2013 Gezi İsyanı’yla, 19 Mart 2025 eylemlikleriyle devrimci potansiyellerini ortaya koyan genç devrim arayışçılarının mevcut örgütlerimizden uzak durmalarında, bu taze-dinç enerjiye inisiyatif ve katkı kanalı açmayan, bu bireylere sürecin eşit faili ve öznesi olma fırsatı tanımayan bürokratik biçimci, üstten buyurgan örgüt yapı ve kültürlerimizin önemli payı olduğunu düşünüyorum
“Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji” dosyasındaki diğer yazılara ulaşmak için tıklayınız.
Geçen yazımda, temsil-vekâlet sorununu, devrimci bireyin özneleşmesi ve kültürleşme başlıklarıyla birlikte başka bir yazıda açmaya çalışacağıma söz vermiştim. Bu yazı, o sözü yerine getirmek için.
Anılan sorun ve kavramların tümü birbirlerine bağlı gerçek süreçlerle ilgili. Farklı soyutlama düzeylerine, farklı kavramlara, anlatma ve anlaşılma kolaylığı sağladıkları için başvuruyoruz. Gerçek yaşamda böyle kompartımanlar yok; oluşum ve etkileşim içinde süreçler var.
Geçen yazıda devrimci öznenin günümüzde toplumsal proletaryada neşnelleştiğini belirtmiş, özneleşmesinin dünyayı değiştirmek isteyenlerin ideolojik-siyasal etkinliğine bağlı olduğunun altını çizmiştim. Komünist siyaseti, mevcut nesnellik içinden yürüyerek, belirlenmiş amaç ve program doğrultusunda devrimci dönüştürücü bir güç yaratma sanatı, toplumsal proletaryanın birlikte bilme (ideoloji, bilinç), birlikte hedefleme (program, strateji), birlikte eyleme (mücadele, taktik) süreci olarak anlıyorum. “Birlikte”, eş deyişle kolektif tüm edimler ise, kendiliğindenliğin en ağır bastığı durumlarda bile eşgüdüm ve örgütlülüğü, topluluğu oluşturan bireylerin gönüllü aktif katılımını gerektiriyor. Öyleyse, denklemi, “stratejik amaç için siyaset, devrimci siyasal hareket için katılımcı örgütlülük” olarak kurabiliriz. Bu denklemde, görüldüğü gibi örgütlülük amaç değil araçtır. Örgütlenmesi, merkezileştirilmesi gereken yönetsel aygıtlar, hiyerarşik şemalar değil, hareketin, eylemlerin kendisidir. Örgüt ya da parti, devrimci siyasetin, birlikte eylemenin zorunlu ve kimi bakımlardan sorunlu aracıdır; Ernst Bloch’un deyişiyle teori ile pratik arasındaki ilk dolayım biçimidir.
Bir odaya ya da büyük bir salona sığmayacak sayıda üyesi olan bir örgütün tüm üyelerinin doğrudan katılımıyla kararlar alıp uygulamaya geçmesi, ortaya çıkan hareketi hep birlikte koordine edip yönetmesi olanaksızdır. Asil-vekil, yöneten-yönetilen, merkeziyetçilik-ademi merkeziyetçilik vb. sorun ve ikiliklerinin kaynağında bu olanaksızlık var.
Ütopik sosyalistlerden farklı renkleriyle feminist ve anarşist akımlara, modern zamanlardaki dünyayı değiştirme teori ve pratiğinin kabaca 240 yıllık, Marksist sosyalizmin ise kabaca 184 yıllık bir tarihi var. Teorik açılımlarla pratik sınamaların, devrimlerin, karşı-devrimlerin, başarı ve yenilgilerin iç içe olduğu toplumsal laboratuvar zenginliğinde bir tarihin, deneyimin mirasçılarıyız. Bu miras büyük dersler, bugün yüz yüze olduğumuz sorunları aşmak için de değerli onlarca ipucu, kalkış dersleri içeriyor. Ama bize, bugünkü sorunlarımızın üstesinden gelecek hazır bir reçete sunmuyor. Ayrıca, her şeyi, zaman, mekân ve kültür farklılıklarını dikkate alarak yorumlamak gerekiyor.
Burada bu engin sorunun biri doğal ve otantik, öteki tarihsel ve güncel iki nedenine/ikilemine dikkat çekmek istiyorum.
Birincisini şöyle özetleyebiliriz: Legal ve açık tüm örgütlenmelerin kuruluş, yapı ve işleyişleri düzen yasalarıyla belirleniyor; devletler tarafından denetleniyor. İllegal/gizli örgütlenmeler ise, varlık ve sürekliliklerini sağlamak için, karşısında/zıddında oldukları devletle aynı tipte yapılanmak zorunda kalıyorlar. Ya düzen karşıtlığının, bağımsız devrimciliğin 1970’lerdeki “Avrupa Komünizmi”nde yaşandığı gibi oyunun kurallarına bağlanarak, seçim ve parlamenter düzlemlerde evcilleştirilmesi, ya da bağımsızlığı ve devrimciliği sürdürmek için, devlet tipinde, dikine hiyerarşik, içe dönük merkeziyetçi vb. örgütlenme tarzına yönelmek! Bu çetin ve gerçek bir ikilemdir; iki durumda da siyasal öznenin varlık koşulundan, amaç disiplininden uzaklaşması riski var. Dahası, bu ikilem, proleter ve komünist bireylerin örgütlü pratiğine bire bir yansıdığı için örgütlülüğün tüm dokusunu etkilemektedir.
Sovyetler Birliği ve öteki sosyalist geçiş devletleri, kısa yirminci yüzyılda bu ikilemi aşmayı görece kolaylaştıran, devrimci-kurtuluşçu hareketlerin bağımsız var oluşlarına destek veren nesnel bir zemin, şemsiye yaratıyordu. Şimdi öyle bir şemsiye yok. Yalnız Latin Amerika’da değil, tüm dünyada devrim rüzgârları estiren 1960’lı, 1970’li yılların Küba’sı da yok.
Yirmi birinci yüzyılda özgünlükleri ve ulusal kurtuluşçu içerikleri nedeniyle bize “model” olamayacak ama sorunun mantığını algılamak açısından önemli iki pratiğe tanıklık ettik. Biri, silahlı illegal bir örgüt olan İrlanda Kurtuluş Ordusu ile onun legal uzantısı olan Sinn Fein (İrlanda Cumhuriyetçi ve Sosyalist Partisi) arasındaki, öteki bizim coğrafyada PKK ile onun legal uzantısı olan partiler arasındaki ilişkide somutlandı. İki örnekte de, bu hareketler legal-parlamenter düzlemlerin evcilleştirici/bozucu etkilerinden kendilerini, düzenin ulaşamadığı, kontrol edemediği bağımsız varoluşları sayesinde uzak tutabildiler. Formülü ya da reçetesi yok, ama ideolojik, siyasal, örgütsel bağımsızlık devrimci var oluşun olmazsa olmaz koşuludur. Döneme uygun yeni yol ve yöntemlerin mücadele içinde, mücadele edenler tarafından üretilmesi dönemin görevlerinden biridir.
Dünden devraldığımız, etkileri günümüzde de süren ikinci sorun ise, yirminci yüzyılın, neredeyse tüm kavram ve pratikleriyle askerileştiği, şiddet, savaş ve silahın dünya ve ülkeler düzeyindeki sınıf mücadelelerine damga vurduğu bir tarih dönemi olmasıdır. İki Dünya Savaşı, Ekim Devrimi, Çin Devrimi, Küba Devrimi, Vietnam Devrimi, ulusal kurtuluş devrimleri vb. savaş ve silahlı mücadele koşullarında gerçekleştiler.
Bu koşulların, başta Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti olmak üzere geçiş devletlerinin ve devrimci, komünist partilerimizin siyaset tarzları, örgütsel yapı ve kültürleri üzerinde baskın etkisi oldu. Emperyalist kuşatma, savaş ve silahlı mücadele koşulları, emir-komuta katılığında dikine hiyerarşik, erkek egemen merkezileşmenin, çoğu kez tek kişide cisimleşen önderlik tarzının durumu meşrulaştıran gerekçesi ve mazereti olarak da işlev gördü.
Bürokratik merkeziyetçilik, “resmi” hiyerarşik yapı ve biçimcilik, varlığını ve gücünü kendi niteliklerinden, mücadeleye katkısından değil yönetsel yapıdaki yerinden alan Rus dilindeki aparatçik tipolojisini de yarattı. Bugün bile birçok yerde görebilirsiniz.
İkilemi anlayış düzeyinde aşma yönünde, “teşbihte hata olmaz” ve “metaforlar çözümlemenin yerini tutmaz” kayıtlarıyla “orkestrasyon” ve Phil Neel’den ödünç alarak “sarkaç” metaforlarına başvuracağım.
Orkestra, çok sesli, çok çalgılı bir müzik eserini (bestesini) birlikte icra eden müzisyenler topluluğudur. Orkestranın, tüm çalgıların besteye uyumlu ses çıkarmasını sağlamak, denetlemek ve gerektiğinde müdahale etmek için bir şef ya da daha uygun terimle maestro gereklidir. Maestro, besteyi yazan ya da yöneten kişi için kullanılan iki anlamlı, bu nedenle de buradaki amacımıza daha uygun bir terimdir. Çünkü konumuz bağlamında bestenin (programın) yapılması da kolektif bir eylemdir. Bolşevik Partisi’nin devrime kadar olan deneyimi, bir önderler topluluğunun strateji ve programı birlikte yazıp, Lenin’in maestroluğunda uyguladıkları bir praksistir. O kadar ki, bu deneyim zaman zaman çıkan çatlak seslere rağmen bestenin ve orkestrasyonun kolektif bütünlüğünü bozmadan amaca odaklanabileceğini göstermiştir. Benzersiz, bir daha tekrarlanmayan bir deneyimdir.
Sarkaç metaforu ise Phil Neel’in sözleriyle şöyle: “Komünizm, onu oluşturan ifadelerin çeşitliliği sayesinde tutarlıdır. Ancak bu çeşitlilik temelinde, bu ifadelerin belirli bir dizi asgari koşul etrafında dolaşmasını gerektirir, tıpkı bir sarkacın belirgin (ama aynı zamanda zahiri veya oluşum halinde olan) bir ağırlık merkezi etrafında salınması gibi.”
“Ağırlık merkezi”ni, stratejik hedefle, amaç disipliniyle belirlenmiş ilkesel çerçeve olarak anlıyorum.
Neel amacı da, “insan türünün geniş (bilimsel, üretken, manevi, kültürel vb.) kapasitelerini kullanarak dünyanın insan-dışı unsurlarıyla ortak metabolizmasını yeniden yapılandıracak, ihtiyat, egemenlik kurmama ve özgür birliktelik ilkelerine göre işleyen gezegen ölçeğinde bir toplum yaratmak” olarak tanımlıyor. Gerçeklikle tanım ve kavramlar arasındaki hiçbir zaman tam örtüşmeyen gerilimli ilişkiyi ve hiçbir tanımın “tam” olamayacağını akılda tutarak bu amaç tanımına katılıyorum.
Buradan Bolşevik deneyimin öğrettiklerine geçebiliriz.
Bolşevik Partisi, oluşumundan Ekim Devrimi’ne kadar olan 15 yılda devrimci siyaset ve örgüt praksisine (teori ve pratiğine) ilkesel değerde katkılar yaptı. Konumuz açısından en önemli ikisini öne çıkarmak istiyorum.
Bir: Bolşevikler, Marksist teori ile Rusya özgüllüğünü yaratıcı biçimde yorumlayarak, stratejik ve taktik hedeflerine, amaç disiplinine tutkuyla bağlı organik bir işçi sınıfı partisi yarattılar. Ama bu partiyi hiçbir zaman, kutsal, yanılmaz, katı doktriner bir varlık olarak idealize etmediler. Sovyet tipi örgütlülük (meclis, şura) uç verdiğinde parti içinde çıkan tartışmaya Lenin’in “hem parti, hem Sovyet” diyerek, ikisine eşit ağırlık vererek müdahale etmesi, Bolşevik Partisinin İşçi, Köylü ve Asker Sovyetler’inde azınlıkta olduğu bir dönemde “tüm iktidar Sovyetlere” sloganını yükseltmesi son derece öğretici örneklerdir. Kanımca ikisinin de yokluğunda devrim başarılı olamazdı!
İki: Bolşevik Partisi, Çarlık Rusya’sı koşullarının dayattığı merkeziyetçi partiyi, önderlikte orkestrasyon ve tüm öğelerini, kadro yeni gelen ayrımı yapmadan aktifleştiren, özneleştiren bir tarzla dengelemeyi üç ilkeye başvurarak başardı. Bunları eylemde birlik/açık tartışma; yerel örgütlerin özerkliği; siyasal süreçlere tüm partinin katılım ve katkısı olarak özetleyebiliriz. Yazıyı onlarca alıntıyla uzatmadan ilkelerin özünü anlatan dört Lenin aktarmasıyla yetineceğim. Metinlerdeki italiklerin, biri dışında tümü Lenin’in.
“Eleştiri Özgürlüğü ve Eylem Birliği” başlıklı 1906 tarihli makalesinde şöyle diyordu: “Parti Duma seçimlerine katılmaya karar vermiştir. Seçime katılmak kesin bir eylem kararıdır. Seçim sırasında hiçbir parti üyesinin, hiçbir yerde halkı oy kullanmamaya çağırma hakkı yoktur; bu sırada seçime katılma kararının ‘eleştirisi’ de hoş görülemez… Seçimden önce ise parti üyeleri her yerde seçime katılma kararını eleştirme hakkına sahiptir.”[1]
Aynı yazıda yerel örgütlerin özerkliğini evrensel ilke olarak tanımladı: “Demokratik merkeziyetçilik ve yerel örgütlerin özerkliği ilkesi, belli bir eylemde birliği bozmadığı sürece evrensel ve tam eleştiri özgürlüğü anlamına gelir.”
1907’deki Duma seçimleri üzerine makalesinde “En önemli sorunlar, özellikle de kitlelerin kendilerinin belli bir eylemiyle doğrudan ilgili olanlar, demokrasi adına sadece temsilciler göndererek değil aynı zamanda tüm parti üyelerinin görüşleri alınarak çözülmelidir. (Son iki italik benim-HY)”[2]
Ve son olarak, parti üyesinin siyasal süreçlere katılması, dolayısıyla özneleşmesi açısından son derece önemli bir alıntı: 1906 tarihli “Bırakalım işçiler karar versin” başlıklı makalesinde parti örgütünün demokratik temelde inşa edilmesinin, “proletaryanın siyasal kampanyalarıyla ilgili sorunları tüm parti örgütlerinin tartışıp karara bağlaması ve partinin taktik çizgisini bütün parti üyelerinin belirlemesi” anlamına geldiğini belirtiyor.[3]
Tarihe bakış her zaman bir seçme işidir. Bolşevik Partisi deneyiminde farklı yön ve içerikte alıntılar da bulunabilir. Çubuğu, bugünkü sorunlarımız açısından güncel, hatta ivedi olduğunu düşündüğüm gereksinmelere doğu bükmeye çalışıyorum. Çünkü, özellikle 2013 Gezi İsyanı’yla 19 Mart 2025 eylemlikleriyle devrimci potansiyellerini ortaya koyan genç devrim arayışçılarının mevcut örgütlerimizden uzak durmalarında, bu taze-dinç enerjiye inisiyatif ve katkı kanalı açmayan, bu bireylere sürecin eşit faili ve öznesi olma fırsatı tanımayan bürokratik biçimci, üstten buyurgan örgüt yapı ve kültürlerimizin önemli payı olduğunu düşünüyorum.
Bolşevik Partisi devrimci durum koşullarında oluşup, biçimlendi. Bu deneyimi aynen tekrarlanacak bir model olarak değil, evrensel ilkelerin yaşama geçirilişinin kendine özgü bir örneği olarak değerlendirmek gerekiyor.
Bu nedenle model ya da formül önermiyor, evrensel ilkelerin, güncel somutta, mücadele içinde yaratıcı yollarının bulunabileceğini savunuyorum.
Ağ tipi örgütlenme, modüler örgütlenme, eylemli örgütlenme, eylemli propaganda ve bilinç taşıma, internetin, blokzincir ve benzeri yazılımlar, genel zekâ uygulamalarının sunduğu olanaklar yukarıda birkaçına değindiğim ilkeleri yaşama geçirmenin araçları olarak değerlendirebilir. Stratejik amaçlarla, mücadele/örgüt biçim ve yöntemleri arasındaki bağ, elbette her şeyin soyut nihai hedefe, sosyalizme endekslenmesiyle kurulamaz. Mülksüz, bugünsüz ve kapitalist toplumda geleceksiz toplumsal proletaryanın siyasallaşmasının, ayağa kalkmasının yolu, stratejik amacı kaybetmeden ivedi gereksinme ve talepler üzerinden kora kor mücadele etmekten, mücadele hedeflerinin kapitalizmin dayattığı mantığın dışından kurulmasından geçiyor. Zorunluluk sınırını aşmak için sınırdan mücadele bilinci gerekiyor. Mücadele hedefleri ve devrimci durumun günümüzdeki olgunlaşma sürecinin özgünlükleri ayrı yazıları hak ediyor.
Yalnızca gençleri değil, teknik anlamda “örgütlü” olanlar dışındaki hem nicelik hem nitelik açısından değerli insan kaynağını, birikimini devrimci, sosyalist, komünist siyasete kazanmanın yolu, bizim tarafta her şeyin burjuva siyaset ve örgüt kültüründen başka türlü pratikleştiğini göstermekten de geçiyor.
17 yıl önce kolektif bir çalışmanın ürünü olan Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler’in girişinde sorunu şöyle koymuştuk: “Sosyalist mücadele ve örgütlenmenin ilk oluşumundan, komünizme dek olan sürecin temel, değişmez önceliği toplumsal kurtuluşun evrensel öznesi olarak proletaryanın ve sosyalist mücadeleye katılan bireylerin sürecin başat, kurucu aktivistleri, karar, söz, inisiyatif ve sorumluluk sahibi eyleyenleri olmasıdır! Sosyalist siyaset ve örgütlülük bu yönteme, amaç disipliniyle bağlı kaldığı sürece meşru ve devrimcidir! Devrimci kavgaya katkı ve katılım, insanlığın toptan kurtuluşunun koşulu olduğu kadar, bugünden özgür insan olabilmenin de gereğidir!”
Yabancılaşmanın, devrim ve sosyalizmden önce, belli ölçülerde olsun üstesinden gelmenin Ernst Bloch’un deyişiyle “henüz olmayan mümkün geleceği” kurmaya başlamanın ilk adımını ise 45 inci tezin sonunda şöyle formüle etmiştik: “Toplumsal proletaryanın iktidar ve kurtuluş mücadelesinde kendi örgütlerinde (sendika, parti, devlet) ve pratiğinde özneleşerek en başta ve öncelikli olarak buralardaki yabancılaşmayı kırması, bu doğrultuda ideolojik, pratik, kültürel dönüşümler gerçekleştirmesi yaşamsal önem taşımaktadır. “
Kapitalist üretim organizasyonunun içinden ve dışından devrimci karşı-siyaseti üretebilmenin olmazsa olmaz koşulu, siyasallaşmada, eylemde ve örgütlülükte sürekliliğin sağlanmasıyla birlikte, devrimci karşı-siyasetin kendisini gündelik hayat içinde alışkanlıklar düzeyinde yeniden ve başka türlü üretebilmesi, yani kültürleşebilmesidir. Kültürleşme, bağlama uygun yalın bir tanım yapmayı denersek, tarihin, deneyimin kümülatif birikiminden yararlanarak, yalnız amacın değil, amaç yolunda yolculuğun da bizim tarafta başka türlü yaşandığının örneğin gücüyle gösterilmesinden başka bir şey değildir.
Dipnotlar:
[1] Lenin, Toplu Eserler, İng. Cilt 10, s. 443
[2] Lenin, agy. Cilt 11, s. 435
[3] Agy, Cilt 10, s. 503
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.