“Biz kalanlara göre her şey yolundayken bir genç adamın intiharı biraz olsun sessizliği hak etmiyor mu?” Belki de Zafer Ekin’in şiirini bugün hâlâ okuma ihtiyacı hissetmemizin sebebi de bu çelişki: Görünür başarıların ardındaki görünmez yaralar. Kolbüken’in affına sığınarak, şairin ölümünün yirmi üçüncü yıldönümünde, o sessizliği bozma girişimi olarak da okunabilir bu yazı ya da iç dökmesi.
“Ölüm, yaşayabilmek için sonsuzca kaçındığımız,
ama sözcükleri yaşatabilmek için kucak açtığımız…”[1]
“Aslında bütün mesele neydi?” Aramızdan ayrılmayı tercih eden Zafer Ekin, son mektubuna bu soruyla başlamıştı. “Anne” şiirini ithaf ettiği, “biraz sesim/biraz da annem değil misin benim”[2] dizeleriyle seslendiği Sylvia Plath’e dert yanmış, “ey iki adımlık yerküre senin bütün arka bahçelerini gördüm ben” diyen Nilgün’e selam vermiş, “Yerleşik yabancıydım her yere Metin abi” diyerek Altıok’a dökmüştü içini. Bir eylül günü, hesapladığından daha önce “elimizi bıraktı”.
Elimizde kalan, altmış küsur sayfalık şiir kitabı ve dağınık halde yayımlanmış birkaç şiiri… Hayatı ve yaptıkları hakkında pek az şey biliyoruz. Kısacası Karabay, kısa ömründe bize sadece şiir bıraktı. Şimdi onu, dizelerinin açtığı yarıkların içinden anımsamaya çalışıyoruz. Yine de âdettendir; böyle anmalarda bir parça biyografiyle başlamak gerekir.
1975 yılında Kayseri’de dünyaya gelen Z. Ekin, liseyi Kayseri Atatürk Ticaret Lisesi’nde tamamladıktan sonra yolu Ankara’ya, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne düştü. Üniversite eğitiminin ardından ise Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladı. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisansını ölümünden iki gün önce tamamladı. 13 Eylül’de ise, çalıştığı odada yaşamına son verdi.
Şairlik serüvenine erken yaşlarda başladı Zafer Ekin. İlk şiiri, yirmi yaşındayken, 1995 yılında İnsancıl dergisinde yayımlandı. Şiirleri ve eleştiri yazıları; Bahçe, Damar, Dize, Edebiyat ve Eleştiri, İnsancıl, Islık, Kavram-Karmaşa, Kül ve Varlık gibi belli başlı edebiyat dergilerinde yayımlandı. 1995 yılında Kar-Ya (Bilimsel ve Kültürel Araştırma ve Yayıncılık Kooperatifi) aracılığıyla çıkarılan Sanat Eylemi adlı derginin ise kurucuları arasında yer aldı. Ödüllerini de saymazsak adetimiz eksik kalır. 1999 yılında “Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü” ve Arkadaş Z. Özger 2000 ‘Jüri Özel Ödülü’ yirmi yedi senelik yaşamına eklenmiştir. Şiirlerin toplandığı, ilk ve son kitabı olan “Şubatta Saklambaç” ise şairin yaşama veda etmesinden üç ay sonra çıkmıştır. Hal böyle olunca Orhan Veli’nin dizeleri çalınıyor kulağımıza ister istemez: “Ölünce biz de iyi adam oluruz”.[3] Karabay’ın ardından konuşulan her şey, aslında onun dizelerinin sessizce sürdürdüğü bir yankıdan ibaret.
Zafer Ekin’in öyle tahmin edilebileceği gibi karamsar, kendi içine kapanık, etraftan kendisini fiziki açıdan yalıtmış bir şair olmadığını çıkarabiliyoruz. Ölümünden iki gün önce tamamladığı yüksek lisans programı da bu söylediğimizi destekliyor. Kül’ün editörü, Karabay’ın arkadaşı Bilal Kolbüken, Zafer Ekin için yapılan anmada şöyle diyor örneğin:
İntihar eden bu genç adamın şiirleri Varlık ve Kül’de neredeyse hiç okunmadan yayımlanıyordu, şiirleri iki ödül birden almıştı, kamu hukukunda masterını başarıyla tamamlamış, hem hukuk hem de Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı bölümünde doktora hakkı kazanmıştı; iyi bir arkadaş çevresi, iyi bir ilişkisi vardı…
Kolbüken daha sonra kendisiyle çelişerek soruyordu: “Biz kalanlara göre her şey yolundayken bir genç adamın intiharı biraz olsun sessizliği hak etmiyor mu?”[4] Belki de Zafer Ekin’in şiirini bugün hâlâ okuma ihtiyacı hissetmemizin sebebi de bu çelişki: Görünür başarıların ardındaki görünmez yaralar. Kolbüken’in affına sığınarak, şairin ölümünün yirmi üçüncü yıldönümünde, o sessizliği bozma girişimi olarak da okunabilir bu yazı ya da iç dökmesi.
Zafer Ekin’in ölümünün ardından Mayıs Yayınları tarafından basılan “Şubatta Saklambaç”, “Saklandığım”, “Sakladığım” ve “Saklı” başlıklarıyla üç bölümden oluşuyor. Zafer Ekin’in dizelerin arasında gezindikçe, şiirlerini deştikçe anlayabiliyoruz aslında, kelimelerin arasına saklandığını fakat hiçbir şeyi saklamadığını:
“telefondaki ses öldüğümü söyleyince anımsıyorum,
‘intihar eden şairler kitabı’nda ismimi
aradığımı ve gizlice tenine sokuluyorum
gecenin, saklayarak masa lambamı”[5]
Şimdi hayatıyla, şiirleriyle ilgili bilgi arayanlar, dönüp yine o kitapları karıştırıyor: intihar eden şairler kitaplarını.
Zafer Ekin, bir yandan kendi “sakladıklarını” anlatırken bize diğer yandan da yanı başında ya da belki de içinde bulunduğu 1990’ların öğrenci hareketini de aktarıyordu. Öyle ki “Trafik” adlı şiiri, Edebiyat ve Eleştiri Dergisi’nde “1995 – 96 öğrenci hareketine” ithafıyla yayımlandı. Devrimci mücadelenin dili, belki de ancak böyle şiirsel bir ‘düş kazası’ ile anlatılabilirdi:
“Kentin baskısı kaldı bize
ve ışıkları trafiğin ya da kazası.
oysa biz hep bir düş kazasında
yitirdik arkadaşlarımızı.
karşıdan karşıya geçerken
eli bırakılan çocuklardık.
o insan kalabalığındaki,
son gülümsemesiydi annemizin.
sonra, hangi tarafa geçsek karşıda kaldık!”
Ve son mektuba geliyoruz artık. “Şubatta Saklambaç” kitabında diğer iki bölümün aksine “saklı” bölümü, bölümle aynı adı taşıyan tek bir şiiri içeriyor. Karabay, intihar edeceği zamanı çoktan söylemiş oysa burada bize:
“Nil güne akarken şubat gibi biriktim;
dört yıl topladığı acısını
yirmidokuzuncu adımında gösteren.
Ve çıktım yaşama
onun sakladıklarını sunarak saklandığım yerden.”
Bu dizelerle ne demek istediğini 13 Eylül 2002 tarihli mektupta daha iyi anlayacaktık:
Hani, ‘Hayatın neresinden dönülse kârdır’ dizesi var ya Nilgün’ün, canım benim, ben yaşamın neresinden döneceğimi çoktan belirlemiştim. Nilgün Marmara’nın 29 yaşında, S. Plath’in şubat ayında intihar etmesi, benim de 29. yaşımın 29 şubatında intihar etmemi gerektirmezdi. Ama madem ki yaşamda kalmaya kendimi ikna edemiyordum, o zaman bir tarih belirlemeliydim ve 29. yaşımın 29 şubatını seçtim. Bu yüzden ‘Şubatta Saklambaç’a bir yığın başka sırla birlikte intihar edeceğim tarihi de gizlemiştim. Ne var ki, kitabımı bir türlü bastıramadım (o kitabı görmeden ölmek bana nasıl acı veriyor bilemezsiniz)” Devam ediyordu Karabay mektubuna: “Ama şimdi yaşamımın bu ayrım noktasında hiçbir yerde huzur bulamadığıma göre bu tarihi bekleyecek gücüm de kalmadı. Hem Zebercet de belirlediği tarihten önce intihar etmemiş miydi? (Kimbilir belki kendimle barışabilseydim…) Yerleşik Yabancı’ydım her yere Metin Abi… Sen yanarak öldün ve ben ne yangınlar geçirdim sana ulaşabilmek için. Daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama? Tüm arkadaşlarımı ve sevgilim Meral’i çok seviyorum. Beni affedin.
Artık Kolbüken’in sessizlik çağrısına geri dönebiliriz. Kendimize yeniden sorarak: “Aslında bütün mesele neydi?”
[1] Nilgün Marmara, Kırmızı Kahverengi Defter, Telos, 1994, syf. 25.
[2] a.g.e, s.52.
[3] Orhan Veli Kanık, Bütün Şiirleri, YKY, 2013, syf.103.
[4] Kül Dergisi, Sayı 32, Ocak 2003
[5] a.g.e, s.39.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.