Kitlelerden kopuk bir devrim perspektifinin kendisi güdük kalmaya mahkumdur. Kitlelere kapalı alanlarda yürütülen siyasal tartışmalar, devrim hedefinin soyutlaşmasını, zaman zaman devrim düşüncesinin askeri kısa yollara indirgenmesini ya da devrime, beklenen bir mesih gibi örgütün amaçlarını aşan bir ilahilik atfedilmesi sonucunu doğurur. Bu da kıyasıya sürüp giden gündelik mücadelelerin yanında belirsiz bir geleceğe ötelenmiş devrim anlayışını getirir. Sokak siyaseti bu iki alanın birleştirilmesi için somut bir alternatif yaratabilir
“Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji” dosyasındaki diğer yazılara ulaşmak için tıklayınız.
12 Eylül Darbesi’nin üzerinden tam 45 yıl geçti, Sovyetlerin resmi olarak dağılması ve kapitalist restorasyonun hızlanması ise 34 yıl önceydi. Türkiye sosyalist hareketinin mevcut durumunda bir strateji tartışmasına başlarken bu iki tarihi hatırlatmamızın nedeni bir nostalji çabası ya da güncel ideolojik ve politik tıkanıklığa bir tür bahane üretmek değil. Ancak Türkiye sosyalist hareketinin yakın geçmişindeki bu iki momentin belirleyiciliğini anlamadan bir strateji tartışması yapmak ve geçtiğimiz on yıllarda yapılan “iyi niyetli” hataları da anlamak mümkün görünmüyor.
Sırasıyla 12 Eylül faşist darbesinin ve SSCB’nin dağılmasının sosyalist hareket üzerinde iki önemli ve kalıcı etkisi oldu. İlki, bütün şiddet ve baskısıyla devrimci hareketi kitlelerden yalıtmak, devrimci fikirlerin mayalandığı mahalleler, fabrikalar ve üniversitelerden onları kalıcı olarak söküp atmak oldu. Bunu, devrimci hareketin kadrolarını hapsederek, katlederek ve kuşaklar arası sürekliliği kırmayı hedefleyerek yaptı burjuvazinin hizmetçisi Kenan Evren cuntası. Aynı devlet aklının devamını 2000’deki “Hayata Dönüş” operasyonlarındaki katliamlarda da görmek mümkün. 90’larda hem kadro düzeyinde hem de halk kitleleriyle bağ kurmada toparlanan devrimci hareket, 80 darbesinin “modern” uzantısı olan bir katliam operasyonuyla tekrar zayıflatıldı.
Devletin bu süreklilik arz eden yaklaşımına sosyalist solun vermeye çalıştığı cevapları tartışmadan önce yukarıda bahsettiğimiz ikinci momente de değinmemiz gerekiyor. SSCB’nin yıkılışının değerlendirmesi başlı başına bir yazı konusu olsa da Türkiye sosyalist hareketi açısından somut çıktısı moral çöküntü ve ideolojik savrulma oldu. Bu durum geleneklerden bağımsız bir şekilde sosyalist hareketin bütününde iki temel reflekse neden oldu. Bunlardan ilki “zamanın ruhunu” yakalamak adına liberalleşerek bu krizi aşma yönünde iken, diğeri ise tam tersi yönde ama birçok sorunlu yanı da barındırarak geleneğe sıkıca sarılarak tutuculaşmak oldu.
Özetle, sosyalist hareket bir yanda liberal/sol liberal etkiye açık bir gelişim süreci izlerken diğer tarafta alabildiğine korumacı ve tutucu bir yaklaşım içerisine girdi. 2000’lerin başından bugüne kadar bu ideolojik savrulma ve kitle bağlarının şiddet yoluyla koparılması sosyalistleri çeşitli denemelere yöneltti. Legal parti girişimleri, “kitlesel sosyalist parti” hedefleri, yatay örgütlenme modelleri, seçimler ve yerel yönetimler üzerinden mevzi kazanma, farklı toplumsal dinamiklerle bağlar kurmak gibi birçok stratejik yönelim ortaya çıktı. Bunların tamamının yanlış ya da hatalı olduğunu iddia etmesek de iki temel eksikliğin üzerinde yükselen bu stratejik yönelimler birçok tarihsel dönemeçte pragmatik taktiksel arayışlara kurban gitti. Bu eksiklerden ilki; dünya ve Türkiye kapitalizminin güncel eğilimlerini ve işçi sınıfının değişen yapısını yeterince çözümleyememek iken diğeri örgütsel alana dair olan, sosyalist parti ve örgüt anlayışındaki deformasyonların sonucunda devrimci kadroların nicelik ve nitelik olarak zayıflamasıydı.
Eksiklik olarak öne çıkardığımız bu iki başlığı biraz daha açalım: Türkiye sosyalist hareketinin büyük bir bölümü, kitle bağlarının zayıflamasının etkisiyle ve bu zayıflamanın sonucunda ortaya çıkan endişenin de bir sonucu olarak; objektif sınıf analizlerine dayanan örgütlenme perspektifinden uzaklaşıp yaşam tarzını esas alan ve toplum içindeki kültürel ayrımları siyasetin birincil konusu hâline getiren bir anlayışı merkeze koydu. Bunun sonucu olarak “orta sınıf” diye adlandırılan avukatlar, mühendisler, akademisyenler vb. profesyonel meslek gruplarını sınıfsal ortaklıklar değil kimliksel ve kültürel taleplerle örgütleme çabası ön plana çıktı. Dolayısıyla, ideolojik eksende de cumhuriyetçilik, laiklik, kültürel özgürlük gibi burjuva ideolojisine eklemlenebilecek ideolojik yönelimlere ağırlık verildi. Burjuva cumhuriyetin varlığı, sınırları ve modern adımları temel siyasal referans noktası olarak öne çıkarıldı ve kitle kuyrukçuluğunun ötesine geçemeden ama sonuçta burjuva muhalefete eklemlenerek bu değerlere sahip çıkıldı. Siyasal öncülük görevini bu dar çerçeveye sıkıştıran sol hareketler, bu nedenle bir ideolojik bir merkez de inşa edemedi. Bu durum geleneksel işçi sınıfının, yani fabrikalarda kol emeği ile çalışan mavi yakalı işçilerin sosyalistlerle temas kurmasını zorlaştırdı. Oysa izlenmesi gereken yol, işçi sınıfının en geniş birliğini savunacak şekilde mavi-beyaz yaka ayrımını da tali hale getirerek sınıf örgütlenmesi modellerine yönelmek olmalıydı. Bu yönde samimi ve özverili çaba gösteren örgütlü yapılar ise, kapitalizmin esnek ve dikkate değer biçimde değişen yapısına dönük teorik ve pratik yanıtlar üretmekte zorlandılar.
Siyaset örgütten, örgüt de siyasetten bağımsız düşünülemeyeceği için yukarıdaki tablonun oluşmasına neden olan örgütsel anlayışa da yakından bakmak gerekiyor. Siyasal ve ideolojik açmazın kaynağında, donanımlı ve devrimci mücadelede özneleşebilen kadro birikiminin yaratılamaması, kuşaklar arasındaki sürekliliğin zayıflaması ve her bir örgütün kolektif üretim potansiyelini açığa çıkartacak mekanizmaların kurulamaması da yer alıyor.
Bu süreçte, 2013 Haziranı’nda gerçekleşen Gezi İsyanı’nın bir kırılma ve yeniden toparlanma yaratması beklenirdi. Gerçekten de devrimci, sosyalist örgütler, Gezi İsyanı’yla beraber farklı ideolojik eğilimleri olan kitlelerle, daha da önemlisi eylem pratiği içerisinde, buluşma imkânı yakaladı. Ancak tam da ifade etmeye çalıştığımız siyasal ve örgütsel zaaflardan ötürü sonuç beklenenin aksi yönünde oldu. Kısa süre içerisinde üye ve ideolojik hegemonya alanı kazanan sosyalistler, yine kısa bir süre içerisinde siyasal yol haritalarını CHP’ye ve dolayısıyla seçimlere bağlayarak, ardından gelişecek olan sert AKP darbelerine hazırlıksız yakalandı. Sosyalist hareket için kendi siyasetinin etki alanını genişletebilecek bir toplumsallığı açığa çıkarma fırsatı da kaçırılmış oldu.
Aynı zamanda, sosyalist hareketin içinde boy veren ideolojik sapmalar artmaya başladı. Bugün, sınıf mücadelesi odağını yitirmiş, sınıfsız ve sömürüsüz organik bir ulus varmış gibi antiemperyalizm mücadelesini ulus ölçeğine tahvil ederek mevcut sağcılaşma dalgasından güç devşirmeye çalışan örgütlerin sayıca artması da bu sapmaların geldiği boyutu gösteriyor. Kemalizm’in ve dolayısıyla CHP’nin bugün toplumsal alanda edindiği güçlü konum, sol içinde konforlu bir alan algısı yaratıyor. Böylece Kemalizm’in ana aksını değiştirmeden ona soldan yapılan eklemelerle oluşturulmuş simbiyotik ideolojik pozisyonlar güçlüymüş gibi görünüyor. Ancak toplumu sınıfsal olarak kutuplaştırmayan, ulusal anlatıyı yaygınlaştıran bu illüzyon her zaman egemen sınıfın çıkarına hizmet ediyor.
Bu savrulmalar günümüzde sosyalist örgütlerin seferber edebildiği gücün sınırlılığıyla kendini meşrulaştırıyor. Emekçi sınıflarla ve emekçi mahalleleriyle bağı bu denli kopmuş sosyalist hareketin, düzen içi siyasetten kopması başlı başına emek isteyen bir hedef. Sosyalist hareketin, düzen siyasetinin çeşitli biçimlerinin merkez çekim kuvvetinden korunabilmesi iki unsura bağlı; ilki yazının ilerleyen bölümlerinde değineceğimiz örgüt kadrolarının niceliği ve niteliğiyken diğeri kitlelerle kurduğu ilişki tarzıdır.
Sosyalist örgütlerin bugün yaşadığı çelişki iki uç ve hatalı yönelimden kaynaklanıyor. Bir yanda, kısa vadeli ve iktidar perspektifinden azade mücadelelerden, diğer yanda ise somut niteliğini yitirmiş ve belirsiz bir geleceğe ertelenmiş devrim hedefinden kaynaklanıyor. Bu iki hat birbirinden ayrıldıkça, sosyalist hareket gündelik mücadelelerle edindiği kitle bağlarını devrimcileştiremez ve bu kitle bağları sadece gündelik mücadelenin/mücadele konusunun zaman ve mekanıyla sınırlı kalır.
Diğer yandan kitlelerden kopuk bir devrim perspektifinin kendisi güdük kalmaya mahkumdur. Kitlelere kapalı alanlarda yürütülen siyasal tartışmalar, devrim hedefinin soyutlaşmasını, zaman zaman devrim düşüncesinin askeri kısa yollara indirgenmesini ya da devrime, beklenen bir mesih gibi örgütün amaçlarını aşan bir ilahilik atfedilmesi sonucunu doğurur. Bu da kıyasıya sürüp giden gündelik mücadelelerin yanında belirsiz bir geleceğe ötelenmiş devrim anlayışını getirir.
Sokak siyaseti bu iki alanın birleştirilmesi için somut bir alternatif yaratabilir. Ancak sokak hareketinin, başta CHP olmak üzere düzen içi aktörlerin müdahaleleriyle pasifize edilmeye çalışılmasına karşı hareketi kalıcılaştırabilecek adımlar atmak gerekir. Bu noktada, Ali Ergin Demirhan ve Görkem Doğan’ın sendika.org sitesinde yayınlanan yazılarında vurgulanan “direniş fraksiyonu” kavramsallaştırması üzerinde durmak gerekiyor. [1] [2]
Devrimci siyaset, politik bir birlik olarak hareket edebilme kabiliyetinin kazanılmasıdır. Gerektiğinde ileri atılacak gerektiğinde geri çekilecek, her alanı mücadelenin mekânı kılabilecek ancak bütün bu alanları bir iktidar perspektifinin parçası da yapabilen örgüt, reformist çizgilerin kolaycılığından kendini kurtarabilir. Böylece yaşamın her alanında örgütlenen devrimci örgüt, sokak siyasetinin iniş-çıkışlarına refleks göstermenin dışına çıkar ve sokağın politik anlamını belirleyebilen hale gelebilir.
Sokak, bir örgütlenme ve mücadele alanıdır. Ancak bu alan; dünyada ve ülkemizde meydana gelen, aniden patlayıp sönen isyan dalgalarının ötesinde, kalıcı, sürekli ve birbirini tamamlayan mevziler üzerinden yükselen anti-kapitalist mücadelelerle bir siyasal iktidar perspektifi kazanabilir. Bütün mücadele alanlarını sokak mücadelesine bağlanan dereler gibi görürsek, o derelerin birleşme noktalarının da temizlenmesi gerekir ki sokakta güçsüz değil örgütlü durulabilsin. Bunun için de düzenin saldırı ve sallantılarından en az hasarla çıkabilecek bir devrimci örgüt gerekir.
Bu kadar tartışmaya açık ve iyimser olmayan tespitlerden sonra akla “peki biz ne öneriyoruz?” sorusu mutlaka gelecektir. Öncelikle belirtilmesi gereken, yukarıdaki tablodan hareketle bir yenilginin ve ideolojik sıkışmanın tespitidir; bunun mantıksal sonucu olarak ise en azından bir ‘yeniden kuruluş’ stratejisini tartışmayı önemli görüyoruz. Geçmişte yeniden kuruluş dendiğinde her seferinde liberal bir dalganın gelmesi sosyalist hareket için talihsiz olsa da bu öznel hatalara düşmeden de sosyalist devrimci bir kurucu süreç yaratılabilir ve yaratılmak zorundadır. Bu tartışmanın odağına ise birbiriyle yakından ilişkili iki önemli kavramın yerleştirilmesi gerekiyor: İktidar perspektifinin yeniden kazanılması ve düzen içi siyasetten kopuş. Bu iki siyasal yaklaşımın benimsenmediği her tartışma, daha başlamadan ‘en akıllıca’ taktiği bulmaya çalışan pragmatist bir yarışa dönüşecektir ki bunun örnekleri sosyalist harekette hâlihazırda görünür biçimde mevcuttur. Tartışmaya bir kez buradan başladıktan sonra, yazıda sıkça vurgulamaya çalıştığımız ikinci sorunla karşı karşıya geliyoruz: Kadrolaşma!
Sosyalist hareketin geçmişten bugüne kadrosal sürekliliğini kaybettiğini, mevcut kadroların nicelik ve nitelik bakımından yetersiz olduğunu ve bu durumun güncel siyasete yansıdığını ifade ettik. Tam da bu nedenle kadrolaşma sorunu, bugün her sosyalist yapının ciddiyetle yaklaşması gereken bir konu olarak yeniden kuruluşun anahtarlarından birini oluşturmaktadır. Tabii ki bu kadroların nasıl yetiştirilip geliştirileceği önemli ve detaylı bir tartışma açacaktır ancak burada iki noktanın altını çizerek özetlemekle yetinelim. İktidar perspektifi ve düzen siyasetinden kopuşu örgütlemeye çalışan bir partinin kadroları en temel yaklaşımını bu iki sac ayağına basarak ilerletmelidir. Üçüncü ve tamamlayıcı olacak sac ayağı ise alandan beslenme, yani mücadele ettiği alanda kendini yetiştirme, alanın bilgisine sahip olma ve çevresinde bulunan insanları mücadelenin bir parçası haline getirme üzerinden ele alınabilir. Bu aşama, kadroların sınıf mücadelesi içinde devrimci öznelere dönüşmesini de sağlayacaktır. Mücadele alanı dediğimizde, emekçi mahallelerden, fabrikalardan, iş yerlerinden, köylerden, ormanlardan ve lise/üniversitelerden bahsettiğimiz açıktır. Bu alanlarda özneleşen bir kadro profili yaratma yolunda atılan adımlar, sosyalist hareketin işçi sınıfıyla ve emekçi kesimlerle bağını tekrar kurabilme adına da faydalı olacaktır.
Kadro profilinin oluşturulmasının bir diğer önemi ise, iktidarın gündelik yaşamı zor gücüyle dizayn etmesinin bir yansıması olarak siyasal alanda zor kullanımındaki yoğunlaşmayla ilgilidir. Sosyalist kurumların fırtınalı havalarda savrulmayacak kadrolara ihtiyaçları vardır. İktidarın günümüzde yoğun olarak başvurduğu gözaltı ve tutuklama saldırılarının iktidar perspektifiyle mücadele eden örgüte etkisinin sınırlandırılması gerekir. Örgütteki bilinçli ve direngen kadroların çokluğu bu saldırıların örgüte yönelik yıkıcı etkilerinin zayıflatılmasında en etkili unsurdur.
Bitirirken, son bir başlık olarak kısaca parti ve örgüt konusuna da değinelim. Bugün, sosyalist harekette partili gelenekten (Sovyetik de denebilir) gelen yapılarda bürokratikleşme sorunu, diğer geleneklerin çoğunda ise örgütsel merkeziyetçilik sorununu tespit etmek mümkün. Bu iki uç eğilimin önüne geçmek için doğrudan bir reçete olmasa da partili geleneğin hareketçi bir damarla sağlıklı bir şekilde buluşturulması bu yönde atılacak ileri yönde bir adım olabilir. Bunun dışında, örgüt içinde bürokratikleşmenin önüne geçecek denetleme mekanizmalarının kurulması, demokratik-merkeziyetçiliğin tam ve iki yönlü (merkezden yerele ve yerelden merkeze) işletilmesi gerekir. Kolektif siyaset üretiminin önünde engel oluşturacak ve örgütleri bürokratik mekanizmalara dönüştürecek bu tehditler ancak pratikte atılacak adımlarla aşılabilir. Bu örgütsel anlayış, iktidar perspektifi ve düzen karşıtı bir siyasetle buluşturulamadıkça geçmişte yapılan hatalardan kaçınmak pek mümkün olmayacaktır.
Bununla beraber, sosyalist harekette son yıllarda kaybedilen ideolojik-politik polemik kültürünün yerini “sosyalist rekabet” ve düzen içi mekanizmalarda mevzi tutmak aldı. Sosyalist dayanışma ve ittifak anlayışının yeniden kazanılması ve sosyalist devrimci çizgide ısrar edenlerin yan yana gelmesi de önemli bir görev olarak önümüzde duruyor. Sol reformist ve ulusalcı çizgileri takip eden partiler ideolojik etkilerini artırırken, birleşik mücadeleye olan ihtiyaç her geçen gün artmaktadır. Düzen güçlerine karşı mücadelede, düzen içi kavgalara bel bağlayanlarla değil sosyalist devrimci siyasette ısrar edenlerle omuz omuza yürünmelidir!
Dipnotlar:
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.