Türkiye’de emek-sermaye çelişkisi belirleyicidir diyorsak, hele ki “proleter Türkiye” diyorsak, emek-sermaye uzlaşmaz çelişkisinin yalnızca ekonomik-sendikal mücadele alanında değil, üstyapı, siyaset ve toplumsal yaşam ve ilişkilerin/çelişkilerin her alanında ve bütünde belirleyici olduğunu da söylüyoruz demektir. Üretici güçlerin toplumsallaşmasının günümüzde geldiği düzey, bir dizi eski katı ayrımcı toplumsal işbölümü konusunda olduğu gibi, ekonomi ile siyaset arasındaki toplumsal işbölümü ayrımını inceltip eritiyor, daha geçişli, birbirine daha içerili hale getiriyor. Bunun için emek-sermaye çelişkisini dar biçimiyle değil, üretici güçlerin toplumsallaşmasına karşı kapitalist özel üretim ilişkileri çelişkisi ile de bağlantılı tarihsel-toplumsal derinliği içinde kavramamız gerekir
“Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji” dosyasındaki diğer yazılara ulaşmak için tıklayınız.
Bu yazı, abim ve yoldaşım Ali Filizler’in ölüm yıldönümünde onun anısına adanmıştır ve onun komünist devrimci fikirlerinin izini sürmektedir
Strateji kavramı özü itibarıyla, ‘savaşımın uzun erimli amaçları ve ana doğrultusu’ anlamına gelir. “Sosyalist strateji”den komünist devrimci sınıf iktidarı stratejisini anlıyorum. Burjuva, orta burjuva, küçük burjuva, ara sınıfçı eklektik (küçük burjuvazi ile proletarya arasındaki ara katmanlar), demokratik-sosyalist, ütopik-reformist, “düzeltilmiş kapitalizm” versiyonları olarak bulaşık sosyalizm versiyonları ve varsa “stratejileri” bu yazının ilgi alanı dışındadır.
Bu yazı, savaşım stratejisinin günümüz Türkiye sosyalist hareketinde her birinin içi ne yazık ki tanınmaz hale gelecek kadar boşaltılmış “komünist, devrimci, sınıf/sınıf savaşımı” gibi temel kavram, nitelik ve güncel gerekleri üzerinden ilerlemeye çalışacak.
Bir mücadele stratejisinin devrimci niteliği, ilk elde şu temel ve nitel ayrımlar üzerinden tanımlanabilir: Mücadelenin amacı (devrim/reformizm), mücadelenin sınıfsal güçleri (işçi sınıfı/küçük burjuvazi/burjuva muhalefet/yurttaşlar?) mücadelenin sınıfsal ittifakları (yarı-proleter kent ve kır yoksulları/küçük burjuvazi/burjuva muhalefet kurum ve partileri?), mücadelenin asli alan ve kanalları (üretim ve yeniden üretim alanları ve sokaklar/parlamento ve seçimler), mücadelenin başlıca biçimleri (gizlilik, yer altı, silahlı ayaklanma, silahlı mücadele, devrimci zoru içerir mi/pasifist ve legalist mi?), mücadelenin örgütlenme formları (mücadelenin kilit alan ve konularında uzmanlaşmış çekirdek örgüt ve adanmış faal kadrolar/aktivizm?), mücadelenin kitle örgütlenme formları (fiili taban örgütlenme ve inisiyatifine dayalı mücadele organ, sendika ve hareketler ağı/bürokratik düzen sendikaları), mücadelenin organizasyonu (plan olarak taktikler, güç ve olanakların önceliklere göre planlı dağılımı/öncesiz ve sonrasız etkinlikler, kendiliğindenlik, çevresellik, gündelik gelişine göre politikalar?), mücadelenin bilgisi (devrimci teorik gelişim, tarih bilimsel-sınıf durum ve ilişkileri vd- somut analizler, yeni durum ve konularda netleşmeye ve konumlanışa dair çalışmalar, mücadele deneyimlerden ve kitlelerden sürekli geri besleme/ezberler, kulaktan dolma enformasyonlar, değişim süreçlerine ilgisizlik?)…
Bu klasik kriterlerin değişen koşullara göre geliştirilebilmesi gerekir. Birkaç örnek üzerinden gidelim.
Günümüzde işçilerin işyerlerindeki sendikal örgütlenmeyi bile gizli yürütmek zorunda kalmaları, devrimci örgütlenme, iç iletişim ve kitle faaliyetlerinin belli alan ve biçimlerinin neden gizli yürütülmesi gerektiğine dair bir fikir verir. Sistemin emek ve kitle gözetim, kontrol ve analiz teknolojilerinin bugün geldiği düzey, bu alanda da çıtayı yükseltiyor. Belli kritik bilgi, iletişim, koordinasyon, faaliyet ve planların sınıf düşmanının takip ve kontrol kapasitesinden gizli yürütülebilmesi bile, mücadelenin hemen her alanında bu konuda kılavuzluk yapabilecek profesyonel teknoloji ekiplerini ve tüm kadroların asgari bir teknoloji kullanım bilgisi-becerisi eğitimini gerektiriyor. Yoksa örneğin bir işçi havzasında örgütlenmek veya diyelim ki kitle mücadelelerini koordine etmek için yıllar sürmüş emeğiniz ve kadrolarınız, sırf gelişigüzel cep telefonu kullanımı yüzünden bir saat içinde heba olabilir, devlet o çalışmayı yürüten temel güçleri birkaç saat içinde eliyle koymuş gibi toplayabilir, kendisi ve sermaye açısından bugün değilse yarın açısından risk içerebileceğini düşündüğü (ki verilerin toplanması ve analizinden bu tür “güvenlik” riski değerlendirmeleri yapan polis, ordu, istihbarat yapay zekaları da var) her türlü faaliyeti daha oluşum halindeyken bile darbeleyebilir. İsrail’in ABD emperyalizmi ve büyük teknoloji tekellerinin tam desteğiyle, Ortadoğu’da “direniş ekseni” denilen güçlere karşı yapay zeka teknolojilerini nasıl bir kontrol ve imha aracı olarak kullandığını görmek yeterli fikri verir.
Bu yüzden devrimden bahsedip günümüzde mücadelenin giderek daha kritik bir sınıfsal-siyasal güç ilişkileri cephesi haline gelen teknoloji konularına ilgisizlik, ciddiyetsizliktir. Bugün kitlelerin kendi görüş, tepki, sorun, deneyim, talep ve mücadele eğilimlerini az çok özgür ve güvenli biçimlerde tartışabilmesi, kendi mücadele karar ve inisiyatiflerini geliştirebilmesi, çeşitli grev, direniş, isyan dalgalarında hareketin koordine edilebilmesi için bile, mücadelede profesyonel teknolojik destek birimlerinin oluşturulması ve kadroların temel, doğal öncülerin asgari teknoloji becerilerine sahip olmasının hedeflenmesi gerekir.
ABD’de geçtiğimiz yıl yapay zeka dolayındaki sınıf mücadelelerinin ilk büyük pilot örnekleri yaşanmaya başladı. Hollywood ve eğlence sektörü yazarları ve oyuncuların sektörde yapay zekanın kullanımının kısıtlanmasına karşı kazanımla sonuçlanan uzun grevi yeterince biliniyor. Ancak 2024’te ABD’de 50 bin liman işçisinin limanlarda işçisiz yapay zekalı robotik vinçlere, sürücüsüz kamyon ve forkliftlere, yapay zekalı iş organizasyonuna karşı büyük grevi, hemşire hareketinin hastanelerde hasta bakım alanında yapay zeka kullanıma karşı grev ve mücadeleleri nedense bilinmiyor. Yapay zeka dolayında sınıf mücadelelerinin önümüzdeki süreçlerde dünya çapında ve Türkiye’de de yaygınlaşabileceği, aslen devrimci bir sınıf stratejisi kapsamında yaygınlaştırılması için buna göre yığınak yapılması gerektiğini de kuvvetle vurgulayalım.
A.E. Demirhan, işçi grevleri ve kırsal emekçi direnişleri dahil her türlü mücadeleyi “sokak” kavramı altında toplayarak “sokak” kavramını biraz romantize etme eğilimi gösteriyor. Ben ise, üretim ve yeniden üretim alanları ve sokak hareket ve mücadelelerini, daha “klasik” bir Marksist terminoloji ile, “sınıf savaşımı” kavramı altında ele almak, ve asıl üretim ve sokak alanındaki sınıf savaşımları arasındaki ilişkinin her ikisini de güçlendirecek tarzda nasıl kurulup geliştirilebileceği üzerinde durmak gerektiğini düşünüyorum.
2000’li yıllardan itibaren dünya çapında yaygınlaşan sokak isyan ve direnişi hareketleri; bunların öncülü ve hazırlayıcısı olan işçi grev dalgaları sonrasında geldiğinde, ya da bu sokak hareketleri üretim alanlarında grevler ile bütünleştiğinde, güç ve etkileri belirgin olarak artmaktadır. İşçi sınıfının geleneksel kamu ve özel sanayi işçileri kesimleri ile işçi sınıfın alt ve üst tabakaları (yarı proleter kent-kır yoksulları, beyaz yakalılar) ve günün/geleceğin işçileri olarak öğrenciler arasında kendini gösteren açı ve tutum farkları, bu şekilde kapatılabilir. Latin Amerika ülkeleri ve Fransa ve İspanya gibi ülkelerde olduğu gibi üretimin parçalanması, kaydırılması, taşeronlaştırılması gibi yöntemlerle geleneksel üretim alanlarındaki işçilerin kolektif hareket yeteneğinde zayıflama eğilimi, bu tür sokak hareketlerinde aynı zamanda üretimi de hedefleyen blokaj ve barikat gibi mücadele biçimleriyle bütünleştiğinde yeniden güçlendirilebilmektedir. Bağımsız mücadeleci sendikaların yapmakta olduğu gibi tedarik işletmelerindeki veya belli sermaye topluluklarının bir halkasındaki işçi direnişlerinin ana şirketlerin/holdinglerin/kapitalist mali oligarşinin kapısına dayanma eğiliminin yaygınlaştırılması ile, büyük çaplı sokak direniş ve isyanlarının hükümet/iktidar partilerini indirme istemi arasında da güçlü bağıntılar kurulabilir. İsyan ve direniş hareketleri içinde önemli roller oynayan genç öğrenci kuşakların, “geleceğin işçileri” olduğu hep söylenir, ama ilk mücadele karar-eylem organları, örgütlenme/koordinasyon deneyimlerini bu hareketler içinde alan gençlerin artık aslen genç işçiler olarak, bugün ve gelecekte işçi sınıfı içinden oynayabilecekleri örgütleyici ve mücadeleci rolün de gözetilmesi gerekir.
Üretim alanlarının temel olduğunu söylemek, bir ilk stratejik çıkış noktası olabilir. Fakat bir yanda üretim alanlarının ve işçi sınıfının muazzam genişlediği ve karmaşıklaştığı diğer yanda (çürümüş düzen sendikalarını ve reformist solu bir yana bıraktığımızda) kısıtlı güçlerin hangi üretim alanları ve işçi kesimlerine tahsis edilmekten başlayıp nerelere doğru konumlanacağı, bunu işçi sınıfının devrimci bütünselliğini kurmaya dönük bir strateji haline getirecek asıl meseledir. (Ancak bu konuya geçmeden, Haluk Yurtsever’in yeni teknolojilerden vb hareketle sanayi proletaryasının ölüm fermanını ilan eden yaklaşımını neo ve post Marksist bir eğilimin ifadesi olarak gördüğümü ve yanlış bulduğumu belirteyim.) Klasik komünist strateji anlayışında, üretimin ve emeğin daha ileri düzeyde yoğunlaştığı ve kolektif sınıf örgütlenme ve mücadelesi eğiliminin daha güçlü, işçi sınıfının diğer kesimlerini de harekete geçirme ve ileriye çekme potansiyeline sahip sektör ve işletmeler (geleneksel olarak genellikle metal-otomotiv, ağır sanayi, enerji, limanlar, tersaneler, demiryolları vd), “merkez” kabul edilir. Günümüz Türkiyesindeki işçi çalışmalarında bu yaklaşımı sürdürmeye çalışanlar olduğu gibi, Anadolu’nun fabrikalaşmasını ve madenleşmesini, veya en güvencesiz emek alanlarını öncelikli görenler de var. Ben her iki yaklaşımdan alınması gereken şeyler olduğunu, ancak Türkiye kapitalizminin stratejik sınai dönüşüm planlarının da dikkatle incelenmesini gerektiğini düşünüyorum. Bu açıdan Türkiye’de belirginleşen 4 ana uluslararası sermaye koridorunda (Kuzey Marmara, Bursa-İzmir hattı, Orta Anadolu üzerinden kuzey-güney aksı, ve Suriye-Ortadoğu ve yeni uluslararası koridorlara bağlanması planlanan Antep-Hatay-Ceyhan-Mersin aksı) konumlanmak öncelikli olmalı.
Dünya çapında olduğu gibi Türkiye’de de hızla yaygınlaşan yeni “girişim ekosistemi” yaklaşımı da, eski tekil işletme, tekil sektör anlayışından sıyrılarak, her işletme, sektör, OSB, havzayı tüm finans, lojistik, enerji, tedarik, pazarlama, altyapı, devlet, üniversite sayısız başka destek işletme ve kurumuyla birlikte ele alıyor. İşçi sınıfı sendikal ve siyasal örgütlenmesi ve mücadelelerinde, belli işletme, sektör, havzalarda uzmanlaşma gereği ortadan kalkmamakla birlikte, sermayenin mali oligarşik ekosistem organizasyonları, daha geniş çaplı organizasyonları gerektirir.
Örneğin 40 yıl öncesinde bir otomobilin üretim sürecindeki toplam artı-değerin yüzde 70’inden fazlası ana montaj fabrikasında üretilirken, bugün bu oran yüzde 30’un altına doğru düşüyor. Çipler, makine öğrenmeli/yapay zekalı veri ve analiz sistemleri, Ar-Ge merkezleri, üniversitelere yaptırılan projeler, elektronik aksam, elektrikli otomobillerde kimyasal akü sistemleri, robotik, akıllı lojistik, uydu ve otoyol sistemleri, test merkezleri, orijinal ekipman tedarikçileri, satış sonrası hizmetler vd toplam değerin daha büyük bölümünü oluşturuyor. Dolayısıyla otomobil üretim alanlarında örgütlenecekseniz, büyük montaj ve tedarik fabrikalarının yanı sıra, örneğin Ar-Ge merkezleri, üniversiteler, bulut bilişim ve veri merkezleri, meslek liseleri (işçilerin yüzde 10’una kadar stajyer öğrenciler çalıştırılabiliyor), limanlar vd ana lojistik gibi alanlarda da kollarınız ve duyargalarınızın olması gerekir. Bu alanların hepsinde örgütlenmek gerekli ve mümkün olmayabilir, ama günümüzde üretimin geldiği toplumsallaşma düzeyinde, veri merkezleri üzerinden bile üretim durdurulabilir. Keza lojistiği de (limanlar, hızlı demiryolları, TIR otoyolları, havaalanları, aktarım ve dağıtım merkezleri vd) üretimin bileşeni olarak görmek ve konumlanmak gerekir.
19 Mart’ta hareketlenen öğrenci gençlerin geniş bir kesiminin işçileşmişliği ve yıkıcı işçileşme süreçleri üzerine bir kez daha yazıp çizdik. Öğrenci gençlerin bu tarihsel-sınıfsal dönüşüm süreci üzerine bu Marksist analiz ve saptamalar, solun belli kesimleri tarafından da onaylandı. Analiz bir yana, işçileşme, zaten öğrenci gençler ile az çok ilişkili olan, bu alanda faaliyet yürüten herhangi bir sol siyasetin görmekten kaçınamayacağı apaçık bir gerçek. Buna karşın “sosyalist hareket”, 19 Mart sonrası genç hareketi ve eylemlerinde, öğrenci gençlerin bu sınıfsal potansiyellerine, işçi/işçileşme niteliğine dair hemen hiçbir politika üretmedi. Gençler yine ağırlıklı olarak demokratik halkçılığın adeta “sınıfsız demokratik” bir bileşeni olarak ele alınmaya devam edildi. İşçi çalışması yürüten dinamikler bile 19 Mart saldırısını ve direniş hareketini, “yurttaş hakları” gibi sınıf dışı bir terminolojiye sıkıştırabildi.
19 Mart örneğinin genelleştirilebileceğini düşünüyorum. Türkiye’de emek-sermaye çelişkisi belirleyicidir diyorsak, hele ki “proleter Türkiye” diyorsak, emek-sermaye uzlaşmaz çelişkisinin yalnızca ekonomik-sendikal mücadele alanında değil, üstyapı, siyaset ve toplumsal yaşam ve ilişkilerin/çelişkilerin her alanında ve bütünde belirleyici olduğunu da söylüyoruz demektir. Üretici güçlerin toplumsallaşmasının günümüzde geldiği düzey, bir dizi eski katı ayrımcı toplumsal işbölümü konusunda olduğu gibi, ekonomi ile siyaset arasındaki toplumsal işbölümü ayrımını inceltip eritiyor, daha geçişli, birbirine daha içerili hale getiriyor. Bunun için emek-sermaye çelişkisini dar biçimiyle değil, üretici güçlerin toplumsallaşmasına karşı kapitalist özel üretim ilişkileri çelişkisi ile de bağlantılı tarihsel-toplumsal derinliği içinde kavramamız gerekir.
Sendikal işçi çalışmasında oldukça mücadeleci ve bağımsız bir çizgi izleyen hareketler bile, siyasal alan ve gündemlere gelindiğinde, genellikle işçi sınıfının görünmezleştiği veya içinde eritildiği burjuva veya halkçı demokratik bir siyaset tarzına doğru kırılmalar yaşıyor. Bu, siyaset, din-gericilik, faşizm, kadın sorunu, ulusal sorun, ekoloji sorunu gibi pek çok toplumsal ilişki/çelişki biçiminin, işbölümünün yabancılaştırıcılığıyla, sınıf karşıtlığından kopuk algılanmasından, ya da aynı anlama gelmek üzere, emek-sermaye çelişkisinin, sınıf karşıtlığının son derece güdük kavranmasından kaynaklanıyor. Sonuçta siyasal planda sınıf karşıtlığı tam kurulamıyor, birçok toplumsal-siyasal sorun ve çelişkide daha doğrudan, daha gelişkin bir sınıf siyaseti yapılamıyor.
Kuşkusuz faşist rejime karşı, biçimsel burjuva demokrasisinin son kalıntılarının da tasfiye edilmesine karşı, bunun götürülmek istendiği daha pervasız uçlara karşı sonuna kadar mücadele edeceğiz. Ama hangi sınıf eksen ve saikleriyle? Burjuva faşist diktatörlük karşısına dünya çapında çürüyen, içi büsbütün boşalan burjuva demokrasisini mi koyacağız, yoksa bu mücadeleyi proleter devrimci demokrasi hedefine bağlayacak, bunun en azından bu mücadele içinde belli tohum biçimlerini yaratmaya mı çalışacağız (işçilerin, işçi gençlerin fiili-öz mücadele organları, fiili kitle grev direniş ve sokak demokrasisi, vd)?
Denilebilir ki, diyen de çok oluyor, işçi sınıfının toplumsal-siyasal bir güç ve etkisinin olmaması, sınıf temel ve ekseninden bir siyaseti imkansız kılıyor. Ama bu sınıf çelişkisini ve bağımsız tam karşıt sınıf çizgisini geriye çekme ve daraltma basıncı, bir kısır döngüye, “kendi kendini gerçekleştiren lanete” dönüşüyor. Her durum, süreç ve gelişmeye devrimci proleter bir temel ve eksenden bakmaya, devrimci proleter bir temel ve eksenden her durumun içindeki çelişkilerin tarihsel gelişimini analiz etmeye, devrimci proleter bir temel ve eksenden tutum almaya, konumlanmaya, devrimci sınıf politikası, faaliyeti ve eylemini geliştirmeye odaklanmadıkça/öğrenmedikçe, zaten işçi sınıfın toplumsal-siyasal bir güç olması, tıpkı “sosyalist devrim” gibi, resmen ya da fiilen, hiç gelmeyecek bir “sonraki aşama” olarak kalmaya devam edecektir.
İşçi sınıfına bütünsel bir perspektiften bakmak, farklı kesimlerini de bu bütünsellik temelinde irdelemek Marksizmin abc’sidir. Burada bütünsellikten anlaşılması gereken sınıfı farklı kesimlerinin toplamı olarak görmek değil, işçi sınıfının yapısal belirlenimi olarak kapitalist üretim ilişkileri ve sermaye güçleri ile uzlaşmaz çelişkin konumudur. Bu bütünsellik gözardı edildiğinde, sınıfın faaliyet yürütülen belli parça kesimleri içinde kazanılan kültür, alışkanlık, bakış açıları, sınıfın içindeki toplumsal-teknik işbölümüne dayalı (ama birçok durumda ulusal, etnik, yöresel, dinsel, mezhepsel, cinsiyetsel, yaşsal ayrımlarla da bütünleşebilen) yabancılaşma ve rekabet biçimlerini farkında olmadan yeniden üretmeye dönüşebilir.
Bugün işçi sınıfı geleneksel toplumsal işbölümü (beden emeği/zihin emeği, kadın emeği/erkek emeği, Kürt/Türk, yerli/göçmen, genç/yetişkin, kent/kır, uluslararası vd) ve işkolu ayrımlarına sığmamaktadır. Toplumsal işbölümü farkları sınıfa dışsal katı ayrımlar olmaktan çıkıp sınıfa içerili nicel derece farklarına indirgenmiştir. Ancak bu nicel derece farkları bile sermayenin emek organizasyon biçimlerinde ulusal, etnik, dinsel, cinsel vd önyargılar ile yüklenerek, işçi sınıfının parçalanmasının aşılamaz duvarları haline getirilmeye çalışılmaktadır.
Diğer taraftan mücadeleci sendika ve siyasetler de emeğin parçalanmasını daha ziyade mekansal parçalanma olarak algılamakta, aynı mekandaki iş ve işkollarının alt parçalanmışlığını birleşik örgütleme gereğini gözardı edebilmektedir. Örneğin İnşaat işçisi sendikalarının iş makinesi operatör ve kamyon sürücülerine, Depo işçisi sendikaları taşımacılık işçilerine yönelmemesi, Tersane işçisi çalışması yürütenlerin temizlikçi Kürt işçiler içinde örgütlenmesi, kaynakçı ve görece daha teknik işleri denetiminde tutan Karadenizli işçilere pek yönelmemesi, atölye ve CNC tezgahı işçileriyle bağ kurmayı ise aklından bile geçirmemesi gibi. Bu durum, işçi sınıfının en güvencesiz ve genellikle kırdan daha yakın zamanlarda göçmüş kesimlerinin örgütlenmesinde toplulukçu politikalara işaret etmektedir: Örneğin şuradaki maden direnişinin Çepni işçiler, buradaki depo direnişinin Vanlı Kürt işçiler üzerinden örgütlenmesi gibi. Toplulukçu politikalar işçi sınıfının en güvencesiz kesimlerinin örgütlenmesini kolaylaştırabilir, ancak salt yerel topluluklara dayalı sendikal-siyasal işçi faaliyeti daha geniş-birleşik işçi örgütlenme ve mücadelelerinin bir iç sınırına, ya da bu tür toplulukların olmadığı ya da çözülmüş olduğu işçi sınıfı alanlarında faaliyet yürütmekten kaçınmaya dönüşebiliyor.
Dosyaya gelen bir dizi yazı içinde işçi sınıfının özneleşmesinde öz mücadele organlarının (işçi taban komite, meclis, konseyleri vd) önemine dair genel bir ortaklaşma eğilimi var. Eksik bırakılan ise şu: İşçi sınıfının mücadele organlarında, farklı işçi kesimleri ortak mücadele talepleriyle yer alabildiği gibi, ezilen ya da alt görülen kesimlerden işçiler tam hak eşitliğiyle aktif olarak yer almalı, bu işçi kesimlerinin özgül ihtiyaç ve talepleri de ortak mücadele talebi haline getirilmeli. İşçi sınıfının demokrasi mücadelesi ve demokratik eğitimi, proleter fiili mücadele demokrasisi organları ve biçimleri ile gelişebilir, sermaye diktatörlüğüne karşı sermaye demokrasisini fetişleştirerek değil proleter demokrasi ile sınıf karşıtlığı ekseni kurulabilir.
Devrimci bir sınıf stratejisinin en kritik eleştiri ve mücadele alanlarından biri, kapitalist işbölümü sorunlarıdır. Kapitalist işbölümü meta, değer ve artı-değer üretiminin zorunlu koşulu olmakla kalmaz. Sermayenin emeği güçsüzleştirmesinin, kolektif niteliğine yabancılaştırmasının, kontrol altında tutmasının kilit araçlarından biridir. İşbölümü, Marx’ın Kapital’deki kapitalizm eleştirisinin de en kilit halkalarından birini oluşturmasına karşın, günümüz sosyalist hareketinde işbölümü sorun ve çelişkilerine ilgisizlik pek de şaşırtıcı olmuyor, çünkü işçi sınıfına doğru çözülmekte küçük burjuvazi, eski ayrıcalıklarını işbölümüne sarılarak korumaya çalışıyor. Kuşkusuz mücadelede işbölümü ve uzmanlaşma gerekli olmaya devam edecek, ancak devrimci bir sınıf stratejisinde, işbölümü ve uzmanlaşma, sınıfın (ve öncü güçlerininin) kolektif savaşım zekası ve pratik yetilerinin geliştirilmesine katkıda bulunduğu ölçüde bir anlam kazanacak. Dolayısıyla işbölümü ve uzmanlaşmanın da burjuva/küçük burjuva biçimleri ile proleter biçimleri arasında ayrım yapabilmek, mücadelenin asli temelinin işbölümü değil (üretimin ve) emeğin ileri toplumsal bütünleşme/kolektifleşme niteliği olduğunu görmek, ve bu kolektif niteliğin de kapitalist işbölümü biçimleriyle uzlaşmaz karşıtlık içinde olduğunu ve mücadeleler içinde gelişebileceğini bilmek, önem kazanıyor. Diğer taraftan muazzam genişleyen ve karmaşıklaşan işçi sınıfına bütünsel-kolektif bir perspektiften değil de, çok sınırlı parçalarından bakmak, sosyalist hareketin de bu parça şekillenişler içinde işbölümü yabancılaşmasını sınıfın içinden yeniden üreterek, sınıf çelişkisini darlaştırmanın bir diğer etmenini oluşturuyor.
“Günümüz kapitalizm koşullarında da, artıdeğer sömürüsüne karşı ve onu kaldırmak için mücadelenin, yani kapitalist diktatörlük ilişkilerine ve kapitalist değer yasasına karşı –ve işçiler arasındaki ilişkilerde bunu aşmak için- mücadeleden ayrılamaz. Çünkü işçileri birbiriyle vahşi rekabete sürükleyen, parçalayan ve durmaksızın dağıtan en temel dinamik, her birinin emekgücünün kapitalist değer yasasına bağlı olması ve biribiriyle ilişkilerini de bu dolayımdan kuruyor olmalarıdır. En bilinen örnek hekimler, hemşireler ve taşeron sağlık ilişkileri arasındaki ilişkiler. Buradaki işbölümü, parçalanma ve birbiriyle rekabet, basit bir ‘statüler’ sorunu değildi, bu ‘statü’ savaşlarının gerisinde, emekgüçlerinin bağlı olduğu kapitalist işbölümüne dayalı değer yasası, emekgücü değerleri vardır. Dolayısıyla işçi sınıfının görece üst ve vasıflı kesimleri, emekgücü piyasasında emekgüçlerinin değerini alt kesimlere karşı korumak için rekabet eder ve onları bastırmaya çalışır; onlara karşı devletin vb de kışkırtmasıyla emekgüçlerinin değeri daha düşük olan kesimler saldırganlaşır, vb. İşçi sınıfı içindeki cinsiyet, ulus, ırk, yaş gibi ayrımlar da yine emek bölümü ve emekgücü piyasası tarafından içerilerek yeniden üretilir. Sonuçta, bu, sınıfın gücünü durmaksızın kıran ve dağıtan, dayanışmasını ve örgütlülüğünü zorlaştıran en temel dinamiktir.
İşçi sınıfı, artıdeğer sömürüsüne, yani burjuvaziye karşı mücadele içinde sınıflaşır; yani kendi iç ilişkileri de farklılaşır, rekabetten birlik ve dayanışmaya doğru gelişir. Fakat bunun gerçekleşebilmesi için, işçilerin bugün çok çeşitli, çok parçalı, çok kesimli işçilerin kendi aralarındaki ilişkilerinin de meta egemenlik ve işbölümü ilişkilerine, emekgücü piyasasındaki emekgücü değerlerine, yani kapitalist değer yasasına dayalı olmaktan çıkması; daha doğrudan toplumsallaşma/yeni ve daha farklı toplumsal ilişkiler niteliği kazanması gerekir. Bunu geleneksel sendikalar sağlayamaz. Onların en iyi durumda bile yaptıkları, belli bir sektörel vb işçi kesiminin emekgücü değerlerinin korunması, ve yalnızca patrona karşı korunması değil, diğer işçi kesimlerine karşı korunmasıdır. Bu yüzden bu tür sendikaların yaptıkları işçi sınıfı içindeki rekabet, parçalanma ve katmanlılığın kaldırılması değil, tam tersine kurumlaştırılmasıdır. Bunun gösterdiği de: İşçi sınıfının sınıf birliğinin sendikalist temelde, yani işbölümü ve emekgücünün değeri bağlamında, yani kapitalist değer yasası bağlamında sağlanamayacağıdır.” (Ali Filizler, Yeni Yeteneklerimiz İhtiyaçlarımız İlişkilerimiz ve Sınıf Savaşımı. Devrimci Proletarya e-Kitap Dizisi 7, 2021)
Dolayısıyla, her ne kadar gündelik “sağduyuya” aykırı görünse de, işçi sınıfı sınıfsal birliğini, sendikalizm temelinde değil, başlangıçta çok küçük bir azınlığını da oluştursa, aslen komünist devrimci eksende geliştirebilir.
Bir diğer sorun, yeni mülksüzleşme, vasıfsızlaşma, güvencesizleşme, değersizleştirilme dalgaları, tek kelimeyle yeni proleterleştirme süreçleri hız kesmeden devam ederken, genişleyen yeni sınıf kesim ve güçlerinin mücadeleler içinde oluşumu süreç ve politikalarının, sosyalist hareketin gündeminden büyük ölçüde düşmüş olması. Son 25 yılda sayıları 3 kata yakın artan sanayi işçileri neo-korparativist cemaatleştirme biçimleriyle, modern kent küçük burjuvazisinden yığınsallaşan biçimde işçileşmeye akan kesimler ise yaşam tarzı, kimlik politikalarıyla, sisteme/düzene masedilmeye, öznel işçileşme dinamikleri çarpıtılıp sekteye uğratılmaya çalışıldı. Sol elitizm Anadolu’nun proleterleşmesini “makarnacılar vb” diye küçümseyip dışladı, sol ezilencilik işi emek-sermaye çelişkisini yok saymaya vardırdı, mücadeleci sendika ve siyasetler ise “beyaz yakalılar”ın ve zihin işçilerinin yıkıcı işçileşme süreçlerine karşı tam bir umursamazlık sergiledi.
Bugün Anadolu’daki yüzlerce yeni OSB’de grev ve direnişin olmadığı alan neredeyse kalmadı. Beyaz yakalar/zihin emekçilerin yıkıcı işçileşme süreçlerine karşı direnme çabaları ise, kendini daha ziyade dar meslek sendikalarının sayıca artışında gösteriyor (hekim meslek sendikaları, hava trafik kontrolü meslek sendikası, en son bilişim emekçileri sendikası vd; DİSK-KESK-TTB-TMMOB’un uzaktan yakından yanıt vermediği, mücadeleci sendika ve siyasetlerin de tam bir ilgisizlik ve yabancılık sergilediği bu alanda, yaygınlaşan dar meslek sendikacılığı işçileşme süreçlerin belirgin bir basınç ve ifadesi olmakla birlikte, sınıfın bileşeni olmaktan çok, dar elitist mesleki çıkarları koruma ve geri getirme umutsuz çabası gibi eklektik bir noktada duruyor). Nesnel olarak işçileşmiş olan geniş kesimlerin öznel olarak sınıf oluşum süreçleri, oldukça uzun erimli, eşitsiz, düzensiz, kesinti ve sıçramaları, çatışmaları, yanı sıra farklı kesimler için özgül biçimleri, ara sınıfçı eklektik biçimleri ve savrulma ve nihilist biçimleri de içerebilen süreçlerdir. Sınıf oluşum süreçlerine burjuvazi ve devleti, dahası küçük burjuvazi kendi çıkarları açısından yeterince müdahil olur ve sekteye uğratmaya/çarpıtmaya çalışırken; devrimci bir sınıf stratejisi açısından sınıf oluşum süreçlerine dair daha yaratıcı ve kurucu politika ve örgütlenme biçimlerine ihtiyaç var.
Geleneksel liderlikler ve kadroların sınıf savaşımının yeni düzlemine yanıt vermedeki derin yetersizlikleri bir olgu. Devrimci sınıf strateji ve siyaseti, “eğiticilerin eğitilmesi”ni, devrimci güçlerin planlı konumlanmasını ve kadro politikalarını zorunlu kılar. Günümüzde çekirdek kadroların daha araştırmacı, daha çok yönlü, daha yaratıcı ve inisiyatifli olmasına; daha planlı ve organize çalışma yeteneğine, farklı durum, alan ve dinamikler arasında hızlı geçiş yapabilme ve birbirine bağlayabilme yetilerine sahip olabilmesi gerekiyor. Bunun kadar önemlisi işçilerin “sol cemaatleşmelerle” kendi sınıflarından kopartılmasına değil kendi sınıflarının örgütlü ve bilinçli devrimciliğine örgütlenmesine ihtiyaç var: Sınıfın kendi özgüçlerini (gizlilik ve) sabırla örgütleyecek, mücadelelere hazırlayacak, devrimci sınıf fikir, duygu ve faaliyetlerini sınıf damar ve ağlarından yaygınlaştıracak işçi kadro birikimini sınıfın içinden geliştirmeye ihtiyaç var.
Bugün nitel ve nicel olarak daha gelişkin bir kadro potansiyelinin olanakları, işçi sınıfının gelişim niteliğinde mevcuttur.
“Sorun yalnızca emeğin sermaye tarafından bir biçimde sömürülüyor olması değildir (…) sorun sermayenin emek sömürüsünün her türlü fizik, zihinsel, psikolojik, toplumsal vd sınırın ötesinde yıkıcı biçimler kazanması ve bir ve aynı zamanda emeği bu sömürüyü tümden ortadan kaldıracak ilişki, ihtiyaç ve yetilerle donatıyor olmasıdır. Bu da, emek-sermaye çelişkisi ile üretimin toplumsal niteliği- kapitalist el koyma çelişkisinin ayrıksı çelişkiler olamadığını, kapitalizm-komünizm karşıtlığının da emek-sermaye çelişkisine içerili olduğu anlamına gelir. Çünkü bu aynı zamanda, emeğin/proletaryanın hangi yeni toplumsal nitelikleri, belirlenimleri, yetileri kazandığı sorunudur. Bu olmadığında, emek-sermaye çelişkisi denilince, bundan genellikle anlaşılan, işçilerin vahşice sömürülmesi ve çok kötü koşullarda çalışıyor, yaşıyor ve yönetiliyor olmasıdır. Ancak bunlara karşı mücadele etme ve yıkmanın ötesinde, bunları tümden gereksizleştiren yeni toplumsal ilişki, ihtiyaç ve yetilerin bizzat emeğin toplumsal niteliği olarak geliştiği ortaya konulmadığında, emek-sermaye çelişkisinin bu dar ve tek yanlı algılanış biçimine, sosyalizm sloganı dışsal ve soyut bir yama olarak kalmanın ötesine geçemez.
Farklılaşan ne: Şimdiye dek ortaya konan sendikal programların en ileri, en gelişmişi dahi, yukarıda ifade edilenin sadece birinci yönüyle, sömürü ve boyunduruğa karşı mücadele ile sınırlı kaldı. Oysa işçi sınıfının gelişen ihtiyaçlarını, yetenek ve becerilerini de ortaya koymak gerekir.” (Ali Filizler, age)
İşçi sınıfının bir bütün olarak ortalama eğitim düzeyi yükseliyor, beden emeğine zihin emeği katılıyor, kol ve zihin emeğinin her ikisini de kendinde birleştiren teknik ara kademe işçi kesimleri genişliyor. Erkek işçilere daha yığınsal olarak kadın işçiler, “Türk” işçilere daha yığınsal olarak Kürt işçiler katılıyor; kadın ve Kürt işçiler, çifte ezilmeye karşı direniş deneyimleri ve isyanlarını da sınıf hareketinin içine taşıyabiliyor. İşçilerin geniş bir kesiminin çok sık iş, sektör, mekan değiştirmesi daha çoklu bilgi, yeti ve ilişki ağlarına sahip olabilmesini sağlıyor. Artan sayıda yeni emek alanında, teknik beceriler kadar sosyal, zihinsel, duygusal, iletişimsel, organizasyonel, faaliyetsel vd beceriler de önem kazanıyor. Teknoloji kullanıcılığı, dijital platformlar, çok sayıda yeni ilgi ve merak alanı, enformasyon ve takipleşme ağları, çeşitli mücadele ve direnişleri takip edebilme, yeni olanaklar da yaratıyor.
Tüm bunlar ve daha fazlası, kapitalist ilişki ve dolayımlar kabuğundan sıyrılıp gelişkin sınıf ilişki ve ağları, örgütlenme ve savaşımları içinde ve doğrultusunda yeniden işlendiğinde, her açıdan daha zengin ve daha gelişkin bir proleter kadro ve güçler potansiyeline işaret ediyor. Dolayısıyla kadro sorununun çözüm kaynak ve dinamikleri de işçi sınıfındadır: İşçi sınıfını yalnız vahşice sömürülen, yağmalanan, ezilenler ve bunlara karşı bir biçimde direnenler olarak değil, bir ve aynı zamanda yeni ihtiyaç, özlem, istem, yetenek ve becerilerini kendi sınıf çıkarları için kendi sınıf mücadelelerinde gerçekleştirebilecek olanlar olarak görmek ve bunun ortaya çıkartacağı sınıf enerjisi ve gücünü canlandırabilmek gerekir.
Strateji anlayışımızın devrimci tarih bilimsel temeli bir cümleyle özetlenebilir:
“Belli bir üretim biçiminin içinde yatan uzlaşmaz çelişkilerin tarihsel gelişimi, bu üretim biçiminin çözülüp dağılarak yerine bir yenisinin kurulmasının tek yoludur.” (Marx, Kapital Cilt 1)
Marx burada tabii ki kapitalizmin uzlaşmaz iç çelişkilerinin tarihsel derinleşme eğilimiyle kendiliğinden çözüleceğini değil ama, daha tahammül edilmez, daha kırılgan, tohuma kaçmaya daha açık hale geleceğini, devrimci bir savaşım ve müdahale stratejisinin ancak kapitalizmin içinde yatan uzlaşmaz iç çelişkilerin tarihsel gelişme süreç ve doğrultusu temel ve ekseninde, kurulabileceğini ve gerçekleştirilebileceğini söylemiş oluyor.
Emperyalist kapitalizm koşullarında, Lenin’in katkılarından da bildiğimiz gibi, kapitalizm uzlaşmaz iç çelişkilerinin tarihsel gelişimi sürecinde, daha bir eşitsiz, düzensiz, kesintili, çatışmalı biçimler alır. Kronikleşen kriz koşullarında, sermayenin mali oligarşik yoğunlaşması ve merkezileşmesi, fiili ve güce dayalı birikim ve yönetim biçimleri, sermayenin (hiçbir ilke, kural, hak, hukuk vb tanımayan yönetim biçimi olarak) diktatörlüğünün daha bir açığa çıkması ve keskinleşmesiyle iç içe, çürüme eğilimi de derinleşir. Kronikleşen ve ağırlaşan krizler, savaşlar, katliamlar, her düzeyde gericilik, daha despotik veya faşist rejim biçimleri, isyan ve ayaklanmalar…
Komünist devrimci sınıf örgüt, organ, strateji ve taktiklerin yönelimi, çivisi çıkmakta olan kapitalizmin “düzeltilmesi” değil, kitlelerin tüm bu süreçler boyunca ve her yönüyle ve her vesileyle devrime hazırlanması ve devrimin bu savaşımlar içinden yolunun açılmasıdır.
Kapitalist sistemin hareket yasalarını (yani iç çelişkilerinin tarihsel gelişim eğilimlerini) kavramak, onu yıkma stratejisinin de zeminini oluşturur. Bu açıdan şu iki uzlaşmaz çelişkinin tarihsel gelişme eğilimi kilit önem kazanır: 1- Üretici güçlerin somut toplumsallaşma niteliğine karşılık kapitalist üretim ilişkilerinin özel soyut niceliksel değer birikimine dayalı biçimi çelişkisi; 2- Emek-sermaye çelişkisi.
Marksist ekonomi-politik eleştirisi (kapitalizmin hareket yasalarının tarihsel bilimsel açıklanması ve eleştirisi) açısından, ilki “kâr oranlarının düşme eğilimi yasası”na, ikincisi ise “sermaye birikiminin mutlak genel yasası”na (bir kutupta servet birikimi, kendi emeklerini başkalarına sermaye olarak üretenlerin tarafında sefalet birikimi) denk düşer.
Bu iki yasa/çelişki, aslında birbirine içsel olarak bağlı bir bütündür. Kâr oranlarının düşmesi, kapitalist güçleri buna (başta ücretlerin emekgücü değerinin altına düşürülmesi ve mutlak ve göreli artı-değer sömürüsünün artırılması olmak üzere) zıt etkenleri harekete geçirmeye zorlar. (Marx, Kapital Cilt 3) Kapitalizmin her türlü krizinin temelinde, göreli daha hızlı büyüyen sermaye yığınağına oranla artı-değer sömürüsü yetmezliği vardır. Kapitalist güçlerin emek üzerindeki sömürü, boyunduruk ve baskısı her düzeyde yoğunlaşır. Bu sermaye birikiminin ancak toplumsal emeğin sefalet birikimi üzerinden sürdürülebilirliği ve emek-sermaye çelişkisinin tarihsel derinleşmesi anlamına gelir.
Ancak burada dar bir emek-sermaye çelişkisinden, dar bir sınıf mücadelesinden bahsetmiyoruz. Burjuvazi de sıkıştığı zaman sınıf mücadelesini resmi söylemlerinde kabul eder. Marksist devrimci tarih biliminin ayırt edici karakteri yalnız sınıf mücadelesini kavraması ve temele koyması değil, proletarya diktatörlüğüne (sosyalist devrimci sınıf iktidarı) kadar genişletmesidir.
Kapitalizm analizinde üretici güçlerin toplumsallaşması çelişkisinin bir yana bırakılması, sınıf mücadelesi anlayışını daraltır, sınıf mücadelesini tarihsel olarak açıklanamaz hale getirir, sınıf mücadelesinin devrimci tarih bilimsel komünizm doğrultusunu, ve proletaryanın ileri dinamikleri itibarıyla “sosyalist sınıf” olma potansiyelini de gözlerden gizler ve bir yana bırakır. (“Sosyalist strateji” dosyasına şimdiye kadar gelen yazıların birçoğunun sosyalizm/komünizm namına hemen hiçbir şey içermemesi, sosyalizmin hep sonraya ve kenara itilmesi, stratejik amaç ve doğrultuda daha en baştan bir kırılma ve gerilemeye işaret ediyor.) Çünkü gelişkin bir sosyalizm, ve sosyalist devrimci proletarya hareketi, ancak üretimin, emeğin, yeniden üretimin, bilginin, bireyin (ve hatta yönetimin) ileri toplumsallaşma niteliğinde ve kapitalist değer ilişkileriyle bu temelden uzlaşmaz karşıtlığında var olabilir.
Marksizme dönük en ağır tahrifatlardan biri, üretici güçleri üretim araçlarına, üretim ilişkilerini de mülkiyet ilişkilerine indirgeyip sonra da ‘bunlar arasında bir çelişki yok ki’ sığlığıyla üretici güçler/üretim ilişkileri arasındaki sarmal çelişkinliğin tarihsel gelişiminin halı altına süpürülmesidir. Kapitalizmi kendi kendisiyle çelişkin bu üretim temelinden kopuk ve bu temeli (ve artı-değer krizini) örten biçimde ele alan her türlü yaklaşım, komünist devrimci sınıf çizgisini bulandırır, parçalar ve reformize eder. Neo-Marksist “finansallaşma”, “yeni ilkel birikim”, “tekno-feodalizm”, “otoriterizm” kuramları bunun tipik örnekleri arasındadır. Bu, gemi azıya alan emek, yaşam ve doğa yağmasının önemsiz olduğu anlamına gelmez kuşkusuz; yalnızca bu yağmanın artı-değer sömürüsünden (ve krizinden) bağımsız olmadığını, ve ancak kapitalist mülkiyet, iktidar ve değer ilişkileriyle birlikte kaldırılabileceği anlamına gelir.
Üretimin, emeğin, yeniden üretimin, bilginin, bilim ve teknolojinin, bireyin daha yüksek toplumsallaşma niteliği, özünde proletaryanın ileri toplumsallaşma düzleminin ve sermaye diktatörlüğü ile karşıtlık ve çatışmasının genişlemesi ve derinleşmesinin ifadesidir. Dolayısıyla, sınıf mücadelesinin üretici güçlerin toplumsallaşması/kapitalist üretim ilişkileri çelişkisinden kopartılması, sendikal mücadele alanından siyasal alana geçilirken yaşanan kırılmaların da asli nedenidir.
“Ya burjuva ideolojisi ya da sosyalist ideoloji. İkisi arasında bir orta yol yoktur (çünkü insanlık üçüncü bir ideoloji yaratmamıştır ve ayrıca da sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir toplumda sınıf-dışı ya da sınıf-üstü bir ideoloji söz konusu olamaz.) Öyleyse, herhangi bir biçimde sosyalist ideolojiyi küçümsemek, ona birazcık olsun yan çizmek, burjuva ideolojisini güçlendirmek anlamına gelir.” (Lenin, Ne Yapmalı)
Lenin, Ne Yapmalı’daki bu iyi bilinen kesinlemelerini programatik açıdan demokratik devrim kapsamında yapmaktadır. Yani günümüz (çoktan sosyalist devrim kapsamındaki) Türkiye’sinde faşist bir rejimin ve birçok başka demokratik sorununun varlığı, sosyalist bir harekete komünist ideoloji, propaganda ve siyaseti gevşetme, güdükleştirme, öteleme hakkını vermez.
Neredeyse hiçbir boşluk tanımadan yaşamın her alanını saran kapitalist meta-değer ilişkilerinin alabildiğine genişleyip derinleşmesi, işbölümünün alabildiğine karmaşıklaşması, bugün meta fetişizmi temeliyle birlikte burjuva ideolojisini de güçlendiriyor, etkisini artırıyor. Kitleleri durmaksızın daha dibe doğru çekiyor olmasına karşın kapitalizm, yine de, soyut meta eşdeğerliği bağlamında sistemi bozanın birtakım dışsal etkenler (aç gözlü ve keyfi yöneticiler vb) olduğu ve dolayısıyla sokaktan barışçıl basınçla birleşik parlamento, burjuva muhalefet partileri vb yoluyla “düzeltilebilir bir kapitalizm” inancını ayakta tutabiliyor. Binbir ihtiyaç ve arayış içindeki genç kuşakların çok çeşitli ilgi alanlarına dönük sahte-bilim, teknoloji, ütopya, kültür, influencer endüstrisi ve (genellikle liberter eğilimli) Web3 topluluklarından her gün akan anti-komünizm enformatiği de bunlarla bütünleşiyor.
Bu noktada, Gelişkin bir komünizm 1- teorisi, programı, ideolojisi, propagandası ve, 2- Siyasal tavır ve çizgisi, stratejik olduğu kadar güncel mücadelede de yakıcı bir önem kazanıyor.
Ne yazık ki günümüz sosyalist hareketi, üretici güçlerin günümüz toplumsallaşma niteliği düzleminden daha gelişkin bir komünizm araştırma ve tartışmalarına ilgisiz. Gelişkin bir gelecek toplum bilinç, ufuk ve tutkusunu kendi sınıfı içinde yaygınlaştırabilecek genç ve işçi kadrolar yetiştirmeye dönük yeterli bir birikim ve çabanın olmadığı görülüyor. İşçi sınıfına sosyalist bilinç taşıma çabası bir yana, mevcut sosyalist güçlerin çoğunun kendilerinin de üretici güçlerin ve proletaryanın günümüz toplumsallaşma düzleminden daha gelişkin ve tutkulu bir sosyalizm kavrayışına sahip olabildiği söylenemez. Türkiye sosyalist çevrelerinin çoğunluğu, ne yazık ki, halen, Marx’ın Kapital’inde bizzat kapitalizmin uzlaşmaz çelişkilerin tarihsel gelişim doğrultusundan çıkarsadığı son derece zengin komünist toplum araştırma, perspektif, çizgi, esin ve tohumlarının çoğunun farkında değil. Kapital’in devrimci tarih bilimsel temelinden bir sosyalizm ufku ve tutkusunu ne kadro ne de öncü/genç işçi çalışmalarında değerlendirebiliyor. Yeniden üretim, ekoloji, yeni teknolojiler, işbölümü, planlama gibi birçok alandaki dünya çapında gelişen ve zenginleşen Marksizm/sosyalizm-komünizm tartışmaları ve çalışmaları ise, birkaç istisnai Marksist araştırmacı dışında henüz Türkiye solunun gündemine girmiş değil. Yazılı, görsel/videolu, sözlü sosyalizm propagandası genellikle geleneksel dar sosyalizm anlayışının pek ötesine geçmiyor; bu ezber biçimleriyle de, sosyalist hareketin kitlelerle iletişim/propaganda içerik ve biçimlerinin yüzde birini bile bulmuyor.
Oysa gündelik yaşam, ilişkiler ve iletişimin içinden; gündelik ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel süreçlerin içinden, her vesileyle, daha gelişkin, daha canlı, daha somut, daha çok yönlü, daha yaratıcı bir sosyalizm propagandasına, komünizm nihai aşamasını bugünkü olanaklarla daha fazla içerimine alan bir sosyalist devrimci toplum örgütlenmesi propagandasına ihtiyacımız var. Yalnızca sömürünün, yağmanın, sefalet birikiminin, ücretli-siyasal-ulusal-cinsel köleliğin, ezilmenin, nesneleştirilmenin, güvencesizliğin, değersizleştirilmenin, onursuzlaşmanın, işbölümüyle parçalanmanın olmadığı değil: İç içe geçmiş sayısız karar ve eylem organıyla, kendi ihtiyaçlarını kendi belirleyen, kendi üretimlerini kendi planlayan, doğayla uyumlu, zamanda mekanda özgürleşmiş, çok yönlü gelişimle özneleşmiş, sahici, eşitlikçi, özgür ve özneleşmiş insanlar toplumu!…
Komünist toplum ufku, bir niyet ve dilek sorunu değildir. Bir ütopya da değildir. Tarih bilimsel olarak açıklanabilir ve kanıtlanabilir bir doğrultudur. Bu gelecek toplumun ana çizgilerini, günümüz kapitalizmindeki kapitalizmle derinlemesine çelişen somut toplumsal-maddi belirim ve belirlenimleriyle de görmek, işçilere ve gençlere ikna edici biçimde göstermek de mümkündür. Yoksulluğun, ücretli ve her tür kölelik/bağımlılık biçiminin nasıl kaldırılabileceğinden, çalışma sürelerinin radikal biçimde nasıl kısaltılabileceğinden, devletin meta ekonomisinin işbölümünün ulus ve ailenin nasıl sönümlendirilebileceğine, bunların burnumuzun dibindeki olanaklarına kadar.
Bu noktada şunu da görürüz: Gelişkin bir komünist ideoloji ve propaganda da gerekli ama kendi başına yetersizdir. Üretici güçlerin ve proletaryanın günümüz toplumsal gelişim düzeyi, komünizmi ideoloji ve politikanın ötesinde bir politik çizgi ve her konu ve alanda politik tutum haline getirmeyi, gündelik politikalara içerili hale getirmeyi de olanaklı kılıyor.
İnsanın ihtiyaçlar, kendini gerçekleştirme, özgürlük ve özneleşme alanının genişlemesi, üretici güçlerin gelişme düzeyiyle belirlenir. (Mustafa Cemal, Eşitlikçi Toplumlar. Belge yay, 1994) Yeni ihtiyaçlar alanı genişleyip çeşitlenirken, geniş işçi kesimlerinin asgari temel fiziksel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz hale gelmesi; yeni üretim teknolojileri ile çalışma sürelerini radikal biçimde kısaltmak, çalışma koşullarını hafifletmek ve iyileştirmek mümkünken çalışma sürelerinin daha da uzaması ve yoğunlaşması, çalışmanın emek yağmasına ve yıkımına dönüşmesi; üretimin ileri toplumsallaşma süreçleri çok yönlü ve yaratıcı emeğe olan ihtiyacı artırırken kapitalizmin yaratıcı emek biçimlerini de daha fazla artı-değer için parçalayıp rutinleştirmesi ve parça-işçilere indirgemesi; vd…
Bu örnekler çokça çeşitlendirilebilir. Önemli olan kapitalist sistemin her konu ve alanındaki uzlaşmaz çelişkilerinin tarihsel gelişim süreç ve doğrultularını açıklamak ve bunları güncel politikaların da içine taşıyabilmektir. Yani komünizmi, bugünkü olanaklarının gelişmişliği ölçüsünde, propaganda ve ideolojinin de ötesinde, gelişkin bir komünist devrimci sınıf çizgisi, tavrı ve siyaseti haline getirebilmektir.
Bu, yakıcı kadro sorununun çözüm dinamiklerinden de biridir. Çok daha gelişkin, canlı, somut ufkuna, ve yalnız ufkuna değil, her konu ve gündemde güncel tutum ve çizgisine, “gerçekçi düşgücü”yle (Lenin) ve “tutkulu gerçekçilik” ile adanmış kadroların yetiştirilmesinin ve iç gelişiminin en önemli tarihsel dinamiklerinden biri bu olacaktır.
Emperyalist kapitalizm ve proleter devrimler çağındayız. 21. yüzyılın ilk çeyreği, bunun “çürüyen kapitalizm/çürüyen burjuva demokrasisi ve kitle isyan ve direniş dalgaları” ile tanımlanabilecek bir alt dönemi oldu. İçinde olduğumuz 2025 yılında şimdiden, ABD, Endonezya, Nepal, Filipinler’de irili ufaklı sokak isyanları, İtalya’da Filistin için genel grev yaşandı, Fransa’da “grev, blokaj, boykot” hareketi sürüyor. Türkiye’de de 19 Mart’ın sarsıntıları devam ederken, önümüzdeki süreçlerde daha büyük isyan ve direniş dalgaları da yaşanabilir. Kapitalist devletler de, iç ve dış savaş aygıtları olarak, buna göre durmaksızın yeniden tahkim ediliyor. Dolayısıyla, Türkiye’de ne zaman ve nasıl olacağını tam bilemeyeceğimiz, ama önümüzdeki süreçlerde yeni dalgalarının da yaşanabileceğini öngörebileceğimiz, bu tür isyan ve direniş dalgalarına hazırlık ve sınıf temelden bu tür isyanları hazırlama da, komünist devrimci sınıf stratejisinin olmazsa olmaz bir yönünü oluşturur.
Ancak şunu da görmeliyiz: Bu tür daha büyük sokak isyanlarının olabilirliği, bizi, bu yazıda yalnızca bazı noktalarına işaret edebildiğimiz, gelişkin bir stratejik çalışmanın “ağır zahmetleri”nden kurtarmaz. Ama sokak isyanlarının başarı olanağı da, ancak bu sınıf bakış ve yığınağı ile sağlanabilir.
24 Eylül 2025
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.