Savaş gibi barışın da “genel olarak” iyi veya kötü olarak tanımlanamayacağını, yüceltilemeyeceğini düşünüyorum. Bu hususta, Bahçeli’nin beklenmedik çıkışıyla başlayan son sürecin ilk günlerinde yazdıklarımı tekrarlayabilirim ancak: Sosyalizm gelmeyecekse insanlar ölmeye devam etsin, demiyorum; sosyalizm gelmedikçe insanlar ölmeye devam edecek, diyorum
Kolombiya Başkanlık Sarayı’ndayız, toplantının yapıldığı oda değil. Türkiye’den gelen heyetin her köşesini doldurduğu masanın başında Juan Manuel Santos oturuyor: Binlerce sivilin ve gerillanın katledildiği ABD destekli Plan Colombia’nın uygulayıcı Savunma Bakanı, aynı zamanda Başkanlık koltuğuna geçince FARC ile çatışmaları sonlandıran adam. Bu görüşmemizden 6 ay sonra, yarım yüzyıldır süren bu savaşı bitirdiği için 2016 Nobel Barış Ödülü’nü (tek başına) alacak.
Görüşmenin çevirmeni olduğum için, kısık gözlerini benden ayırmadan konuşuyor Santos. Söylediklerini enerjik el hareketleriyle destekleyerek anlatıyor: Havana’da Kolombiya hükümeti ile FARC heyeti arasında barış görüşmeleri son hızıyla sürerken FARC sekretaryası üyesi ve bir önceki barış sürecinin müzakerecisi olan Raúl Reyes’in yerinin Ekvador sınırında tespit edildiği haberini almış. Dönemin Savunma Bakanı olarak derhal infaz edilmeleri emrini vermiş.
Bahsettiği kişinin adını tam duyamayınca soruyorum, parmaklarıyla “iki” işareti yapıyor: FARC’ın iki numaralı adamı. Kararının ne kadar doğru olduğunu anlatmaya çalışıyor; müzakereler için benimsedikleri usul böyleymiş: Savaşırken konuşmak. Tabii böyle bir fırsatı kaçırmak olmazmış, bu yüzden 16 gerillanın öldürülmesini gözünü kırpmadan emretmiş. Dediklerini vurgulamak için bir an susup gülümseyen kurnaz gözlerini gözlerimin içine dikiyor.
Mesleğin berbat yanlarından biri: Dediklerinin hiçbir ayrıntısını kaçırmamak için katillerin gözlerine bakmak gerekebilir! Artık dayanamayıp bir bardak su doldurma bahanesiyle gözlerimi masanın üstüne çeviriyorum. Su bardağının içinde bej renkli kalın kumaştan bir mendil var. Çıkarıp masaya bırakırken gözüm mendilin üzerine parlak beyaz iple işlenmiş güvercin figürüne takılıyor. Komünist ressam Pablo Picasso’nun meşhur barış güvercini, ülkesinde binlerce komünisti öldürdükten sonra Nobel’i kapan başkanın ofisinin her yerinde! Güvercin, dur, sana da bulaştı kan!
Hep böyle olmuş. 1611’de Celalî Canbolatoğlu, 1937’de Seyit Rıza, âsi oldukları yönetimle görüşme sürecinde bu topraklarda öldürülen isyancılardan ikisi. Osmanlı’da oyun çok, desek mesele o da değil. Dünyadan meşhur örnek, 1919’da barış görüşmesine çağrılıp öldürülen Emiliano Zapata.
Bu öldürmeler yalnızca isyancıların asıl önderini hedeflemiyor, hatta bazen özellikle hedeflemiyor. Onlara yakın başka kişiler yok edilerek, sürecin zarar görmemesi için karşı tepkinin minimal tutulacağı öngörüsüyle, hem harekete darbe vurulmuş hem görüşmelerde el yükseltilmiş oluyor.
Güney Afrika Komünist Partisi önderi, ANC’nin silahlı kanadının komutanı ve Mandela’nın yakın dostu Chris Hani, tam da barış görüşmeleri son hızıyla sürerken, Mandela’nın başkan seçilmesinden tam 1 yıl 17 gün önce, güya bir meczup tarafından evinin önünde öldürüldü. Süreç devam etti.
PKK’li üç kadın Fidan Doğan, Leyla Söylemez ve Sakine Cansız, “çözüm süreci”nin tam ortasında, yine meczupvâri bir tip tarafından öldürüldü. Süreç devam etti. (Sonra başka vesilelerle bozuldu, geçenlerde yeniden başladı falan; hikâyeyi biliyoruz ve yaşıyoruz, benzer şeyler olmasın umuyoruz.)
Her ne hikmetse bu meczuplar öldürecekleri kişileri pek dikkatli seçiyor! Bu öldürmelerde faillerin ve azmettiricilerin süregiden uzlaşma süreçlerine zarar vermek isteyen üçüncü taraflar olduğu varsayılıyor ama nedense yaptıkları, taraflardan birinin işine yarıyor.
Johanesburg’da Apartheid döneminden itibaren ANC içinde yer almış bir avukattan dinlemiştim: “Chris Hani’nin vurulduğu gün Madiba (Mandela) parmağını şıklatsa ülkenin her tarafını sarsar, iktidarı alırdık.” Mandela devrim yerine seçimi tercih etti. Kazandı da.
Güney Afrika’da uzlaşma sürecinin temel kurallarından biri, Apartheid döneminde edinilmiş mülkiyete dokunulmamasıydı. 1913 tarihli bir yasayla ülke nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan siyahlar, toprağın ancak yüzde 10’undan azına sahip olabiliyordu. Böylece siyahların toprakları, beyaz azınlık tarafından hektar hektar gasp edildi. ANC ile müzakere eden faşist beyazlar, mallarından zırnık koklatmamak için gereken diplomasiyi uyguladılar. Mandela parmağını şıklatsaydı iktidar değişimi daha kanlı gerçekleşirdi muhtemelen ama siyah çoğunluk, en gaddar yöntemlerle ellerinden alınan topraklarına kavuşmuş olurdu. Bugün de ülkedeki mülkiyetin büyük çoğunluğu, nüfusun yalnızca yüzde 10’undan azını oluşturan beyazlara ait. Siyahlarsa devrimde ölmediler ama madenlerde ölüyorlar, bazen de doğrudan (artık siyahların yönettiği hükümetin emriyle) kurşuna diziliyorlar.
Başka yerlerde de durum pek farklı değil. Kolombiya’da barış görüşmelerinin en önemli tartışma konusu olan toprak reformu, nitel bir değişiklik yaratacak ölçüde gerçekleşmedi; yoksul köylüler (ve kentliler) gerillanın boşalttığı alanı son hızla dolduran narko-mafyanın ve derin yoksulluğun insafına kalmış durumda. Toplumsal eşitlik açısından hepsi fiyasko olan barış süreçlerinin görece en başarılısı olan Kuzey İrlanda’da bile IRA’nın tabanını oluşturan Katolik kesim, servetten daha az pay almaya devam ediyor.
Henüz adalete, yüzleşmeye, hakikatin ortaya çıkmasına, savaş suçlarının cezalandırılmasına, işkence ve katliamların hesabının sorulmasına, siyasi özgürlüklere gelemedik. Gelsek de bundan daha umutvar bir manzarayla karşılaşmayacaktık.
Barış, birçok açıdan kanlı bir iş. Dünya sosyalistlerince barış günü olarak kutlanan 1 Eylül’ün (1939) dünyanın en kanlı savaşının başladığı gün olması, sanki bu tarihsel ironiye işaret ediyor.
Ancak yalnızca barışa ulaşmak için verilmesi gereken savaş süreçleri değil barış güvercinine kan bulaştıran. Uzlaşma süreçlerinde, askeri ve siyasi olarak daha güçlü olan tarafın yukarıda yalnızca birkaç örneğini gördüğümüz cinayetleri de değil. Ölüm, acı, kan, yoksulluk ve yoksunluk; emperyalist-kapitalist sistemin mütemmim cüzü olduğu için, bir vakit savaşta ölenler, sonrasında barışta ölmeye devam ediyorlar.
Yine de kapitalizmin mutat kanlı çarkının üstüne eklenen savaş kaynaklı ölümlerinin azalması bir kazanım değil mi? Kapitalizmi yıkamıyoruz diye, bitirilme fırsatı olan savaşlar bitirilmesin mi?
“Savaş” diye genel bir olgu olduğunu sanmıyorum. Haklı ve haksız savaş ayrımının Lenin tarafından formüle edildiği günden bu yana geçerli olduğunu savunuyorum. Savaş gibi barışın da “genel olarak” iyi veya kötü olarak tanımlanamayacağını, yüceltilemeyeceğini düşünüyorum. Bu hususta, Bahçeli’nin beklenmedik çıkışıyla başlayan son sürecin ilk günlerinde yazdıklarımı tekrarlayabilirim ancak: Sosyalizm gelmeyecekse insanlar ölmeye devam etsin, demiyorum; sosyalizm gelmedikçe insanlar ölmeye devam edecek, diyorum.
Bugünün Türkiye’sindeki sürece dair nasıl tavır alınacağı ayrı mesele. Halk güçlerinin öznelik kabiliyetinin alabildiğine ketlendiği günlerde bu tavrı tartışmak da ne kadar anlamlı, bilmiyorum. Keşke “hayat bayram olsa” tabii. Keşke olsa…
X: @yazilama IG: @prometeatro
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.