12 Mart yenilgisinin en önemli farkı, ardından gelen kuşaklara esin kaynağı olan devrimci bir ruh ve yönelim bırakmış olmasıdır. Diğerlerinde bu yoktur. Onlar arkalarında miras olarak yılgınlık, inkarcılık, devrimci örgüt düşmanlığı ve örgütlü devrimcilikten kaçışı bırakmalarıyla birbirleriyle ortaklaşıp 12 Mart yenilgisinden ayrılırlar.
Türkiye devrimci hareketinde ‘yenilgi’ denildiği zaman bazılarının aklına sadece 12 Eylül yenilgisi gelir. Bu kuşkusuz yanlış/temelsiz bir algı değildir fakat çok dar ve sığ bir tarih okumasının ifadesidir. Çünkü 12 Eylül Türkiye solunun tarihindeki tek yenilgi değildir. O, sonuçları belki en görünen, ayrıca tartışmasız ağır -daha doğru bir tanımla utanç verici- bir yenilgidir. Buna rağmen hem yaşandığı andaki sonuçlarının/ödenen bedellerin ağırlığı yönüyle hem de sonraki süreçler üzerindeki etkisi yönüyle üzerinde durulmaya değer tek ağır yenilgi değildir. Mustafa Suphi ve 13 yoldaşın katliyle başlayan bir süreç olarak tarihsel TKP’nin zamana yayılmış yenilgisiyle 12 Eylül sonrası süreçte iyi-kötü biriktirilmiş bir kadro kuşağının biçilmesiyle sonuçlanan 2000 Ölüm Oruçları sürecinde yaşanan yenilginin daha ‘hafif’ ya da daha ‘önemsiz’ olduğu iddia edilebilir mi?
Kaldı ki Türkiye solunun tarihinde bunların dışında bir de 12 Mart yenilgisi vardır. Aralarındaki ortak özellikler dışında 12 Mart yenilgisinin en önemli farkı, ardından gelen kuşaklara esin kaynağı olan devrimci bir ruh ve yönelim bırakmış olmasıdır. Diğerlerinde bu yoktur. Onlar arkalarında miras olarak yılgınlık, inkarcılık, devrimci örgüt düşmanlığı ve örgütlü devrimcilikten kaçışı bırakmalarıyla birbirleriyle ortaklaşıp 12 Mart yenilgisinden ayrılırlar. Bu bağlamda, her kim hangi niyetle olursa olsun 12 Mart’ı bu baskın yönünden değil de onun etkisiz-tali yönünü oluşturan yılgınlık teorileri yönünden okuyorsa farkında olarak ya da olmayarak devrimci eylem, devrimci irade ve devrimci örgüt düşmanlığına kan taşıyor demektir.
Proletaryanın ölümsüz önderlerinden Engels, “Eğer yenilmişsek yapmamız gereken tek şey baştan başlamaktır” der. Komünist Manifesto’da da dile getirilen bu özlü yaklaşım, yenilgi sonrasında değişik biçimlerde havlu atmakla onun altında ezilmeyen devrimci tutum arasındaki nitelik farkının kaynağına götürür bizi.
Hiçbir yenilgi sadece yaşandığı kesit ve ona öngelen süreçle sınırlı ele alınamaz. Her yenilgi tarihteki anlamını o kesit ve öncesinde yaşananlardan çok sonrasında ortaya çıkan tabloyla kazanır. Bu bağlamda bir yenilginin çapı ve yol açtığı yıkım, ödenen bedellerin yüksekliği ya da sınırlılığı gibi nicel ölçütlere bakılarak belirlenemeyeceği gibi tek başına ‘nasıl’ alındığına indirgenerek de belirlenemez. Dövüşsüz alınan bir yenilginin yaratacağı düşünsel ve ruhsal yıkım büyük fiziki kayıplara uğranılmakla birlikte dövüşerek alınan bir yenilgiye kıyasla genelde kuşkusuz daha ağır olur. Fakat bu gerçek, dövüşerek alınan yenilgilerin hepsini otomatik olarak ‘devrimci’ kılmaz.
Türkiye devrimci hareketinin tarihinde 2000 Ölüm Orucu sürecinde alınan yenilgiyi buna örnek verebiliriz. 12 Eylül yenilgisinden farklı olarak ‘dövüşerek alınan bir yenilgi’ örneği olduğu halde 2000 yenilgisinin yol açtığı yıkım ilkinden daha büyük ve ağır oldu. Birinin eksik bıraktığını diğerinin tamamlaması şeklinde aralarında bir ‘süreklilik’ ilişkisi bulunan -bu anlamda biri diğerinden kopartılamayacak- bu iki yenilgiden 12 Eylül asıl olarak Türkiye solunun devrimci ruhuna ve prestijine öldürücü bir darbe indirdi, 2000 yenilgisi ise kelimenin tam anlamıyla hareketin belini kırdı. Yol açtığı tasfiyeci dalganın büyüklüğüne rağmen 12 Eylül yenilgisi devrimcilikte ısrarlı damarı büsbütün kurutamadı; buna karşın 2000 sonrasının tasfiyeciliği o ısrarı varlığı dahi hissedilmeyen bir noktaya indirgedi, devrimci olana düşmanlığı yaygınlaştırmakla kalmadı meşrulaştırdı.
Dolayısıyla TDH’nin bugünkü ‘etkisiz eleman’ konumuna sürüklenmesini hâlâ 12 Eylül yenilgisine bağlayan bir tarih okuması, her şeyden önce zaman tünelinde çakılıp kalmış bir sübjektivizm örneğidir. Yöntem olaraksa diyalektik değil, tarihi birbirlerinden kopuk kompartımanlar şeklinde ele alan mekanik bir materyalizme denk düşer.
Engels’in aktardığımız sözüne dönecek olursak, yenilginin yeni bir başlangıç işlevini görebilmesi öncelikle dürüst ve cesur bir devrimci muhasebe gerektirir. Bu ise bir yenilginin ‘nasıl’ yaşandığından çok ‘neden’ yaşandığı üzerinde yoğunlaşmayı ister. Bu ‘neden’ çözümlemesi de geriye doğru kim ne demiş ya da ne yapmış sınırları içinde kalan bir fotoğraf çekme yüzeyselliğiyle sınırlı kalmayıp daha derinde yatan, bu anlamda süreklilik gösterip ‘yapısal’ karakter kazanmış nedenleri yakalamaya çalışmalıdır. Aksi taktirde yapılan iş, o yenilgilerin alındığı tarihlerde daha doğmamış genç kuşaklara ‘masal anlatmaya’ dönüşür. Bu yöntemin çarpıtmaya, spekülasyonlara, işi pişkinliğe vuran ikiyüzlülüklere açık olması da cabasıdır.
Yüzeysel bir teyelleme ilişkisi kurmakla yetinmeyip daha derinde yatan nedenleri yakalamayı esas alan diyalektik materyalist bir yaklaşım odağından baktığımızda Türkiye solunun tarihindeki dört büyük yenilginin de ciddiyetle ele alınıp devrimci bir ruh ve perspektifle irdelenmediği gerçeğini görürüz. Bu onların ‘ortak özelliklerinin’ belki de başında gelir. Özeleştiri hatta ‘derin çözümleme’ görünümü altında yapılanlar daha çok sergilenen pejmürdeliğe mazeret bulma ya da zeytinyağı gibi üste çıkmaya çalışıp kendi sicilini temizlemeye yöneliktir. Bu anlamda ‘yenilginin istismarı’ olarak tanımlanmayı hak eden yaklaşımlarla karşılaşmaktayız.
Her birinin yaşandığı koşulların ve yaşanma biçimlerinin farklılığından ileri gelen özgünlüklerini gözardı eden bir düzleştirmeye dönüştürmemek kaydıyla genel başlıklar halinde ifade etmeye çalışacak olursak Türkiye solunun tarihinde yaşanan dört büyük yenilgide de karşımıza çıkan belirleyici ortak nedenleri şöyle özetleyebiliriz:
12 Mart yenilgisi dahil ‘dönemin yanlış okunuşu’ herhalde başta gelir. Bu okuma hatası, genellikle sürecin içerdiği risk ve tehlikeleri öngöremeyen tek yanlı bir yüzeysellik biçiminde kendisini gösterir. ‘Yaklaşan felaket’ bu yüzden görülememiştir. Bu siyasal aymazlık, Mustafa Suphi yoldaşların çok soylu duygularla Türkiye’ye dönüş kesitinde karşılarındaki sınıfın kim olduğunu unutup onun güvenilmez/kaypak karakterini göz ardı etme biçiminde karşımıza çıkarken özellikle 12 Eylül ve 2000 yenilgilerinde ise sınıf düşmanının niyet ve amaçlarını sezememekle kalmayıp kendi gücünün kofluğunu göremeyen ‘gerçeklikten kopukluk’/fanus devrimciliği biçiminde kendisini gösterir. Bu son ikisinde de bırakalım stratejik perspektif açıklığını burnunun ucuna kadar gelenin dahi farkında olmayan feraset kaybı ve yapılan akıl almaz taktik hatalar kendi kendimizi hapsettiğimiz bu fanus devrimciliğinin sonucudur.
Dönemin yanlış okunuşu temelinde kendi gücünü abartma 12 Mart devrimciliğinde de vardır. Fakat o devrimcilik, yeterli hazırlığı henüz tamamlayamadığı parti ilanını dahi başkalarının attığı adıma bakarak öne çekecek kadar güncele bağımlı bir politika tarzına yöneldiği halde “Gerçekçi ol imkansızı iste” sloganında ifadesini bulan bir tarihsel bilinç ve ondan kaynaklanan bir cüret sahibi olduğunu her adımında hissettirdiği için arkadan gelen kuşaklar için esin kaynağı olabilmiştir. 12 Eylül ve 2000 yenilgilerinde ise bu tarihsel bilinç açıklığının izi bile yoktur. Dahası bu bilinç her ikisinde de yenilgiden çok önce bulanıklaşıp kabuk bağlamıştır. Özellikle 12 Eylül’de örgütlerin yönetici kadrolarının dahi burjuva karşı devrimin öngöremedikleri saldırısının kapsamı ve şiddeti karşısında afallayarak yönlerini büsbütün kaybetmelerinin, mücadelenin hiç olmazsa herhangi bir cephesinde kitlelere umut ve cesaret mesajı verecek bir duruş sahibi olunamamasının temelinde çoktan yitirilmiş bu tarihsel ufuk kaybı vardır.
Bu etken, yenilgi yıllarında olduğu gibi sonrasındaki dökülmelerin ve devrimci olana düşmanlaşmanın da belirleyici nedeni olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla yenilgilerle arkasından tasfiyeciliğin şaha kalkışı arasında o yenilginin ‘nasıl’ alındığına indirgenmiş doğrusal bir ilişki kurmak indirgemeci mekanik bir yorumdur. O da bir yenilgi olduğu halde tasfiyeci döneklik ve inkar eğilimlerinin 12 Mart sonrası neden 12 Eylül ve 2000 sonrasındaki kadar kitlesel ve baskın hale gelmediğinin öte yandan dövüşerek alınmış bir yenilgi olduğu halde 2000 sonrasında niçin 12 Eylül’ü de sollayan boyutlar kazandığının yanıtını bulamayız bu mekanik tarih okumasında.
Bu noktada küçük bir parantez açarak, yaşandıkları dönemdeki dünya konjonktürünün bu her üç yenilgisinin arkasından ortaya çıkan tablo üzerindeki etkisinin üzerinden atlanmaması gereğinin altını çizelim. TDH’nin sonraki yıllarda gelişimine ilham veren önder kadroların fiziki tasfiyesiyle sonuçlanmasına rağmen 12 Mart yenilgisi düşünsel ve ruhsal çöküşten çok kısa sürede atağa dönüşen devrimci bir silkinme yarattıysa o dönem dünya çapında yükselmeye devam eden devrimci dalganın bu konudaki kolaylaştırıcı/motive edici rolünü görmezden gelemeyiz. 12 Eylül ve 2000 yenilgileri ise bırakalım böyle bir avantaja sahip olmayı tam tersi bir konjonktüre denk gelmişlerdir. Bu bağlamda özellikle 12 Eylül karşısında cunta şefi Evren’e “Bu kadar kolay sonuca gideceğimizi düşünmemiştik” dedirten pejmürdeliğin yol açtığı hayal kırıklığı ve moral çöküntünün üzerine gelen 1989 çöküşünün devrimin ve sosyalizmin geleceğine duyulan güven kırıntılarını da silip süpüren etkisini hafife alıp denklem dışı bırakan her yaklaşım, tarihsel olgu ve süreçleri kendilerini çevreleyen koşullar ve etkenler bütünlüğü içinde değil de ‘kendileriyle sınırlı’ kesitler olarak ele alan kompartımanlaştırılmış bir tarih anlayışının tezahürüdür.
Türkiye devrimci hareketinin yakın dönem tarihinde yaşanan üç büyük yenilginin yaşanmasında siyaset yapma tarzındaki çarpıklıkların rolü de görmezden gelinemez. Burada yenilgiye öngelen dönemde savunulan politikaların devrimci açıdan isabetli olup olmaması türünden taktik farklılıklar değildir kastedilen. Yenilgiye zemin hazırlayan siyasal aymazlığın bir boyutunu bunlar oluştursa da sorun bu yönü de içerecek şekilde daha büyük ve derindir.
Sözünü ettiğim tarzın karakteristik özelliklerinin başında söz ile eylem arasındaki -kimilerinde uçurumlaşan- açıklık gelir. Teori pratikten, pratik teoriden kopuktur. Her biri kendi mecrasında, genellikle ‘alışkanlıklar’ çerçevesinde akar. Programlar, taktikler ve tahliller çoğu kez kağıt üzerinde kalır. Bu arada herhangi birinde başkalarına kıyasla göreli üstünlükler, eksik bırakılanların ve zayıflıkların görülmesini perdeleyici bir rol oynar. Dahası, kendisini başkalarından ‘farklı’ ve ‘devrimci’ görmeye yol açan bir baş dönmesi ve oportünist rehavet yaratır. Kafaların duvara çarpmasıyla akıllar başa gelir gibi olur ama o da geçicidir. İnkarcılıktan farklı olarak önceleri ‘özeleştiri’ görünümü altında parçayla sınırlı bazı mırıltılar duyulur olsa da bunların yerini çok geçmeden yenilgiye kılıf geçirmeye yönelik ‘mazeret teorileri’ alır. Genellikle de top nesnel etkenlerin ve kendi dışındaki güçlerin üzerine atılır. Özellikle 12 Eylül ve 2000 ÖO sürecinde alınan yenilgilerin değerlendirilmesi sırasında çok karşılaştığımız tipik bir çamura yatma yöntemidir bu.
Söylemle eylem arasındaki şizofrenik kopukluk, Türkiye solunun artık yapısallaşmış bir hastalığıdır ve maalesef günümüzde hâlâ sürmektedir. Yalnız 12 Mart yenilgisinde eylem sözün önündedir. Bu gerçek THKO özgülünde çok net ve belirgin biçimde karşımıza çıkar. Fakat sonrasına ‘söz’ yönüyle de esin kaynağı teorik bir miras bırakan THKP-C ve TKP/ML örneklerinde de o ‘sözlere’ o çekim gücünü kazandıran o hareketlerin önderlerinin pratikleridir. Çünkü devrimciliğin doğasına uygun bir duruş, eylemi/pratiği önceler. 12 Eylül’ün tam bir düşünsel ve ruhsal çöküşe yol açmasının nedeni de zaten cunta karşısında sergilenen pratiğin yerlerde sürünmesidir. 2000 yenilgisinde ise eylem yine ön plandadır fakat çok ağır bedellerin ödendiği o görkemli eyleme yön veren politika vahim bir politik akıl yoksunluğu ve bağnaz bir grupçulukla sakatlanmış olduğu için devrimci harekete duyulan sempati ve güvenin kalan kırıntılarını da silip süpürmüştür.
Politika yapma tarzı kapsamında her üç yenilginin ortak özelliklerinden biri de uzun vadeli düşünen stratejik akıl ve öngörü yoksunluğudur. Politika taktiğe indirgenmiştir. Taktiklere yön veren öncelikli dürtü ise diğer devrimci örgüt ve çevrelerle rekabettir. Gerek 12 Eylül ama özellikle 2000 yenilgisinde felakete adeta koşarak gidilmesinin tayin edici nedenlerinden biri de bu kafayla hareket edilmiş olmasıdır. Stratejik akıldan yoksun bir yaklaşımla belirlenen taktik politikalar haliyle korkunç bir tek yanlılık ve dar görüşlülük taşır. Bu politika anlayışı, 12 Mart sürecinde yeterli güç, olanak, hazırlık ve destekten yoksun olarak salt kendi gücüne güven temelinde kalkışılan maceralar ya da salt devrimci duygulardan hareketle sonunun infazla biteceği baştan belli hamleler yapmak biçimine bürünür. 12 Eylül’de bağıra bağıra gelen hatta istihbaratı önceden alınan darbenin gelişine vurdumduymazlık tanımının yetersiz kalacağı bir siniklikle seyirci kalan akıl tutulması biçimini alır. 2000 sürecinde ise eldeki güçleri “ya herrü ya merrü” diyerek cepheye süren affedilmez bir siyasi kumara yol açar.
İnsanlığın kurtuluşu uğruna kavgaya atılmış komünistler ve devrimciler olarak Cemal Süreya’nın dediği gibi “Biz kırıldık daha da kırılırız…” Yeter ki soluğumuz bir noktada kesilmesin, “ben yoruldum” diyerek havlu atmamış olalım. Yalnız herhangi bir süfli hesap gütmeden elimizi vicdanımıza koyarak soralım: TDH olarak yaşadığımız yenilgilerden ders aldığımızı söyleyebilir miyiz?
Bu konuda herkesi aynı torbaya dolduran bir genelleme yapılamaz elbette. Bu sadece haksızlık değil gerçeği utanmadan çarpıtmak olur. Lakin bu konuda herkesin aynı hassasiyet ve cesaretle hareket ettiği de söylenemez. Özellikle de gerek 12 Eylül gerekse 2000 yenilgilerinde en büyük payın sahipleri özeleştirel bir değerlendirmeden resmen kaçmışlardır.
Öte yandan devrimci bir muhasebeden söz ediyorsak yanıtlanması gereken ilk soru şudur: Bir kez daha “baştan başlamaya” cesaret edebilecek miyiz? Bu cesaret, kuru bir irade beyanıyla sınırlı olamaz. Yenilgiye yol açan öznel etkenlerin üzerine gitmeden, politika yapış tarzımızı, örgüt anlayışımızı, sınıfla ve kitlelerle kurduğumuz bağı köklü biçimde sorgulayıp farklılaştırarak güçlendirmeden “yeni bir başlangıç” sözü yalnızca tekrarlara yol açar, kaçınılmaz yeni yenilgilere davetiye çıkarır. Hiçbiriyle doğru dürüst yüzleşilmediği için kısa aralıklarla peş peşe yaşanan, üstelik bir sonraki bir öncekinden daha ağır yıkıma yol açan 12 Mart-12 Eylül-2000 yenilgileri zinciri bunun çok açık kanıtıdır.
Yeniden başlamak öncelikle yüzleşmektir. Kendi dogmalarımızla, tek yanlılıklarımızla, küçük hesaplarımızla, birbirimizi tüketen rekabetçi dar görüşlülükle yüzleşmek…
‘Baştan başlamak’ demek, dünyayı ve ülkeyi diyalektik materyalist bir yaklaşımla yeniden okumak, bugünün sınıf hareketini, kadın mücadelesini, gençliği, ekolojik direnişleri ve küresel krizleri bütünlüklü devrimci bir stratejinin bileşenleri haline getirebilmek demektir. Kısacası “baştan başlamak”, eski yenilgilerin tortusunu sırtımızda taşıyarak değil onları aşacak yeni bir devrimci kuruculuk ufku geliştirerek mümkündür.
Engels’in sözü pasif bir teselli değil devrimci bir çağrıdır. O çağrı bugün bize sorumluluk yüklemektedir:
Tarihi yeniden yazmaya var mıyız?