Türkiye devrimci hareketinin yeniden yapılanmasının politik taktik zemini, hükümetlerin değişiminden bağımsız olarak faşizme karşı uzun süreli bir toplumsal mücadele için, kendisinden başlayarak demokrasi güçlerini siyasi bir hatta örgütleme mecburiyetidir
“Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji” dosyasındaki diğer yazılara ulaşmak için tıklayınız.
Sendika.Org’un açtığı gündemler ve tartışmalar mücadeleye katkı yapan değerli çabalardır. Emek verenlerin emeğine sağlık. Bu tartışmaların hareketin gerçek sorunlarını bilince çıkartacak ve örgütsel sonuçlar üretecek derinliğe ulaşması dileğiyle…
“Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji ne olmalı” başlıklı tartışma çağrısında; “İşçi ve emekçilerin bağımsız siyasi hattını kurmak… işçi sınıfı ve toplumsal müttefiklerini baş döndürücü siyasi gelişmeler karşısında izleyici olmaktan çıkaracak devrimci alternatifi görünür kılmak… Sosyalistlerin bir öncülük iddiası yok mu?” vb. tespit ve sorular devrimci hareketin yakın geleceğini tayin edecek iki başlığı tartışmanın odağına çekiyor; önderlik sorunu ve yeni konjonktürde bağımsız siyasi hattın inşası.
Önünde patinaj yaptığımız sorunumuz budur ve çuvaldızı kendimize batırmadan sorunu hak ettiği düzeyde tartışmak mümkün olmayacaktır. Eksiklerimizi öne çıkartırken, tüm bu sürecin parçası olduğumuzu ve devrimci harekete dönük her tutarlı eleştiriyi özeleştiri kabul ettiğimizi belirtmek gerekir.
Diğer bütün teorik, politik, taktik sorunlardan öte, önderlik sorunu; çağrının özgün ifadeleriyle “direniş fraksiyonlarını birleştirme ve öncülük etme” sorunu, devrimci hareketin iddiasını ve varlık gerekçesini oluşturuyor. Elbette önderlik sorununu; “diğerlerini eleyip öne geçecek” iradenin nitelikleri bakımından değil, kolektif ve birleştirici önderliğin inşası olarak ele aldığımızda, tartışmanın mücadeleye katkısı olabilir.
Türkiye Devrimci Hareketi, neredeyse yarım asırdır bütün kahramanca mücadelelere rağmen, toplumsal muhalefeti birleştirme ve devrimcilerin birliğini sağlama temel görevlerinin –diğerlerini geçerek ya da birleştirici önderlikle– üstesinden gelememiş ve bu durumun yarattığı sonuç olarak “örgütçülerin örgütsüzlüğü” mücadelenin önündeki en önemli engellerden birisi haline gelmiştir.
Her yapı kendi ölçeğinde bir dönem, bir taktikte veya bir alanda mücadele adına geçici başarılar elde etti. Fakat neredeyse yarım asırdır bütün olarak devrimci hareketin önderlik sorununda gerilemesi durdurulamadı. Dolayısıyla hareketin bütününü kapsama ufku giderek silikleşirken, kendini var etmeyi temel alan, geleneklerine ve aidiyetlerine kapanmış, dar grupçu önderlik anlayışı ve birbirine siyaset yapma tarzı yapısal nitelik kazandı. Örgütsel kopuşlar ise, hareketin bütünsel sorunlarıyla yüzleşmeden, kendisinin de sorunun ve çözümün parçası olduğu gerçeğini ihmal ettiği oranda sorunu yeniden üretmekten kurtulamadı.
Önderlik iddiasıyla toplumsal hareket arasındaki asimetrik ilişki, en çarpıcı biçimde Gezi isyanında ortaya çıkmıştı. İsyan devrimci harekete mücadelenin ihtiyaç duyduğu asgari önderlik düzeyini gösterirken; aynı zamanda birleşik siyaset yürütme ve “örgütçülerin örgütsüzlüğünü” aşma bakımından yapılmış en ciddi uyarıydı. Fakat Suruç ve Ankara katliamının ardından tüm yapıların irade beyanına rağmen bir anti-faşist cephe kurulamadı. 2016 sonrası faşizme karşı mücadele eden kadınların, gençlerin, işçilerin, emekçilerin, doğasını ve yaşam tarzını koruyanların mücadelelerinin bağımsız bir siyasi hatta yan yana getirilmesi ve birleşik bir siyasi irade yaratılması gerektiğinde de hareketin saflarından bir yanıt geliştirilememişti. Giderek önderlik yapılacak dinamiğin arkasına takılan bir “toplumsal hareketleşme” pratiği hakim oldu ve nihayet 19 Mart’ta, toplumsal muhalefet bir kez daha meydanları kuşatırken devrimci hareket büyük oranda “izleyici” konumda bulunuyordu. Gelinen aşamada ise, politik önderliği açık ya da örtük olarak CHP’ye havale eden kimi yaklaşımların devrimcilik adına savunulduğunu görüyoruz.
Diğer yandan; 2000’lerden itibaren Kürt Özgürlük Hareketi’nin birleşik mücadele temelindeki adımları devrimci hareketin sadece ittifak içinde olanlarının değil, tümünün hareket kabiliyetini, politik etki alanını, kitleyle temasını genişleten bir zemin yaratmıştı. Birleşik mücadele “devlete seçim kaybettiren” 7 Haziran 2015 başarısını üretti ve faşist rejimin karşı darbesine kadar da genişlemeye devam etti. Fakat devrimci hareketteki örgütsüzlük aşılamadığı ve benzer bir önderliği havale etme durumuna düşüldüğü için, genişleme sürdürülemedi ve parlamenter alanda vekillik düzlemine sıkışmış bir ilişkiye daraldı. Gelinen noktada Kürt Özgürlük Hareketi’nin başlattığı yeni süreç, halkların stratejik ittifakını yeniden tariflemeyi zorunlu kılan köklü değişimler dayatmaktadır. Bu gerçekliğe göre halkların stratejik ittifakının daha ileri bir enternasyonalizm tarifiyle yeniden inşa edilmesi görevi devrimci hareketin önünde durmaktadır.
Kuşkusuz hiçbir yapı geleceğe kendisini olduğu gibi taşıyamaz, geçmişteki pratiğiyle gelecekte daha büyük sonuçlar alabileceğini bekleyemez. Hareket sıkıştığı ara durumdan, sürdürülebilir olmayan mevcut tarzdan çıkmak zorundadır. Bütün yığınağını parlamenter alana yapmak gibi revaçta olan eğilimler çözüm olmaktan uzaktır. Toplum çok derin bir yoksulluğun, işsizliğin geçinememenin, toplumsal çürümenin ve siyasal baskının kuşatması altındadır. Önümüzdeki süreci 40 yıldır bastırılmış, enerji biriktirmiş ve hangi biçimlerde kendisini göstereceği belli olmayan toplumsal hareketlerin belirleyeceğini öngörmek kehanet değildir. Bu dinamikle devrimci hareketin ilişkisi Gezi isyanıyla ilişkisi gibi olamaz. Kitle hareketi “önderlik sorununu” kendiliğinden çözemez.
Mevcut tablo Devrimci Hareketin bir döneminin artık kapanmakta olduğu ve yeni bir dönemin eşiğine gelip dayandığının göstergeleridir. Hareketin geleneğini geleceğe devrimci tarzda taşıyabilmesinin ve “önderlik sorununa” çözüm olabilmesinin yegâne koşulu; devrimci hareketi bir bütün olarak ele alan ve tüm potansiyellerini harekete geçireceği köklü bir yeniden yapılanmaya gitmesinden geçiyor. Bu basitçe örgütlerin birliği değil; iç içe geçmiş ve eş zamanlı mücadele yürütülmesi gereken; demokrasi güçlerinin birliği sağlama görevini, bir taktik disiplin etrafında mevcut yapıların ve çevrelerin koordine olmasını ve nihayet devrimcilerin birliğini sağlama temel hedeflerini içeren kompleks bir görevdir.
Toplumsal muhalefetin faşizme karşı mücadelede asgariden azamiye doğru birliğini sağlamak üzere bir barış ve demokrasi cephesi kurmayı içinde bulunduğumuz gerçeklikte fazla gerekçelendirmeye ihtiyaç yoktur. Yalnızca cephenin esas olarak toplumsal alanda ve meclisler üzerinde yükselecek bir örgütlenmeyle kurulması gerektiği geçmiş deneyimlerden çıkartılacak en önemli derstir. Halen birçok yerelde etkin olan il /ilçe Emek Demokrasi Platformları ve yerel dayanışma ağları cephe örgütlenmesinde önemli bir misyon üstlenebilir. Türkiye çapında yüzden fazla yerelde etkin olan bu platformlar çeşitli düzeylerde varlıklarını sürdürmekte ve demokrasi güçlerini ortaklaştıran merkezi bir konumda durmaktadır. Siyasi gündemlerde kendi özgünlüklerine göre eylem birlikleri olarak etkinlik yürüten bu platformlar, siyasetin toplumsallaştırılmasının en önemli birleşik zeminleri konumundadır. Gezi sürecinde hızla yaygınlaşmış fakat, faşizmin on yıldır sürdürdüğü saldırı dalgaları yerel iktidar odakları olma yönünde gelişimleri engellemiş ve eylem birlikleri düzeyinde kalmalarına ya da pasifleşmelerine neden olmuştur. Ancak Barış ve Demokrasi cephesinin aşağıdan yukarı işletilecek kuruluş süreci, bu platformların doğal gelişimlerinde ilerlemesine ve hızlıca meclisleşerek kurumsallaşmalarına olanak sağlayabilir.
Bu görevi yerine getirmenin eldeki zeminlerinden birisi de yakın süreçte “Barış ve Demokrasi Cephesi” çağrısı yapan Demokrasi İçin Birlik Platformu’dur (DİB). Demokrasi güçlerinin, sol sosyalist parti ve çevrelerin hemen hemen tamamını temsili olarak çatısı altında bulunduran platform, bir ortak irade inşasında hazır bir zemin olarak değerlendirilebilir. (DİB Yeniden Yapılanıyor! – DİB | Demokrasi İçin Birlik)
Elbette böylesi bir cephenin kurulabilmesi ancak bir taktik disiplin etrafında yan yana gelecek devrimci sol sosyalist güçlerin koordinasyonuyla mümkündür. Tüm yapı ve çevrelere açık olması gereken koordinasyon; cepheyi örgütlerken aynı zamanda, protestoculuk ve eylem birliği seviyesinden daha ileriye, taktik planlamalar, kampanyalar örgütlemeye ve yeni örgütsel formlar geliştirmeye imkanı sağlayabilir. CHP mitinginde arka arkaya dizilen bayrakların, koordinasyon için yan yana getirilmesinin önünde yapıların irade göstermesinden başka engel yoktur. İki adım da hızlıca pratikleştirilebilir ve devrimci hareketin sürece örgütlü müdahalesi gecikmeden hayata geçirilebilir.
Son olarak yeniden yapılanmanın temel görevi devrimcilerin birliği; “aynıların aynı, ayrıların ayrı yerde” toplanabilmesi için; subjektif ve keyfi tasnifleri aşan objektif ölçülerle, tüm devrimcilere açık teorik ve pratik düzlemde ciddiyetle örgütlenecek, tartışma-ortaklaşma zeminleri üzerinden sağlanabilir. Bu aynı zamanda devrimci programın ve örgütün mücadelenin güncel ihtiyaçlarına göre yenilenmesine de hizmet edecektir.
Elbette bu görevlerin başarılması için fazlasıyla erozyona uğramış devrimci dokunun yeniden güçlendirilmesi gerekir. Devrimciliğin etik-politik özünü, değerler bütününü tanımlayan, devrimciler arasındaki ilişkinin ilkelerini belirleyen devrimci doku güçlendirilmeden, sürecin engellerini aşacak, zorluklarına direnecek motivasyon üretilemez. Birbirine siyaset yapmanın, dar grupçuluğun, nicelikçiliğin, bayrağı en öne götürme çabasının bir kenara bırakılması için, geleceği inşa edecek birleşik mücadelenin ilkelerini tanımlayabilmek bakımından geçmişe yeniden ve farklı bir gözle bakmamız gerekir. Mahir Çayan’ın Deniz Gezmiş ve yoldaşlarını idamdan kurtarmak için kendisini ve örgütünü feda etmekten çekinmeyen, belki de dünyadaki tek örneği olan tutumu ve onun içerdiği değersel nitelik, bugünün dar grupçuluğunun kaynağı olamaz. Onlar ve ardından hayatlarını mücadeleye veren on binlerin açık vasiyetleri devrimcileri birliğe ve birleşik mücadeleye davet ediyordu, bölünerek çoğalmaya değil.
Dünyada ve ülkede yaşanan gelişmeler anti-faşist mücadele kavramına “siyasal demokrasi” sorunu olmaktan çok daha öte boyutlar kazandırıyor. Son on/ on beş yılda önce çevre ülkelerde başlayıp, sonra merkezlere sıçrayan ve dünyayı dalga dalga etkisi altına alan faşizm; aslında kapitalizmin derin krizinin, bunun azgınlaştırdığı emperyalist paylaşım saldırganlığının ve dünyayı 3. savaşın eşiğine getiren yapısal krizlerin tek tek ülkelerdeki siyasal görünüşü olmaktadır. Bu anlamıyla anti-faşist mücadele de; anti-kapitalizm, anti-emperyalizm ve savaş karşıtı mücadele ile iç içe girmiş, tek kelimeyle ifade edilebilecek eksen kavram niteliği kazanıyor.
Dünyada faşizmin emperyalist paylaşımla organik bağı gibi, bizde de bölgesel paylaşımla rejim arasında dolaysız bir ilişki bulunmaktadır. 1990 sonrası sözü edilen küresel ölçekteki değişimlerin doğrudan etkilediği ve bölgedeki paylaşımın hem nesnesi hem de öznesi konumundaki Türkiye, faşizme ilk evrilen ülkelerden birisidir. Sovyetlerin çözülmesi ve Avrupa Birliği kapısının kapanmasının ve batıya dönük geleneksel stratejinin tümüyle boşa düşmesinin ardından, Türkiye’nin yönü bütünüyle Ortadoğu’ya çevrildi. Stratejik konumundaki bu derin kırılma ilerleyen yıllarda zincirleme olarak uluslararası ittifaklarında, devlet yapısında, siyasal sisteminde, sermaye-devlet ilişkisinde ve hâkim ideolojisinde kendi mantıksal sonuçlarını üretti.
1990’larda “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türkiye” şiarıyla ve İsrail’le stratejik işbirliğiyle başlayan bölgesel güç olma macerası, çeşitli kırılmalar ve altüstlükler yaşadıktan sonra AKP- MHP-Ergenekon iktidarında “Yeni Osmanlıcılık” şiarıyla; İngiltere ve Katar’la girilen stratejik hatta oturtulmuş ve bölgede dengeleri değiştirecek derinliklere ulaşmıştır. Özellikle 2010’larda ABD’nin Asya Pasifik Bölgesi’ne yoğunlaşması ve Brexit’le AB’den ayrılan İngiltere’nin “Yeniden Büyük Britanya” politikasıyla Ortadoğu’ya yerleşme, Rusya ve AB’yi çevreleme hamlesi; Türkiye ile “Altın Çağ” olarak tanımlanan stratejik ilişkilere girmesini sağladı. Bu stratejik ilişki; Katar sermayesinin sistematik akışından, İngiltere’ye ihracatın ilk sıralara yükselmesine; SİHA’lar ve ortak yatırımlarla savaş sanayinin olağanüstü geliştirilmesinden, Ortadoğu ve Afrika’da kurulan askeri üslere, Ermenistan’dan, Libya, Suriye’de aynı anda “üç buçuk ülkede savaş”tan, faşist rejime ve toplumun bu stratejinin ihtiyacı doğrultusunda dönüştürülmesi çabalarına kadar birbirine bağlı pek çok sonuç üretti ve üretmeye devam etmektedir.
Genelkurmay merkezli geleneksel statüko dağılırken bölgedeki emperyalist paylaşım çatışmalı bir tarzda içselleşti. ABD’nin Neocon kanadının kontrolünde, saldırgan bir şekilde yargıya, orduya ve emniyete sirayet eden ve paralel devlet konumuna yükselen Gülen cemaati ile; AKP-MHP siyasal destekli, MİT ve Özel Harp etrafında ve daha çok İngiltere-Katar stratejik hattına eklemlenmiş klik arasında kanlı iktidar mücadeleleri yaşandı. AKP-MHP-Ergenekon iktidarı kazanan taraf olarak, 20 Temmuz darbesi sonrası OHAL kararnameleri ve Türk Usulü Başkanlık sistemiyle kurumlar hiyerarşisini yeniden belirleyerek, devletin yapılanmasını faşist bir rejimle tamamladılar. (Bkz.)
12 Eylül’ün kurduğu yapı çözülürken, yerine 12 Eylül Darbecilerinin bile hayal edemeyeceği düzeyde merkezileşmiş bir devlet inşa edildi. Türk usulü başkanlık rejimi, 2016 sonrası süreçte ender görülür çapta bir tasfiye dalgasıyla; kanunları, kurumları ve kadroları faşistleştirerek devletin dönüşümünü seçimler yoluyla geri döndürülemez düzeyde tamamlamış oldu. 3. Dünya Savaşı’nın ön cephesi olan bölgede başta İngiltere olmak üzere emperyalist ittifaklarıyla, devasa gelişen savaş sanayisi ve paylaşım mücadelesindeki aktif konumuyla doğru tanımlanması ve anti-faşist mücadelenin de bu gerçekliğe göre tariflenmesi zorunludur. 12 Eylül faşizminde olduğu gibi hükümet değişimiyle çözülmeyecek, ancak uzun süreli mücadelelerle geriletilebilecek bu yapı yalnızca devrimciler tarafından tartışma ve mücadele konusu haline getirilebilir.
Rejim neredeyse on yıl boyunca; dış politikayı istediği gibi yönetmeyi, sermaye fraksiyonları arasındaki gerilimleri bastırarak hizalamayı, işçi ve emekçileri kölece yaşam koşullarında tutmayı ve burjuva muhalefetin siyaset yapma sınırını belirleyebildi. Fakat toplumu biat ettirme ve Kürt Özgürlük Hareketi’ne dönük inkar imha siyasetinde tümüyle başarısız oldu.
Yeni konjonktür faşizmin bu başarısızlıkları üzerine şekillenmektedir. Devlet “değişmemek için değişmek” zorundadır ve geleneksel inkar imha politikasını terk edip “İç cepheyi tahkim” politikasıyla Kürt sorununu bölgede ve ülkede rejime zarar vermeyecek zeminde tutabilmeyi umut ediyor. Yine olası bir iktidar değişiminde köklü demokratik dönüşümler ihtimaline karşı, sorunu parlamentoya bırakmayıp devlet tekelinde tutmayı esas alıyor. Kürt sorununu sistem içine çekilirken sistemi de stabilize etmeyi, 2016 sonrası kurulan devlet yapısını, mümkünse diğer sorunlarla iç içe sokarak anayasal güvenceye almak, olası iktidar değişiminde faşistleştirilmiş kurumsal, kadrosal yapısını en az değişimle sürdürmeyi başarabilmeyi planlıyor. Bu nedenle süreç hükümeti aşan bir düzlemde yürütülmektedir.
İç cepheyi tahkim politikasının diğer ayağı CHP’ye yapılan operasyonlardır. AKP’nin dar siyasi hesapları dışında, devletin iktidara gelecek partiyi olabildiğince törpüleme, kimi aktörleri tasfiye etme, kimilerini merkezi konuma çekme girişimi olarak da okunması gerekir. Bu nedenle operasyonlara sınır koyarak yol verilmektedir. Özgür Özel’in; Hikmet Çetin, Murat Karayalçın ve Muharrem İnce çemberine alınması, CHP’ye müdahalenin sadece dış operasyonlarla değil, iç operasyonlarla da yürütüldüğünün göstergesidir. Nitekim Hikmet Çetin’in Bahçeliyle görüşme sonrası yaptığı CHP-MHP koalisyonu çağrısı Erdoğan sonrasında Kürt hareketinin muhalefete itilmesi için, CHP’nin, MHP, Zafer Partisi, İyi Parti ya da bunların tümüyle yapacağı bir koalisyonun hazırlıklarıdır.
Devlet ve AKP siyaseti arasındaki gerilim iç cepheyi tahkim politikasının diğer sonucudur. MHP devlet aparatı gibi hareket ederken, AKP ise rejimin kurucularından olsa da, hem sürecin dışında tutulmasına hem de faturalarını öderken kaybedeceği bir geleceğe sürüklenmesine karşı ayak diremekte ve yönelişi pazarlık konusu yapmaya çalışmaktadır. Erdoğan ve ekibi ellerindeki gücü ve pozisyonunu koruyabilmek için, son ana kadar iktidarda kalmayı, muhalefete düşse de en yüksek oy oranıyla dokunulmazlığını güvenceye alacağı bir konumda bulunmayı hesap ediyor. Bunun için tek rakibi olan CHP’ye saldırarak kendi tabanından oy geçişlerini engellemeyi ve seçim öncesi belediyelerden mahrum bırakmayı planlıyor. Fakat ne kadar fırsatı ganimete çevirmeye çalışsa da AKP’nin iktidar ömrü Devlet Bahçeli’nin “erken seçim” diyeceği ana kadardır.
Yaşanan hengameler arasında görülmekte zorluk çekiliyor fakat yeni konjonktürün sistem tarafında bu gerçekler varken, halklar tarafında inkâr-imha siyasetinin ve biat ettirme yönelişinin çöküşüyle ortaya çıkacak sonuçlar olacaktır. Bu sonuçlar halklar arasında barışın toplumsallaştırılması mücadelesine zemin hazırlayacak ve kibir ve güvensizlik ikilemini kırarak demokrasi güçlerini genişletecek etki yaratırken, birleşik mücadelenin zemininin güçlenmesi demokrasi mücadelesinde yeni bir yükseliş dönemine girişin zeminini hazırlayacaktır.
CHP’ye dönük saldırıda omuz omuza direnmek, her operasyona karşı eylemli tepki göstermek, direnenlerle yan yana gelmek devrimci hareketin tartışmasız günlük görevidir. Ancak bu iki biçimde yapılabilir. Bütün yığınağı buraya yaparak ve önderliği havale edecek biçimde, ya da hükümeti değil faşizmi esas alan tarzda direniş fraksiyonlarının bağımsız hattını örgütlerken, birlikte mücadele yürüterek. Burada ayırt edici olan politik bağımsızlığın gözetilmesidir. Bağımsız örgütlenmenin güçleri zayıflatacağı düşüncesi tümüyle yanlıştır. Aksine tarihin de gösterdiği iki kutuplu siyasal yapı üçüncü kutup dinamikleri siyaset sahnesinden çekildiği süreçlerde tek kutuplu bir hakimiyete doğru evriliyor. Ya da tersidir. Sorunun bu hale gelişinde hareketin örgütsüzlüğünün ve dağınıklığının belirleyici etkisi olduğu açıktır. Zayıflayan anti-faşist mücadele; kitlelerin öz örgütlerinde, kendi direniş mevzilerinde, kendi talepleri etrafında değil sistem partileri çeperinde yığılmalarının en önemli nedenidir.
Fakat bağımsız hat sorunu çok daha derin bir sorundur. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, ağır bedellerle yürütülmüş demokrasi mücadelelerine, büyük toplumsal hareketlere, sistematik yoksullaştırma ve faşizmin dışlama politikalarıyla nicelik olarak sürekli büyüyen bir güç olmasına ve örgütlü muhalif yapıların çoğunluğunu içermesine rağmen; devlet ve sermayenin süreklilik arz eden temsiliyetlerine karşı üçüncü tarafı temsil eden bir siyasi irade inşa edilememiştir. Böylesi bir iradeden yoksunluk; toplumsal kesimlerin mücadelelerinde yalnız kalmasına, etnik mezhepsel farklılıkların sistem tarafından katliamcı tarzda istismar edilebilmesine, hak mücadelesine sıkışıp iktidar hedefinden kopmaya, darbeciliğin hareket alanının genişlemesine yol açtı ve kazanımları koruyacak bir demokrasi mücadelesi geleneğinin oluşmasına izin vermedi. Bağımsız hattı dönemsel bir yükseliş ekseninde değil bu tarihsel örgütsüzlük gerçekliğinde ele almak gerekir.
Türkiye devrimci hareketinin yeniden yapılanmasının politik taktik zemini, hükümetlerin değişiminden bağımsız olarak faşizme karşı uzun süreli bir toplumsal mücadele için, kendisinden başlayarak demokrasi güçlerini siyasi bir hatta örgütleme mecburiyetidir. Toplumsal hareketin bu dönemde ihtiyaç duyduğu örgütlülükler hayata geçirilebilirse, rejimin her tökezlediği mevzide demokrasi güçlerinin yeni bir kazanım elde edebileceği ve mücadelede faşizme karşı kaybedilen mevzilerin tek tek geri alınabileceği yeni bir yükseliş dönemine geçebiliriz. Fakat bu irade gösterilemez ve mevcut dağınıklık aşılamazsa; kitle hareketinin her yükselişinin solun parçalı labirentleri içinde dağılarak sönümleneceği ve adım adım burjuva siyaset ekseninin seçmenlik düzlemine doğru geriye çekileceği gün gibi açıktır.
*Bu yazı benzer gündemlerle http://www.birlesiksiyaset.org sitesinde Yeniden Yapılanmanın Mecburiyetleri başlığıyla yayınlamış yazı dizisinin kimi eklemeler yapılmış özetidir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.