Kürt sorununun demokratik/siyasi çözümü ve toplumsal karşılığı olan gerçek bir barış, ABD ve İsrail öncülüğünde oluşturulan ve Ortadoğu’da vahşet içinde uygulanan yeni savaş düzeninde yer edinerek değil, ağır bir mülksüzleştirme, işçileştirme, metalaştırma, borçlulaştırma ve yoksullaştırma saldırısı altındaki emekçilerle/halklarla birlikte mücadele etmenin örgütlerini oluşturarak kurulabilir. 19 Mart sonrası Türkiye’de nesnel koşullar, bunun için fazlasıyla uygundur
Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısını bahane eden ve Ortadoğu coğrafyasını (ABD’nin desteğiyle) kan gölüne çeviren İsrail’in saldırıları, sadece savaş bölgelerinde değil civar ülkelerde de önemli sarsıntılara yol açtı. Bu sarsıntılardan payını alan ülkelerden Türkiye’yi etkileyen ise daha çok Suriye’deki gelişmeler oldu. Türkiye destekli cihatçı HTŞ’nin iktidara gelmesi, AKP iktidarında büyük bir memnuniyet yarattı. Ahmet eş-Şara liderliğindeki HTŞ, farklı etnik/dini kökenli toplumları/ulusları vahşi katliamlarla merkezi devlet yapısına biat ettirmeye çalışırken, AKP iktidarı da HTŞ üzerinden Suriye’de söz sahibi olmaya çalışıyor. Kuşkusuz Türkiye için bu söz sahipliğinin aşil topuğu ise Rojava’daki özerk yönetim.
ABD ve İsrail, kendileriyle çelişkisi olan ülkelerdeki iktidarları -açık veya vekil işgallerle- devre dışı bırakırken, örgütleri de silahsızlandırma kıskacına alıyor. İbrahim Anlaşmaları çerçevesinde şimdilik bu iki devletin hedefindeki örgütler -hepsi Şii olan- Irak’ta Haşdi Şabi, Lübnan’da Hizbullah, Yemen’de Ensarullah. Türkiye ise bu politikayı, Suriye’nin kuzeydoğusundaki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) için uygulamaya çalışıyor. Bunun için de bir yandan -önce Alevileri, sonra Dürzileri katliamlarla dize getirmeye çalışan- HTŞ’yi güneyden devreye sokarken, diğer yandan doğrudan TSK ile kuzeyden askeri müdahalelerde bulunuyor.
Peki, Rojava’yı bu kadar önemli kılan ne?
Eleştirilebilecek (başta ABD ile ilişkisi olmak üzere) birçok özelliği baki kalmak koşuluyla, Rojava, Ortadoğu’daki tek laik, toplumsal cinsiyet eşitliğini esas alan, doğa-toplum ilişkisini antikapitalist eksende yeniden tanımlamaya çalışan bir yönetim anlayışına sahip. Bu yönüyle de kadın düşmanı cihatçı barbarların cirit attığı, petro-dolar servetlere sahip kralların/prenslerin/emirlerin yönettiği, petrol/silah/insan/uyuşturucu kaçakçılığının belirleyici bir ekonomik faaliyet olduğu, insan hakları ve demokrasinin engizisyon mahkemelerini arattığı Ortadoğu’da, bölge halklarına bir rol-model oluşturuyor. (Dürzilerden sonra Alevilerin de Orta ve Batı Suriye Siyasi Konseyi’nin kurulduğu ilan ederek özerklik adımı atmaları, bunun en önemli göstergesidir.) Bu yüzden de bölgenin (Türkiye dâhil) egemen sınıflarının selameti için bu modelin tasfiye edilmesi şart. Daha birkaç yıl önce miting meydanlarında elindeki urganı sallayarak “terörist başı Abdullah Öcalan’ın idam edilmesi” propagandası yapan Devlet Bahçeli’nin, “kurucu lider Abdullah Öcalan umut hakkından faydalansın” söylemine geçmesini, bunlardan bağımsız ele almak mümkün değil.
Açıktır ki MHP’nin öncelikli hedefi, PKK’yi silahsızlandırmak. Uzun zamandır Türkiye içinde etkin bir gerilla faaliyeti yürütemeyen ve 10 yıl önceki şehir savaşında yenilen PKK’nin de Bahçeli’nin çağrısını fırsat olarak gördüğü söylenebilir. Bu yönüyle Kürt hareketi ve siyasetinin merkezine Kürt hareketini koyan sosyalist yapıların “zaten barışa zorlamak için savaşılıyordu” şeklinde süreci rasyonalize etmeleri, kendileri açısından tutarlı görünebilir. Hatta CHP’ye yönelik operasyonlar da (bu uygulamalardan çok ciddi zarar görürken yalnız bırakıldıkları için) “ihmal edilebilir” bulunabilir. Bunlar, doğru tutum olmasa da anlaşılabilir. Ancak Ortadoğu’da ve Türkiye’de dengeleri değiştirecek güçteki bir hareket için ikinci kez “oyuna gelme”nin izahı olamaz. Çünkü Suriye’deki gelişmeler de göstermektedir ki iktidar, barışa değil savaşa oynamaktadır. Suriye’nin kuzeyinde özerk bölge kurulmasına asla izin vermeyeceklerini söyleyerek ilgili bölgeye askeri harekâtlar düzenleyen, hem HTŞ’yi hem de ÖSO’yu bu bölgede konuşlandıran bir iktidarın, “Kobanê düştü, düşecek” hülyalarını ve çabalarını terk etmediği açıktır. İsrail’in himayesinde Dürziler Süveyda’da ulusal ordu kurarak özerklik yoluna girdiğinde buraya askeri müdahalede bulunmayan bir iktidarın, söz konusu Rojava olduğunda “Suriye’nin toprak bütünlüğü”nü sağlamak için Tişrîn Barajı civarına SİHA’larla bombalı saldırılar düzenlemesi barış iradesi değildir. Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtları ile yerleşilen bölgelerdeki konumlardan ve buralarda yürütülen nüfus/iskân politikasıyla demografik yapının değiştirilmesinden vazgeçilmemesi, tarihsel sürekliliğin devam ettiğini göstermektedir. Her an, 10 yıl önceki döneme, Türkiye’de “çözüm süreci” devam ederken Kobanê’nin IŞİD tarafından kuşatılıp yok edilmeye çalışıldığı zamana dönülebilir. Bunun göstergeleri fazlasıyla mevcut. Dolayısıyla demokrasi güçlerinin beklentisinin aksine, “süreç”, savaş için barış şeklinde ilerliyor.
Bitirirken, barış hakkında da birkaç cümle eklemek yerinde olacaktır. Kürt sorununda başından beri demokratik/siyasi çözümü savunan birisi olarak, amorf bir “barış” söyleminin çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Hele de “aklı başında hiç kimse barışa karşı çıkmaz” ya da “en kötü barışı, en iyi savaşa tercih ederim” postulatı, sol/sosyalist dünyanın bir kavrayışı olamaz. 1. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı (Türkiye) ile imzalanan Sevr ve Almanya ile imzalanan Versay antlaşmaları da -adı üstünde- barış antlaşmalarıydı. Ancak birincisi Anadolu’nun emperyalist devletlerce parçalanarak sömürgeleştirilmesine, ikincisi Nazilerin iktidara gelmesinin zeminini yaratarak yeni bir dünya savaşına yol açtı. Dolayısıyla açık, somut, halklar ve emekçiler lehine olmayan bir kendinde “barış” güzellemesi, sadece egemen sınıfların konjonktürel çıkarlarına hizmet eder.
Özetle, Kürt sorununun demokratik/siyasi çözümü ve toplumsal karşılığı olan gerçek bir barış, ABD ve İsrail öncülüğünde oluşturulan ve Ortadoğu’da vahşet içinde uygulanan yeni savaş düzeninde yer edinerek değil, ağır bir mülksüzleştirme, işçileştirme, metalaştırma, borçlulaştırma ve yoksullaştırma saldırısı altındaki emekçilerle/halklarla birlikte mücadele etmenin örgütlerini oluşturarak kurulabilir. 19 Mart sonrası Türkiye’de nesnel koşullar, bunun için fazlasıyla uygundur.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.