AKP-MHP ittifakının baskıcı ve sermaye yanlısı politikalarının temel ayaklarından olan özelleştirme, Babacan’ın geçmişe dönük itirafı ve OVP’de köprü–otoyol satış planlarının öne çıkmasıyla tekrar gündemde. Dünyada kamusal hizmetlerin yeniden kamulaştırılması örnekleri çoğalırken ülkede de demokrasi mücadelesinin yanı sıra kolektif mülkiyet-dayanışma temelli bir ekonomi programını savunma zamanı
AKP iktidarının hukuksuzluklarını, başta CHP olmak üzere toplumsal muhalefete yönelik operasyonlarını konuşurken, özelleştirme tartışması beklenmedik bir şekilde yeniden gündemimize girdi.
Aslında bu gelişmenin isabetli olduğu da söylenebilir. Çünkü AKP-MHP ittifakının kurmaya çalıştığı yeni rejimin bir temel dayanağı baskıcı, otoriter, mezhepçi, laiklik karşıtı bir programın dayatılmasıdır. Öbür taşıyıcı kolonu da emek karşısında sermayeyi kollayan, yurtdışından gelecek fon akımlarına yani finans kapitale bel bağlayan, özelleştirmelerden medet uman, böylelikle iş çevrelerinin desteğine mazhar olan bir yaklaşımdır.
Özelleştirmelere hem insanın doğasının menfaate, kar dürtüsüne, rekabete eğilimli olduğuna inanan bir zihniyete sahip oldukları için sıkı sıkıya sarılıyorlar. Hem de özelleştirme, kamu varlıklarının bir defada satışına dayanan, büyük montanlı nakit akışı yaratan; pazarlığa, avantaya, rüşvete açık bir süreç gerektirdiği için işlerine geliyor. Ayrıca, böylelikle kamunun eğitim, sağlık, yurt, beslenme gibi sosyal sorumluluklarından sıyrılması başta gençler gelmek üzere bu hizmetlerden yoksun kalan insanların mecburen tarikatlara, cemaatlere, iktidarın yandaşlık ağlarına yönelmelerine kapı açıyor ki, bu kurgu da iktidar koalisyonunun organik kadrolarının temelini oluşturuyor.
Özelleştirme konusunun gündemde yer almasına ilk katkı beklenmedik bir yerden, “Bugünkü aklımız olsaydı, elektrik ve doğalgaz dağıtımını özelleştirmezdik” sözleriyle Ali Babacan’dan geldi. Şu ana kadarki 71,6 milyar dolar özelleştirmenin 63,4 milyar dolarının AKP döneminde gerçekleştiği Özelleştirme İdaresi’nin sitesinde yer alıyor. Türk Telekom, Erdemir, Tüpraş, Petkim başta gelmek üzere stratejik kamu işletmelerinin elden çıkarılması da büyük ölçüde Ali Babacan’ın ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığı dönemine denk düştü.
O zamanlar da kamucu iktisatçılar elektrik, doğalgaz, su dağıtımı, iletişim, demiryolu, denizyolu, metro taşımacılığı gibi doğal tekel niteliği taşıyan alanlarda özelleştirmeye gitmenin sakıncalarına dikkat çektiler. Ancak, “Özel sektör neylerse güzel eyler” saplantısının geçerli olduğu, “küresel trendler”, “ekonominin gerçekleri” gibi ezberlere sığınıldığı bir dönemde dinozorlukla suçlandılar. Tüm bunlara karşın, Ali Babacan’ın sağ cenahta alışmadığımız tarzda bir öz eleştiri yapması, bugünkü kamuculuk savunusuna destek olacak cephane sağlaması önemlidir.
Derken 8 Eylül günü Orta Vadeli Program (OVP) açıklandı. Tahminlerde 2026-2028 dönemi için sırasıyla 185, 70,30 milyar TL özelleştirme gelirine yer verilmesi dikkat çekti. Çünkü 2024 yılı OVP’sinde 2026 ve 2027 yılları için sadece 30 milyar TL özelleştirme geliri öngörülmüştü. Böyle belirgin bir artışın arkasında otoyol ve köprü satışlarından medet umulması bulunduğu değerlendirmesi yapıldı. 8 otoyol ve 2 köprünün satılacağı iddiasını, İletişim Başkanlığı, “15 Temmuz Şehitler Köprüsü, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü satılıyor iddiası kamuoyunu yanıltamaya yönelik bir dezenformasyondur. Yalnızca belirli bir süreyle işletme ve bakım hakkının özel sektöre devri söz konusu olabilmektedir” açıklamasıyla, aslında doğruladı. Çünkü uzun süreli kullanım hakkı fiili bir özelleştirme anlamına geliyor, mülkiyeti kamuda kalsa bile özel sektör bu kamu varlıklarını “kârını maksimize etme” amacıyla uzun yıllar dileği gibi işletebiliyor. Haliyle kamu çıkarını gözetmek gibi bir yükümlülük de hissetmiyor.
Bu arada bütçede faiz giderlerinin önceden planlananın çok üzerine çıkması dikkat çekiyor. 2026-2028 dönemi faiz giderleri sırasıyla 2742, 3040 ve 3346 milyar TL’yi buluyor. Geçen yılki OVP’de 2026 ve 2027 için 2,321 ve 2,561 milyar TL faiz harcaması tahmini yapılmıştı. Demek ki, 2026’de 421, 2027’de 479 milyar TL, fazladan toplam 900 milyar TL sapma ortaya çıkmış. Özelleştirme gelirlerinin beklendiği gibi 2026’da 155, 2027’de 40 milyar TL artması halinde, ancak 195 milyar TL’lik fazladan bir gelir elde edilecek. Bu faiz giderlerindeki 900 milyar TL’lik sıçramanın dörtte birine bile ulaşamayacak. Bu olgu, faize karşı olduğunu açıkça beyan eden bir iktidar için ciddi bir ayıp oluşturuyor.
Muhalefetin bu dönemde demokrasi, özgürlük, adalet, laiklik mücadelesine ekonomik konuları, bunlar arasında kamuculuğa sahip çıkma misyonunu da eklemesi büyük önem taşıyor. Bugün kamuculuğu canlandırmanın tam zamanıdır. Ekonominin temel amacının insanlığın temel ihtiyaçlarının sağlanması olduğu saptamasından yola çıkarak; toplumda kolektif değerlere, paylaşmaya, dayanışmaya dayalı bir anlayışı egemen kılma olanağımız bulunuyor. Neoliberal politikalardan şikayetçi geniş halk kesimlerinin bu emek egemen politikalara destek vereceğinden kuşku duyulmamalıdır.
Tüm dünyada, gelir ve servet uçurumlarına yol açması yoksulluğun yaygınlaşması, gençlerin önceki kuşakların refahını bile yakalama umutlarını köreltmesi nedeniyle neoliberal ekonomi politikalarının inandırıcılığı zaten çok zayıflamış durumda. Covid salgını, özellikle sağlık ve bakım hizmetlerindeki özelleştirmeler kaynaklı olarak büyük insani kayıplara yol açtı. Kamunun bu en yaşamsal sorumluluklarını terk etmesinin yanlışlığını bir kez daha hatırlattı. Birçok metropol kentte yerel yönetimler “yeniden belediyecilik” (remunicipalisation) adı altında kamu hizmetlerini yeniden üstlenme çabası içindeler. Fransa’da Paris ve Rennes’de su dağıtımının kamulaştırılması, Birleşik Krallık’ta Plymouth Belediyesi’nin elektrik dağıtımını yerel yönetim eliyle gerçekleştirmesi, New York’ta Demokrat Partisi’nin belediye başkanı adayı Mamdani’nin parasız kreş hizmeti vermeyi, kent içi ulaşımdan ücret almamayı, kiracıların haklarını korumayı içeren emek yanlısı bir programla çıkması ilk akla gelen örnekler.
Hatırlarsak CHP’li yerel yönetimlerin kent lokantaları, gündüz bakım evleri, öğrenci yurtları, kültür merkezleri, indirimli ulaşım kartları benzeri sınırlı sosyal belediyecilik uygulamaları dahi toplumda büyük destek buldu. Başta İBB, yerel yönetimlere yönelik mesnetsiz operasyonları tetikleyen başlıca nedenler arasında bu başarıdan duyulan rahatsızlık yer aldı. Örneğin belediyelerin kreş hizmeti sunmasının yasaklanması da iktidarın bu korkusunun sonucudur.
Kamuculuk derken, yerine göre ulusal, yerine göre belediyeler bünyesinde yerel veya kooperatif mülkiyetinin geçerli olacağı, kolektif mülkiyet biçimlerinin bir arada bulunacağı karma bir modeli anlamalıyız. Bu asla bürokratik devletçi bir anlayışı sahiplenmek değil, aksine çalışanları özne yapacak, işletmenin yönetim ve denetiminde söz, yetki , karar sahibi kılacak bir özlemi yansıtıyor. Ayrıca, yöre halkını, verilen hizmetlerden yararlanan yurttaşları, konunun uzmanlarını da kapsayan demokratik karar süreçlerine tüm paydaşları kazandırma çabasını da içeriyor.
Not: Vakti olanların bu satırları, Güldem Atabay ve Özgür Orhangazi’nin aynı konuda kaleme alınmış tamamlayıcı nitelikteki köşe yazılarıyla birlikte okumalarını öneririm. (Güldem Atabay, Özelleştirme Çıkması, BirGün 8 Eylül 2025; Özgür Orhangazi, Satılık Köprü, Evrensel, 13 Eylül 2025).
Kaynak: BirGün
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.