ve daha güzel yarınlar için Cumhuriyetin 100. yılını “özür dileme” yılı ilan edelim ve yüzyıllık özürlerle yüzleşelim.
* Bu yazı, 6-7 Eylül Olayları (pogromu) ile özür dilemeyi başlatmak niyetindedir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.