“Kendiliğindenlik” meselesinin nasıl ele alınacağı, (istihdam, büyüme, jeopolitik gibi) yapısal eğilimlerle, mücadeleden artakalan partizan eylemcileri dahil etmenin de ötesinde, geniş anlamıyla proleterlerin benimseyebileceği örgütlenme biçimleri arasında nasıl ilişki kurulacağı ve tabii ki mevzubahis partizan eylemcilerin bu tür örgütlenmelerde nasıl bir konumda olacakları… Bu noktadan itibaren sorgulama genellikle teorik boyutlarıyla detaylandırılıp soyutlanır ve böylece bir “örgütlenme meselesi” haline gelir
Her şeyin fiyatı arttı, ücretler ise düştükçe düşüyor. Yazları kavurucu bir sıcak var, rüzgarlar eskisinden daha kuvvetli esiyor, yangınlar göz açıp kapayana kadar yayılıyor. Kasırgalar şehirlerin düzlüklerinde intikam meleği gibi dolaşıyor. Bazı şeyler değişti. Damarlarımızda yeni vebalar dolaşıyor. Yıl aşırı meydana gelen büyük sel baskınları, cezalandırılmaktan kaçamayan bir ulusun daha cesetlerle süslenmiş toprağını altüst ediyor. Arkamızda karbonifer çağından günümüze ulaşan, insanlık tarihinin devasa şenlik ateşleri yanıyor. Önümüzde de yakalandığımız girdabın içinde çırpınıp duran bedenlerimizin gölgeleri kımıldanıyor. Herkes bir şeylerin yanlış olduğunun farkında. Herkes toplumun bağrında kötülüğün boy verdiğini seziyor ve bu dünyayı yöneten güçlerin, hükümdarların suçlu olduğunu biliyor. Fakat hiçbirimiz intikam alacak gücü kendimizde bulamıyoruz. Bireyler olarak, olan bitenler üzerinde herhangi bir etkiye sahip olamayacağımızı görüyoruz, mecburen hepsinin kabus gibi üzerimize çökmesini izlemekle yetiniyoruz. Silahsız ve yalnızız. Düşüncesi bile kanımızı donduran dehşetlerin görüş alanımızın hemen ötesinde bizi beklediği, karanlık bir gelecekle karşı karşıyayız. Bu meşum geleceğin zincir şıkırtıları ve işkence sesleriyle dolu dünyasından bize ulaşan yankıları dinleyerek çaresizce daha ileriye sürükleniyoruz.
Ancak, doğru zamanda doğru yerlere doğru gözlerle bakarsanız, belki de geleceğin kasvetli gölgesinin başka bir dünyadan sızan ışıkların parlamasıyla parçalandığını görebilirsiniz: adaletin bir an için parladığı, göz kamaştırıcı anlar. Bir polis karakolu alevler içindedir, işçiler fabrikadan akın akın çıkar, sokaklarda ve köylerde komiteler kurulur, hükümetler kağıttan birer kale gibi yıkılır, üç mermi kovanı yerde atılan zarlar gibi yuvarlanır —her birine, sanki daha büyük bir şeyi çağırmak üzere bir büyü kazınmış gibidir. Belki siz de bunu hissetmişsinizdir. İnsanın kalbi hafifliyor. İlahi ateşi bedenini kaplıyor, nefesimizin kesildiği o kısacık anda ölümsüz bir şey içimize yerleşiyor. Kayan bir yıldızın kanadı aysız gökyüzünü yarıyor, sonra gözümüzü açıp kapayıncaya kadar yok oluyor: Çevik kuvvet yolları kapatıyor, sendikalar işe dönüş için pazarlık yapıyor, komiteler dağılıyor, devrilen başkanın yerine askeri konsey geçiyor, ölen CEO’nun yerini yaşayan biri alıyor ve polis mermileri cam kulelerden aşağı soğuk, sert bir yağmur gibi yağıyor. Ama bir kez gördüğümüz ışığı bir daha unutmayız. Nihayetinde bu yenilginin kendisi bir uyanıştır aslında. Bizi rahatsız eden kötülüğün kolektif ve geniş kapsamlı karakterinin, aynı şekilde kolektif ve geniş kapsamlı bir intikam biçimini gerektirdiğini anlıyoruz usul usul. Sosyal intikam, sosyal bir silah gerektirir. Bu silahın adı da komünist partidir.
Sınıf çatışmasının ritmi ve yoğunluğu arttıkça, örgütlenmeye dair soruların da giderek daha sık sorulduğuna tanık oluruz. Bu sorular önce belirli fiili mücadelelerin karşı karşıya olduğu ve onlarla birlikte büyüyen acil meselelere ilişkin işlevsel sorular olarak ortaya çıkar. Mücadele sürecinden sonra hem pratik hem de teorik boyutlar kazanan daha geniş örgütsel sorular ortaya atılır. Bu sorular büyük ölçüde pratik açıdan doğrudan bağlı oldukları mücadeleye sadakati kalmayan inançlı eylemcilerin faaliyetine odaklanır. Sonlanan bir mücadelenin partizanı olan eylemciler, kitlesel gücünden arındırılmış öznelikten geriye kalanlardır. Daha açık bir ifadeyle, bu bireyler sınıf çatışmasının belirli bir doruk noktasının “kalıntılarıdır.” Bu aşamada asıl soru genellikle parçalanmış bir “biz” olarak duran toplamın iki isyan arasındaki durağan dönemde ne yapabileceği meselesidir. Sonuç olarak geriye doğru sorgulama süreci genellikle hayal kırıklığına uğramış bir coşkuya bağlanır, tartışmalar da olan bitenleri çözümlemeye dönük ciddi bir ilgiden ziyade kendini cezalandırma ruhuyla hareket eden ahlaki suçlamaların içini boşalttığı sorgulamalara dönüşür.
Diğer yandan, bu sorgulama hattı kısa sürede daha geniş bir sorular ağına açılır: “kendiliğindenlik” meselesinin nasıl ele alınacağı, (istihdam, büyüme, jeopolitik gibi) yapısal eğilimlerle, mücadeleden artakalan partizan eylemcileri dahil etmenin de ötesinde, geniş anlamıyla proleterlerin benimseyebileceği örgütlenme biçimleri arasında nasıl ilişki kurulacağı ve tabii ki mevzubahis partizan eylemcilerin bu tür örgütlenmelerde nasıl bir konumda olacakları… Bu noktadan itibaren sorgulama genellikle teorik boyutlarıyla detaylandırılıp soyutlanır ve böylece bir “örgütlenme meselesi” haline gelir. Kapitalist toplumun nasıl işlediği ve başka türlü bir dünyanın nasıl olması gerektiği gibi daha geniş teorilerle ayrılmaz biçimde bağlantılı da olsa, bu örgütlenme meselesi aynı zamanda hem (bir devrim teorisi olarak) soyut olan hem de (devrimci gücün inşasında gerekli bir pratik adım olarak) konjonktürel olan ara bir konumda yer alır. Hızlı bir şekilde bu iki boyut da kendi içinde bozulmaya uğrar. Zorunlu olarak soyut olan katman, (ister “politik topluluk” ister “kadro örgütü” biçiminde olsun) tüm durumlarda tek bir şemanın uygulandığı mekanik bir determinizme kayar. Zorunlu olarak konjonktürel olan katman ise (genellikle hak temelli savunuculuk, hizmet sunumu ve medya çalışmasının bir kombinasyonu olan) yerel “örgütlenme” faaliyetlerinin yoğunluğu sonucu bir tür eylemci eylemsizliğine yol açar ve partizan bir örgütlenme projesini engelleyen bir organizasyonsuzluğa dönüşür.
Bu farklı yönleri birleştirmek, isyanın konjonktürel anlarından yola çıkılan ama bunlarla maddi olarak bağlantılı da olan soyutlama biçimlerine ihtiyaç duyar. Bu nedenle, örgütlenmeyle ilgili her türlü tartışma ya tamamen yerel ölçekte –belli insanların belli bir durumda nasıl örgütlenebileceğini tartışarak– yapılmalıdır ya da “örgütlenmenin” tam olarak ne anlama geldiğine dair anlayışımızı geliştirmek ve sınırlarını düşünmek amacıyla, katılımcıların deneyimlediği biçimde sınıf çatışmasında zaten yeri olan türlü çeşit örgütlenme biçimini genel ve sentezleyici bir tarzda bir araya getirmeye çalışan bir tarzda olmalıdır. Burada son on beş yılda dünyayı sarsan isyanlara dair özenli çalışmalardan ve sahadaki deneyimlerden beslenerek bu iki işlevi birbirine bağlayan nispeten yüksek bir soyutlama düzeyinde işleyen teorik bir müdahalede bulunmaya çalışacağım. Bu yazı, ilk aşamada belli sosyal kırılma anlarında ortaya çıkan belli birtakım örgütsel projeleri keskinleştirmek amacıyla yerel bir müdahale olarak tasarlanmıştı. Fakat aşağıda sunulan son hali somut partizan örgütlenme biçimlerini harekete geçirmeye yardımcı olmak için tasarlanmış bir parti teorisi olarak da okunabilir.
Küresel komünist hareketin uzun süren karanlığından yavaş yavaş çıkarken, miras alacağımız hem çok fazla hem de çok az şeyin olduğu paradoksal bir durumla karşı karşıyayız. Bir yandan elimizde geçmiş nesillerin oluşturduğu zengin ama büyük ölçüde yazılı bir fikir ve deneyim mirası var. Bu geçmiş o kadar uzakta ki zamanında son derece dinamik olan programlar ve polemikler artık şematik hale gelmiş ve dönemin ateşli tutkuları bugün uyuşuk bir nostaljiye dönüşmüş olsa da uzaklık sayesinde kolayca romantikleştirilebiliyorlar. Öte yandan, devlet baskısı ve yenilgilerin uzun süren kışı somut deneyim ve yol göstericilik açısından bize dağınık kalıntılardan başka bir şey bırakmadı. Geçmişin şanlı partileri bu baskıların ağırlığı altında eriyip dağıldı. Büyük zihinler çöktü. İhanet ihaneti izledi. Cesurlar ezilirken, korkaklar kaçtı. Sadece ölüler engin sessizlikleriyle lekesiz kalabildiler. Bugünkü nesil ise bunlardan artakalan vahşi ortamda yetişti, komünizm anlayışımız sermayenin işlenmemiş ve yabani ham gücüyle şekillendi. Sonuç olarak, “örgütlenme sorununa” dair her türlü sorgulamanın, hem uzak bir tarihin hızlıca romantik anlatılara dönüşen aşırı mevcudiyeti hem de partizan bir örgütlenme projesinin kışkırtıcı ruhunu sürdüren canlı kurumların yokluğu nedeniyle ortaya atılır atılmaz ağırlaşmakta olduğunu görüyoruz.
İlk bakışta mesele açık gibi görünüyor: daha fazla “örgütlülüğe” ihtiyacımız var. Ancak bu bir kez gündeme getirildiğinde “örgütlenmenin” temel tanımı belirsizleşiyor ve bunun tam olarak ne anlama geldiğini ifade etmeye uğraşırken kayboluyoruz. Çoğu zaman da bu sorunun kendisi yalnızca bir sopa işlevi görüyor. Bildik bir örüntüdür, “teorisyen” yakın zamandaki mücadelelere bakar, bunların belirgin sınırlarını teşhis eder, bu sınırları “yatay” veya “lidersiz” mücadele biçimlerini seçen beceriksiz veya naif direnişçilerin kendi zararlarına verdiği bilinçli tercihlere bağlar ve ardından “örgütlenmeyi” geçmişte seçilmesi gereken ve gelecekte seçilmesi gerekecek bir her derde deva ilaç olarak reçete eder.[1] Böylece bu tür “teorisyenler” öncelikle isyancıların karşı karşıya olduğu gerçek durumda “örgütlenmenin” nasıl bir şey olabileceğine dair herhangi bir somut görüntü sunamazlar, çünkü ortada gerekli emirleri bekleyen devrimci bir ordu olmadığı açıktır. Daha da önemlisi, fikri doğruluk konusundaki fanatik takıntıları nedeniyle toplumsal isyanın en temel dinamiklerini de kavrayamamışlardır. Bu kitlesel eylem dinamiklerinde herhangi bir bireysel katılımcının veya belli bir programa sahip siyasi grupların düşüncelerini aşan türde bir kolektif zeka ortaya çıkar.
Ne var ki, asıl soru tamamen farklıdır. Son on beş yıl içindeki büyük isyanlara katılmış olan herkesin söyleyebileceği üzere, bu tarz “örgütlenme teorisyenleri” ya da isyanın ortasında faaliyet gösteren, doğru fikirlere sahip “kadrolardan” oluşan küçük çaplı militan oluşumlar hiçbir zaman eksik olmamıştır, hepsi de tutarlı bir siyasi programa bağlı olan kendi örgüt anlayışlarını etkin biçimde savunmaktadır. Öyleyse neden kimse bu kişilerin sunduklarıyla ilgilenmiyor gibi görünüyor? Nedeni oldukça basit: bu kişiler “örgütlenme” kelimesini sonsuza kadar tekrarlamak dışında hiçbir şey söylemiyorlar. Kendileri bunun aksine ikna olmuş olsalar da bu tür kişiler ve sözde “örgütleri” genellikle somut taktiksel deneyimler veya stratejik bilgiler sağlamaktan uzaktır ve bu nedenle isyanı sınırlarının ötesine taşıyıp proleter iktidarın somut biçimlerini inşa edemezler. Bu yüzden de isyanın kendine has kolektif zekası tarafından hızla alt edilirler. Nadiren bir şeyler sunabilecekleri durumlarda bile başkalarını söylediklerine ilgi duymaya ikna edecek kadar etkili bir şekilde organize olamazlar. Başka bir deyişle: daha geniş çaplı isyan için etkileşime girme veya ilişki kurma imkânına sahip değillerdir.[2]
Örgütlenme sorununa dair bu yaklaşım, isyanların anlamlı bir toplumsal değişim gerçekleştirememesi veya ardından ayakta kalabilecek proleter güç odakları yaratamamasına yol açan somut taktiksel sınırlarının da göstergesidir. Ama diğer yandan tarihin önceki dönemlerinde uzun yıllar süren devrimci mücadelenin sonucu olarak ortaya çıkan, belli programlara sahip, büyük ölçekli örgütlenmeleri sanki bu yapılar salt irade gücüyle yeniden canlandırılabilirmiş gibi bugünkü mücadelelerin başlangıç noktası olarak almak geri bir konumlanıştır. Gerçek örgütlenme süreci bunun tam tersidir: çeşitli yoğunluklardaki mücadele ve isyanların ortasında, katılımcıların kolektif zekasına sunulan taktiksel bulmacalardan (genellikle “kendiliğinden” veya “enformel” diye yanlış tanımlanan) sayısız örgütlenme biçimi ortaya çıkar ve ancak halkın gücünün bu pratik altyapısı oluştuktan sonra, daha “stratejik” veya teorik büyük ölçekli koordinasyon ve güç oluşturma biçimleri şekillenmeye başlayabilir. Başka bir deyişle, “örgütlenmeliyiz” diyerek isyana katılanlar henüz var olmayan bir “biz”i varsaymaktadırlar.
Örgütlenme arayışı, ilk olarak kolektif özneliği inşa etmeye odaklanmalıdır, onu dayatmaya değil. Bu nedenle, parti teorisinin başlangıç noktası, “biz” nasıl örgütlenmeliyiz sorusu değildir. Bunun yerine sorulması gereken soru iki yönlüdür: Sınıfın alenen komünist sayılamayacak gündelik geçim ve varlık mücadelelerinden açık seçik bir komünist devrimci öznelik biçimi nasıl ortaya çıkabilir? Bu mücadeleler içinden çıkan komünist partizan gruplar, bireysel mücadelelerin içinde ve ötesinde partizan özneliği daha da geliştirmek için bu koşullara nasıl müdahale edebilir? Partinin ortaya çıkışı, kışkırtıcı çatışmaların ortasında sınıfın kolektif zekasını bir araya getirme ve ondan öğrenme süreci olduğu kadar, önermeci bir müdahale veya programatik bir sentez sürecidir de. Partizan arayış, son yıllardaki ayaklanmaları tamamen olumsuz bir bakış açısıyla ele almak ve bunları yanlış fikirlerden kaynaklanan yenilgiler olarak görmek yerine, bu başarısızlıkları öncelikle taktiksel düzeyde dışavuran maddi sınırlar olarak ele alır ve bu sınırların aynı zamanda itici, öznel bir güç taşıdığının farkındadır. Sonuç olarak bu başarısızlıklar, kolektif deneyimlerin biriktiği bir bellek olarak olumlu bir bakış açısıyla da ele alınabilir, fakat bu denemeler ancak gelecekteki isyan döngülerine bilgi sağlamak için hayata geçirildikleri ölçüde bir bellek işlevi kazanacaktır.
Herhangi bir toplumsal kırılmanının ortaya çıkmasını engelleyen taktiksel sınırlar ancak eylemle aşılabilir ve ancak eylem kolektif düşünceyi geliştirir. Eylem, bireylerin veya grupların yalıtık düşünceleri ile daha geniş çaplı isyanda ifade edilen kitlesel öznelik arasında gerekli bir arayüzdür. Örgütlenme sorununa dair geleneksel yaklaşımlar, politik anlamda harekete geçmenin bireylerin ahlaki veya siyasi duygularından kaynaklandığını varsayar. Bu yaklaşımlar, belirli bir politik programın, bir fikri önerinin siyasi eylemi öncelediğini varsaydıkları için “söylemsel”dir. Başka bir deyişle, insanların konuşma, polemik veya propaganda yoluyla belirli siyasi fikirleri benimsemeye ikna oldukları, daha sonra da edindikleri bu fikirlerin belirli stratejik yönelimleri ve bunlara bağlı pratik taktiksel uygulamaları benimsemelerini sağladığı varsayılmaktadır. Ancak tarih bize bunun tam tersini gösteriyor: siyasi konumlanışlar, ahlaki veya ideolojik argümanların söylem yoluyla aşılanmasından ziyade fiili taktiksel eylemlerde ortaya çıkar.
Bu nedenle, siyasi programı ön plana çıkarmak geri kalmış bir yaklaşımdır ve aslına bakarsanız çoğunlukla da tür düzensizliğe yol açar. Gerçek anlamda örgütlenme maddi sınırların pratik olarak aşılmasıyla ortaya çıkar ve entelektüel, estetik ve etik taahhütleri geride bırakır. Başka bir deyişle, insanların örgütlere katılması, onları desteklemesi veya onların siyasi pozisyonlarını, sembollerini ve genel eğilimlerini kitlesel olarak benimsemesi onlarla aynı fikirde olmalarından kaynaklı değildir. Bu tarz bir aidiyet kurmaları bu örgütlerin yetkinlik ve güçlü bir mücadele ruhu sergilemesiyle ilişkilidir. Bu süreç askeri teoride açık bir çatışma alanında “rekabetçi kontrol” için verilen bir mücadele olarak tanımlanır.[3] Ancak bu somut fiili liderlik inşa edildikten sonra insanlar program ve ilkelerdeki daha soyut liderliğe açık hale gelirler. Bu nedenle, önermeci yaklaşım teorik olarak içgörülü ve pratik olarak da yararlı bir programa sahip olsa bile, bu programın taraftarları ayaklanmanın kolektif zekasıyla etkileşim kurmak için gerekli taktik müdahaleleri yapma becerisinden yoksun olduğu sürece olayların gidişatını etkileyemeyecektir.
Dahası, bu programların kendileri de siyasi momentin canlı ifadeleri olarak görülmelidir. En kapsamlı yapısal analizler bile belirli bir zaman ve mekâna özgü kolektif zeka biçiminin dışavurumudur. Sonuç olarak, bu programlar sadece geçici olmakla kalmaz, aynı zamanda eyleme eklenmeli ve eylemden kaynaklanmalıdır. Bu süreç verili konumları tekrar şekillendirir ve yeni siyasi düşünce biçimleri üretir. Siyaset, bu taktiksel arayüz aracılığıyla yaygınlaşır ve kendini geliştirir. Herhangi bir partizan grup, belli bir mücadelenin taktiksel sınırlarını aşan cesur eylemlerde bulunarak yarattığı sembolizme tekrarlanabilir olmasını sağlayacak bir güç kazandırabilir ve ürettikleri semboller benim “mühür” diye adlandırdığım şeye dönüşebilir. Bu mühür isyanın kolektif zekasına özgü belirli bir katmanı basitleştirilmiş bir görsel gramare ve bunu yaygınlaşmasına imkan veren esnek, sembolik bir forma sıkıştırır ve bu sayede (aşağıda ele alınan tarihsel parti gibi) daha geniş bir öznelik biçimine ulaşır.[4] Mühürler temel olarak estetik düzeyde işlev görür: mesela 2010’ların sonundaki mücadelelerde kullanılan sarı yelekler veya madenci baretleri gibi nesneler. Daha gelişkin biçimlerinde ise bir isim ve birtakım temel pratikler aracılığıyla aktarılan, belli başlı taktiksel uygulamaları veya örgütsel eğilimleri kapsarlar: işyeri konseyleri, mahalle direniş komiteleri, kamu meydanlarının işgali vb. Mühürler, bu taktikleri geniş çapta tekrarlanabilir biçimlere dönüştürür ve yeni başlayanların (yani normalde “apolitik” olarak kabul edilen nüfus kesiminin) kırılma momentine dahil olabilmeleri için basit bir geçiş alanı yaratır. Bu sayede mühürler herhangi bir söylemsel veya programatik birlik noktasına bağlı olup olmadıklarına bakılmaksızın, daha geniş bir sosyal katılımcı tabanına eyleme dahil olma imkânı sunar.
Dolayısıyla şunu söyleyebiliriz: mühürler, tarihin yükselen dalgasından kolektif özneliğin bir ön biçimini ortaya çıkarırlar. Buna ilaveten, aynı anda hem bir tür büyülemeye benzeyen etkisiyle sınıfın içinden partizan bir güç çıkarır hem de somut taktikleri yönlendiren pratik bir yol işareti olarak bu şekilsiz özneliği asgari örgütlenme biçimleri olarak yapılandırır. Çoğaltılabilir ve taklit edilebilir olmalarına rağmen mühürlerin estetik niteliği öncelikli değildir ve yayılması için belirli bir teknik zemine ihtiyaç duymazlar. Yalnızca taktiksel ihtiyaçlar biçiminde ortaya çıkarlar. Siyasi eğilimler ise mührün peşinden giderler ve ortaya konan radikal eylemlerin sonradan çoğunlukla bilinçaltında oluşan dağınık ifadesine dönüşürler. Sarı baret takan biri meclisin camlarını kırar: bu sembolik eylemle —verilen örnekte Hong Kong’daki sağ yerelcilikle— ilişkili siyasi duygular ve siyasi çatışmalar bütünü tekrarlanabilir olması dolayısıyla daha da yaygınlaşabilir, böylece ilişkili semboller ve pratikler isyanın estetik ve taktiksel alanı üzerinde daha kolay bir şekilde hegemonya kurabilir ve bağlı oldukları siyasi pozisyonların çekim gücünü daha da güçlendirebilir.[5]
Aynı derecede önemli bir diğer ayrımsa, yalnızca daha büyük ölçekli toplumsal kırılmalar içinde ve bu kırılmalar aracılığıyla inşa edilebilen partizan proje[7] ile sınıf çatışmasının sürekli hareketi içinde görülebilen daha kısıtlı mücadele biçimleri arasındaki ayrımdır. Komünist örgütlenmeler, kapitalist toplumun çelişkili dinamiklerinin ürettiği, sınıf genelinde sürekli olarak ortaya çıkan varlık mücadeleleri etrafında kendilerini yönlendirmek zorundadır. Daha geniş kapsamlı siyasi olaylar bu mücadeleleri aşsa da —ve bu aşma halleri, (aşağıdaki gibi) öznel gücün ortaya çıktığı gerçek alanlar olsa da— hayatta kalmanın koşulları ve bu koşulların sağlanması konusundaki temel çatışmalar yine de bu daha büyük olayların kökeninde yatmaktadır. Benzer şekilde, bu varlık mücadeleleri isyancı patlayışlar arasında örgütlenmenin devam etmesi gereken alanı yapılandırır. Bu nedenle, her türlü komünist örgütlenme pratiği, hem belirli bir anda hayatını sürdürme koşullarıyla hem de egemenlerin bu koşulları sınıfa dayatan yöntemleriyle ilgili pratik işlevler üstlenerek, kendisini sınıfın somut çıkarlarına tercüme edebilmelidir.
Ancak komünistler, bu varlık (ve geçim) mücadelelerini aşılması gereken bir sınır olarak da ele almalıdır. Bu tür mücadelelerde ifade edilen talepler ve şikayetler, nihayetinde sermaye tarafından inşa edilen kimliklerden kaynaklanan dayatılmış çıkarlar olduğundan (örneğin, göçmen işçilere karşı ırkçı muhalefette bunu görüyoruz), maddi refahı savunmaktan (yani işçi sınıfının reel kazanımları için mücadele etmekten) başka bir şey yapmamak nihayetinde komünist bir örgütün daha geniş anlamıyla komünist bir ufka olan sadakatini ortadan kaldırır. Bir mücadelenin kışkırtıcı gücü, verilen binlerce küçük ödünün açtığı kesiklerden kan kaybeder. Aslında, herhangi bir varlık mücadelesindeki “zafer” genellikle bir yenilgidir: cinayet işleyen polis yargılanır (hatta belki hüküm giyer), ücret artışı kazanılır, çevreye zarar veren kalkınma projesi iptal edilir, tartışmalı yasa geri çekilir, devlet başkanı istifa eder (ve iktidar “geçiş” hükümetine devredilir). Düzen partilerinin komünist bir hareketi yenilgiye uğratmasının en iyi yolu, varlık (ve geçim) mücadeleleri içindeki gerçek kazanımları kabul etmeleri ve bu kazanımları kendi bayrakları altında konsolide etmeleridir.
Geniş anlamıyla, varlık mücadeleleri kapitalizm altında hayatta kalmanın somut sorunlarına odaklanan mücadelelerdir. Bunlar çok boyutlu olarak işler, ancak genel olarak fiziksel varlığını sürdürmenin koşulları üzerine ve bu koşulların halka dayatılması üzerine mücadeleler olarak ikiye ayrılabilir. İlki, sosyal kaynaklara erişim gibi nispeten dar dağıtım sorunlarına odaklanırken, ikincisi bu kaynakların paylaştırılmasıyla ortaya çıkan, hayatta kalma çabası ve haysiyet gibi daha geniş meselelere odaklanır.
İlk kategori, yani geçim koşulları üzerine mücadeleler, neredeyse her zaman belli şeylerin fiyat düzeyine odaklanır. Bunlar, genel emtia fiyatları (yaşam maliyeti, özellikle kiralar), emek gücünün fiyatı (ücretler, emekli maaşları ve diğer istihdam yardımları) veya devlet aracılığıyla sağlanan (sosyal yardım, altyapı, eğitim gibi) hizmet ve kaynakların fiyatlandırılması üzerine mücadeleler olarak alt kategorilere ayrılabilir. Ülkelere özgü yönetim biçimleri arasındaki kurumsal farklılıklar, (sağlık hizmetleri gibi) belirli konuların bir tarafta veya diğer tarafta yer almasını ya da her iki tarafta da yer almasını sağlar. Ani fiyat artışları veya sosyal hizmetlerin yeniden dağıtımı büyük ölçekli protestoları tetikleyebilir, uzun vadeli enflasyon ve yolsuzluk sorunları varlık mücadelelerinin sıklığını artırabilir. Ancak genel bir kural olarak bu mücadeleler düzen siyaseti alanına daha kolay bir şekilde dahil edilir ve yalnızca aşırı koşullarda veya bu yönde baskı yapan partizan örgütlerin varlığında radikal bir boyut kazanır. Bu nedenle, bu mücadelelerin siyasi ifadesi, piyasanın aksi takdirde verimli işleyişinin, bazı rantçı elitlerin dışarıdan müdahaleleriyle bozulduğu varsayılan istikrarlı fiyat seviyelerinin yeniden sağlanmasına odaklanan basit bir popülizme yönelir.
Mevcut varoluş koşullarının halka dayatılmasına karşı mücadeleleri kapsayan ikinci kategori ise salt hayatta kalma çabası ile gündeliğin içinde ve işyerinde onurlu bir yaşama sahip olma kavgasına odaklanır. En bariz örnekleri şunlardır: belirli bir mahallede yoksulların polis tarafından öldürülmesine karşı tekrarlanan (henüz kitlesel ayaklanmalara dönüşmemiş olan) görece küçük ölçekli eylemler, hapis cezaları ve tutuklamalara karşı mücadeleler, sınır dışı edilmeye karşı tamamen belli bölgelere odaklanan protestolar vb. Ancak bu tür mücadeleler diğerleriyle de iç içe geçmektedir. Örneğin işyerlerindeki varlık mücadeleleri açısından ücret artışları gibi doğrudan hedeflerdense, yöneticilerin baskıları, şirket içinde ırk veya göçmenlik statüsüne göre yapılan ayrımcılıklar gibi meseleler genel olarak daha motive edicidir. Bu türden çatışmaların genellikle işyerindeki en ateşli konular arasında olduğunu herhangi bir işyerinde örgütlenme deneyimi olan herkes bilir. Benzer şekilde, geçim koşulları ile ilgili mücadeleler polis şiddeti ile karşılaştığı andan itibaren bu koşulların halka dayatılmasına karşı mücadelelere dönüşür. Bu nedenle, bu mücadeleler ilk türden olanlara kıyasla daha geniştirler, hızlıca ve daha açık bir şekilde politik nitelik kazanırlar ve kendilerini genellikle baskılara karşı mücadeleler olarak dışavururlar.
Varoluş koşulları ile ilgili mücadelelerin, genellikle hükümet politikaları ve fiyat hareketlerine bağlı olarak kabaca tahmin edilebilmesinin aksine, bu koşulların halka dayatılmasına karşı mücadelelerin tahmin edilmesi son derece zordur. Bu tür mücadelelerin belirli bölgelerde ve aşırı sefalete maruz kalan gruplar arasında kolay şekilde alevleneceği ve belirli bir vakanın geniş çapta duyurulması halinde en etkili şekilde yayılacağı genel görüşünün ötesinde, örneğin herhangi bir polis cinayetinin ne zaman bir protestoya yol açacağını söylemek zordur ve bunun ne zaman başlangıçtaki sınırlarını aşan yaygın bir isyana yol açacağını söylemek ise neredeyse imkansızdır. Ancak genel bir kural olarak, bu tip mücadelelerin mevcut kurumlar aracılığıyla kontrol altına alınması daha zordur ve daha kolay yayılırlar, çünkü bunların bastırılması daha fazla isyanı tetikler.
Varlık mücadelelerinin belirli birleşimleri, kitlesel ayaklanmaların ortaya çıktığı zemin görevi görür ve bu ayaklanmalar daha sonra bu ilk sınırları aşarak, sadece bu temel varoluş mücadelelerinin ifadesi olmanın ötesine geçer. Her iki varlık mücadelesi biçimi de burada rol oynasa da, genellikle ikinci tür doğrudan tetikleyici olarak işlev görür. Endonezya’da devam eden protestolar buna iyi bir örnektir: varoluş koşulları (yaşam maliyeti, devletin kaynak dağılımı, istihdama erişim vb.) üzerine sürekli kaynayan mücadeleler, başlangıçta sınırlı sayıdaki protestonun temel şikayetlerini oluşturdu. Bunlar, polisin bir motor kuryeyi alenen öldürmesi, daha sonra şiddetle protestoları bastırması ve bunun da daha fazla ölümle sonuçlanmasıyla kitlesel bir gençlik ayaklanmasına dönüştü. Bununla birlikte, dayatılan hayatta kalma koşullarına karşı en agresif mücadeleler bile herhangi bir varlık mücadelesinin sınırlarını aşamaz çünkü en temelde somut talepleri düzen partisi tarafından karşılanabilecek niteliktedir.[8]
Herhangi bir partinin devrime giden tek gerçek yolu elinde tuttuğunu iddia etmesi elbette ki gülünçtür. Devrimler, teoride de pratikte de tek kaynaktan beslenmezler. Öyleyse komünistleri birleştirmesi gereken tek şey, sekterliğe ve her türlü kesinlik iddiasına karşı katı bir muhalefettir. Pratiklerimiz en başından itibaren farklılıklara açık ve arayışçı olmalı. Farklılıkları beslemeli, birbirine eklemeli ve etkileşime geçirmeli, ardından bunları sürekli bir diyalog içine sokmalıdır. Ancak bu heterojen yaklaşımları çabalarımıza dahil ederek her türden devrimci sürecin karşılaştığı sayısız entelektüel ve taktiksel sınırlamalara yeni çözümler üretebiliriz. Bu, apolitik veya antipolitik akımlara, ayrıca politikayı ifade etme tarzı veya tonu bizimkinden farklı olanlara karşı da belli bir açıklık göstermeyi gerektirir; bu tür estetik farklılıkları, sözde politik eleştirilere dönüştürmeye gerek yok.
Diğer yandan, farklılılara açık olmak eklektizmle eşdeğer değildir. Arayışçılık da yeniliği romantikleştirmekle aynı anlama gelmez. Önemli olan, herhangi bir kaynaktan “yararlı olanı ödünç almak” ve radikal fikirlerin mutlu bir mozaiğini oluşturmak ya da mücadelede (aslında neredeyse her zaman eski bir taktik veya eğilim olan) “yeni” bir taktik veya eğilime takıntılı olmak değil, parçalı gerçekleri ortaya çıkarmak ve bunları, tüm partizanlar tarafından geniş çapta paylaşılan, çok yönlü ama yine de tutarlı bir komünist fikre entegre etmektir. Komünizm, onu oluşturan ifadelerin çeşitliliği sayesinde tutarlıdır. Ancak bu çeşitlilik, temelinde, bu ifadelerin belirli bir dizi asgari koşul etrafında dolaşmasını gerektirir, tıpkı bir sarkacın belirgin (ama aynı zamanda zahiri veya oluşum halinde olan) bir ağırlık merkezi etrafında salınması gibi. Mümkün olduğunca basitleştirerek, bu koşullar şöyle özetlenebilir: böyle bir projenin amacının, insan türünün geniş (bilimsel, üretken, manevi, kültürel vb.) kapasitelerini kullanarak dünyanın insan-dışı unsurlarıyla ortak metabolizmasını yeniden yapılandıracak, ihtiyat, egemenlik kurmama ve özgür birliktelik ilkelerine göre işleyen gezegen ölçeğinde bir toplum yaratmak olduğu inancı.
Bu asgari koşullar daha sonra, partizan projenin kendisi aracılığıyla detaylandırılacak bir dizi başka soru ve sonuca dönüşür. Tanımı gereği bu ilkelere göre işleyen herhangi bir toplum, sosyal bir biçim olan değere içerilmiş (para, piyasalar, ücretler gibi) dolaylı veya örtülü egemenlik biçimlerini, bunlardan kaynaklanan yasal ve yasadışı kimlikler biçiminde (yani, farklı haklara sahip bir “ülkenin vatandaşı” olarak kişinin statüsü) yerleşik dolaylı veya örtülü egemenliği ve devlette, zorunlu olarak dahil olduğumuz otoriter aile birimlerinde, ataerkil veya yabancı düşmanı geleneksel tutumlarda ve bunlara benzer başka pratiklerde ifade edilen doğrudan egemenlik biçimlerini de ortadan kaldırmalıdır. Benzer şekilde, sosyal örgütlenme biçimleri arasında kökten bir farklılaşma bir geçiş aşaması gerektirdiği için, komünizm eski dünyaya karşı devrimci bir kopuşla ortaya çıkmalıdır. Ona aşamalı reform, üretici güçlerin gelişimi gibi evrimsel yollarla yavaş yavaş ulaşmak mümkün değildir. Bundan belki de en önemli ayrım çizgisi çıkar: komünistleri, ayaklanma anında kalabalığın isyankar davranışlarından korkan, bunları reddeden veya çocukça bulan, düzenli ve “barışçıl” protesto taktiklerini veya isyanlar dağınık kitlesel ayaklanmalar değil de cerrahi askeri operasyonlarmış gibi militan disiplinin mitik bir biçimini tercih edenlerden ayıran çizgi.
Yüzeysel olarak bakıldığında, bu bir paradoks gibi görünebilir: eğer birliği aynılıkla eşanlamlı ve dolayısıyla çeşitlilik veya farklılığın tam zıttı olarak kabul edersek, bu koşullar farklılıklara açıklık ruhuna aykırı bir dışlayıcı karakter kazanır. Ancak burada önerilen, alt unsurları geçersiz kılan ve homojenleştiren katı veya üstün bir birlik mantığı değil, yalnızca gerekli bir tutarlılık ölçüsüdür. Gerçekten komünist fikirlerin yayılmasını sağlayan, farklılıklara açık bir ortam sağlamak için bu asgari koşulların dayatılması gerekse de, bu kısıtlama süreci aynı zamanda üretkendir. Böyle bir kısıtlama olmadan, popüler ideolojinin sağduyusuna daha yakın olan ama komünist olmayan “radikal” veya “solcu” fikirler, komünist içeriği hızla ortadan kaldıracaktır. Bu belirsiz “sosyalist”, “özgürlükçü” veya “aktivist” akımlarla diyalog halinde kalmak önemli olsa da —çünkü bu akımların kendi çelişkileri, daha zeki katılımcıların bir azınlığını komünizme yöneltme eğilimindedir— onlardan ayrı kalmak, yani komünist projeyi bu ılık radikal liberalizme dönüştürmeyi reddetmek daha önemlidir. Bu, kendi deneysel arayışlarımızın temelini oluşturmamızı sağlar ve komünist partizanların farklı müdahale ve katılım biçimlerini denemelerine ve ardından sonuçları net bir şekilde karşılaştırmalarına olanak tanır.
[1] Bu yaklaşıma benzer, somut bir örneğe uygulanan bir eleştiri için bkz: Jasper Bernes, “What Was to Be Done? Protest and Revolution in the 2010s” (Ne Yapılmalıydı? 2010’larda Protesto ve Devrim), The Brooklyn Rail, Haziran 2024.
[2] Belki de daha açıklayıcı olan soru, bu kişiler ve bağlı oldukları örgütlerin (Syriza, Podemos veya Şili’deki Boric hükümeti örneklerinde olduğu gibi) isyanların ardından seçimler yoluyla görünürde “iktidara gelmiş” olsalar bile, neden anlamlı bir sosyal değişim gerçekleştirmekte bütünüyle başarısız olduklarıdır. Aslında, halk ayaklanmalarının seçim kampanyalarına yönlendirilmesi, neredeyse her yerde baskıcı bir güç olarak işlev görmüş ve kurumsal alanın dışında ortaya çıkan zayıf proleter iktidar biçimlerinin parçalanmasına katkıda bulunmuştur. Bu, siyasi eğilimlerden veya liderlerin bireysel niyetlerinden bağımsız olarak gerçekleşir.
[3] Bu fikrin genel bir özeti için bkz: David Kilcullen, Out of the Mountains: The Coming Age of the Urban Guerrilla, Oxford: Oxford University Press, 2015, s. 124-127
[4] “Mühür” kavramı, Paul Torino ve Adrian Wohlleben’in “Güçlü Memler: Sarı Yeleklilerden Çıkarılacak Dersler” (Mute Magazine, 26 Şubat 2019) başlıklı makalelerinde geliştirdikleri “güçlü mem” kavramının bir uzantısıdır ve Adrian Wohlleben’in “Sonu Olmayan Memler” (Ill Will, 17 Mayıs 2021) başlıklı makalesinde daha da genişletilmiştir.
[5] Burada sağdan alınan bir örneğin kullanılması tesadüfi değildir, çünkü sağcı örgütler son birkaç on yılda bu mantığı kullanmada becerikli olduklarını kanıtlamışlardır. Sağın yükselişinin bir nedeni, bu türden bir liderliğin genellikle “sol” tarafından reddedilmesidir. Sol, bu liderliği, sınıfın kendiliğinden oluşan momentumunun bir sonucu olarak ortaya çıkan özdüşünümsel bir dinamik olarak değil, sınıfın kendiliğinden oluşan momentumuna dışarıdan dayatılan otoriter bir yönelim olarak görür. Böylece o geçici momentum kaybedilir ve mühürler kendi kendilerine sönmeye terk edilir. Bu sorunun ABD siyasetine etkilerini Hinterland: America’s New Landscape of Class and Conflict (Reaktion, 2018) adlı kitabımda inceliyorum ve aynı ikilemin Hong Kong’daki yansımalarını Hellworld: The Human Species and the Planetary Factory (Brill, 2025) adlı kitabımın 6. ve 7. bölümlerinde ele alıyorum.
[6] Ç.N. Phil Neel doğrudan çevirisi “geçim mücadeleleri” olan “subsistence struggles” ifadesini geçim kavramının Türkçe’de ifade ettiğinden daha geniş bir anlamda, sadece ekonomik haklar ve ücret talepleriyle sınırlı kalmayan bir çerçevede, her türlü yapısal baskı ve şiddete karşı hayatını sürdürebilme mücadesini içerecek anlamında kullandığı için “varlık mücadelesi” diye çevirmeyi tercih ettik.
[7] Partizan proje, komünist amaçlara yönelik bir tür kolektif devrimci özneliği örgütleme çabası anlamına gelir. Başka bir deyişle, insanlığı sınıflı toplumun tarihsel zincirlerinden kurtarmak ve komünist bir gelecek kurmak için verilen mücadelenin hem geçmişini hem de geleceğini ifade eder. Bu nedenle, “komünist örgütlenme” veya “komünist hareket” ile eşanlamlıdır.
[8] Somut talepler biçiminde ifade edilen varlık mücadelelerinin sınırlarını aşan kitlesel siyasi ayaklanmalarda bile, bu aşma hali ile taleplerin ifade edildiği zemin arasındaki gerilim devam etmektedir. Bu gerilimi somut taleplerin ifade edilmesi lehine yönlendirmek, bu siyasi kırılmaların bastırılması ve statüko tarafından yeniden emilmesinin yoludur.
Kaynak: e-komite
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.