Olağan yöntemlerle aşılamayan ve operasyonel bir müdahaleye ihtiyaç duyan bu kriz ortamında, halkın mutlak çoğunluğunun itirazına rağmen, kendi bekası için baskı-zor ve hileyle yönetmeye devam etmek isteyen ve her zerresine kadar suça bulaşmış-çürümüş bir faşist iktidar var karşımızda. Sürmekte olan krizin yarattığı çelişkilere-dinamiklere ve kendi içindeki uzlaşmazlıklara rağmen, kurumsallaşmaya-kalıcılaşmaya çalışıyor, manevralar yapıyor ve bir saldırı halinde… Şimdi sorulması/üzerine düşünülmesi gerekenler şunlar: İktidar bu hedefler doğrultusunda önündeki engelleri bir şekilde aşmaya çalışırsa ne olacak? 2015-2017 arasında bu iktidarın kendi bekası uğruna neler yapabileceğini herkes gördü. Peki ya aşabilirse? İktidarın imamlara okuttuğu hutbelerdeki düzenin nasıl bir düzen olduğu açık değil mi? Ya aşamazsa? Bu aşamama durumuna karşı vitesi daha da yükselten bir direnç mi geliştirecek, yoksa yumuşayarak beyaz bayrak mı çekecek? Bu soruların sorulabildiği bir ortamda sol-sosyalist oluşumlar ve devrimciler ne yapacak? Tüm bu birbiri ardına dizilen sorular ve belki daha fazlası, bugün bize Türkiye’nin bir yol ayrımında olduğunu gösteriyor
Adına Türkiye denilen bu ülke, bundan yaklaşık 3-4 ay önce nerede ve ne haldeyse halen orada ve o halde: Kriz, buhran, faşist saldırı, kitlesel itiraz ve devrimci önderlik yokluğu! Devrimcilerin görevleri de üç aşağı beş yukarı halen aynı: Faşist saldırıya karşı gelişen itirazı, isyana ve anti-faşist mücadeleye doğru sıçratmak ve bu mücadelenin içerisinde faşizmi yıkarak devrime doğru uzanacak devrimci bir önderliği inşa etmek![1] Bu görevleri, yeni bir mücadele dönemini başlatabilmek adına, içinde bulunduğumuz özgün konjonktürde güncelleyerek, tekrardan tartışmak gerekiyor. Bunun için önce dünyada ve bölgede yaşanan süreci hızlı bir bakış atarak değerlendirmeli; sonra ise Türkiye’de sürmekte olan krizi ve bu krizin ortaya çıkardığı olguları, dinamikleri ve çelişkileri mercek altına almalıyız.
Bugün dünyada küresel ölçekte yaşanan hadiselere hızlıca baktığımızda gördüğümüz en bariz iki şey, buhran ve savaştan başka bir şey değil. Dünyada 2008 buhranı ardından başlayan ve 2022 NATO-Rusya savaşıyla birlikte sertleşen yeniden-paylaşım ve egemenlik mücadelesi, bazı zaman biraz biraz yumuşayarak, bazı zaman daha da sertleşerek, ancak her koşulda derinleşerek ve yoğunlaşarak sürmeye devam ediyor. Zincir gün geçtikçe daha da fazla geriliyor. Yeninin, eskinin yerini almak üzere harekete geçmeye çalıştığı; eskinin, buna her geçen gün daha da saldırganlaşarak direndiği; güçlünün güçsüzü ezdiği; “kurt kanunu”nun işlediği yıkıcı bir sürecin içerisindeyiz. Yaşadığımız bu süreç, henüz yeni bir dünya savaşı olarak tanımlanamaz elbette. Ancak, içinde bulunduğumuz konjonktürde, I. Dünya Savaşı’ndan önce yaşanan Balkan Savaşları’ndan ya da II. Dünya Savaşı’ndan önce yaşanan Libya-Etiyopya işgalleri ve İspanya İç Savaşı’ndan çok daha sert ve yoğun durumların yaşandığını idrak etmek gerekiyor. Halihazırda kan ve irinle, sefalet ve yoksunlukla kaplanmış olan dünyada, bir olasılık olarak III. Dünya Savaşı, çok da uzak değil!
Ayrıca, belirtmek gerekiyor ki, yaşamakta olduğumuz bu süreç, ne tam olarak I. Dünya Savaşı ve öncesine, ne II. Dünya Savaşı ve öncesine, ne iki kutuplu dünyada yaşanan “Soğuk Savaş” evresine, ne de sosyalist blok dağıtıldıktan sonra 2010’lu yıllara kadar hüküm süren Yeni Dünya Düzeni’ne benziyor. Ayrı bir süreç ve evre olarak tanımlanmayı hak eden her zaman kesiti gibi bu süreç de oldukça özgün olgulara ve dinamiklere sahip. İçinde yaşadığımız dünyada, ne devletler arası tam teşekküllü bir bloklaşma oluşmuş durumda, ne -Çin’in oldukça özgün varlığı bir yana- SSCB gibi tüm dünyayı ortadan ikiye dik kesen bir devlet var, ne de dünya tek bir emperyalist blokun mutlak hegemonyası altında dönüyor. O yüzden, bu özgün süreçte ve konjonktürde, geçmiş deneyimlerden ilhamla yapılan köşeli hiçbir önermenin ve değerlendirmenin hükmü yok. Kaos, karmaşa ve belirsizlik her yere ve her şeye hakim. Açıkçası bir kaygılar dünyasında yaşıyoruz. Sadece ezilenleri değil egemenleri de kaygılandıran bir dünya bu. Çünkü bu dünyada her şeyin değişmesi bir rüzgara, geçerli bir siyasal taktiğin başarıyla uygulanmasına veya doğru stratejik atılımlara bakıyor. Bir yanda patlak veren kendiliğinden isyanları, diğer yanda iktidara yürüyen faşizm ve varyantlarını bu dünyayı temel alarak görmek gerekiyor.
İçinde bulunduğumuz Batı Asya (Ortadoğu) havzası ise kimsenin inkar edemeyeceği üzere, bu sürmekte olan yeniden-paylaşım ve egemenlik mücadelesinin dünyada en yoğun biçimleriyle yaşandığı coğrafya. Dünyada yaşanan kaos, karmaşa ve belirsizlik en çok buraya hakim. 2011’den bu yana, hem Batı emperyalizmi ve onların koçbaşı olan siyonist İsrail’in, hem farklı pozisyonlarıyla bölge devletlerinin (örn. TC, İran ve Suudi Arabistan), hem de Rusya’nın, aralarında kurdukları çok farklı konfigürasyonlarla ve ilişkilerle sürdürmekte oldukları mücadelenin yarattığı bir karmaşa ve belirsizlik bu. Direniş örgütlerinin, ulusal hareketlerin, devletsi oluşumların ve paramiliter vekil güçlerin de bir şekilde öznesi oldukları bir mücadele bu. Öncesi bir yana, bugün itibariyle, Batı emperyalizmi, siyonist İsrail ve TC gibi devletler tarafından dünyanın tüm ezilenlerine bir gözdağı mahiyetinde gerçekleştirilen katliamlar ve soykırımlarla devam ediyor bu mücadele. 7 Ekim 2023’de Filistin Direnişi’nin devrimci bir atılımla gerçekleştirdiği Aksa Tufanı Operasyonu’ndan bu yana, bölgede egemenler ve vekilleri tarafından akıtılan kan durulmuyor. Bir yanda direniş ve varlık mücadelesi, öbür yanda egemenlerin kanlı kapışması şu ya da bu düzeyde sürmeye devam ediyor.
8 Aralık 2024’den (Suriye’de BAAS rejiminin yıkılması) sonra, Batı emperyalizmi ve siyonist İsrail blokunun (ve buraya yanlayabildiği oranda kısmen TC’nin) bu mücadelede inisiyatifi ele geçirdiğini, egemenler arasında ciddi bir eşitsizliğin ve dengesizliğin oluştuğunu ise maalesef belirtmek gerekiyor. Bunu en çarpıcı haliyle, İran ve siyonist İsrail arasında gerçekleşen “12 Gün Savaşı”nda görmüş olduk. 2011 bölgesel rejim krizinin yarattığı ortamı fırsat bilerek, Tahran’da hüküm süren molla rejiminin savunma hattını, Bağdat’dan Beyrut’a dek yayılarak genişletmeye çalışan İran, Batı emperyalizmi ve siyonist İsrail’in 7 Ekim 2023’den bu yana gerçekleştirdikleri saldırılar sonucunda, bugün Tahran’a sıkışmış ve büyük yara almış durumda. Ayrıca, 2015 sonrası Suriye üzerinden Batı Asya’ya konumlanan Rusya’nın ise önce Ukrayna savaşı yüzünden, sonra ise BAAS rejiminin yıkılmasıyla birlikte, bölge üzerindeki etki gücü ciddi anlamda geriledi. Bu eşitsizliğin ve dengesizliğin, egemenler arasında şu ya da bu düzeyde sürmekte olan mücadelenin içerisinde değişim göstermesi de en azından şu ortamda oldukça zor duruyor. Bu durum, hakim olan kaosu, belirsizliği ve karmaşayı daha da perçinlemekte.
Egemenler arasında oluşan bu eşitsizliğin ve dengesizliğin; Batı emperyalizmi ve siyonist İsrail’in bölge üzerindeki inisiyatifinin ve hakimiyetinin bu düzeyde pekişmesinin, ezilenlerin aleyhine olduğu tartışma götürmez bir gerçek. Öyle ki, bu ele geçirdikleri inisiyatif üstünlüğünü kullanarak ve çok öncesinden bu yana sahip oldukları bir planı duruma göre güncelleyerek, bölgeyi yeniden dizayn etmeye girişmiş durumdalar. Bu inisiyatifle gerçekleştirilmeye çalışılan bölgesel dizaynın, ezilenlerin aleyhine bir şekilde nasıl geliştiğini, Filistin’de yaşanan soykırıma – yapılan tehcir planlarına ve Lübnan’da yaşananlara bakarak çok sarih bir şekilde görebiliyoruz. Bölgenin diğer yerellerinde, Yemen’de ve Suriye’de de durum çok farklı değil açıkçası. Ensarullah’a yapılan saldırılar, Alevi ve Dürzî topluluklarının uğradığı katliamlar, bu bölgesel dizayn girişimlerinin dolaysız bir ürünü. Kuzey-Doğu Suriye’de bugün diken üstü bir durum söz konusuysa, bu da bu bölgesel dizayn girişimlerinin bir sonucu. Bu planın ve girişimin içerisinde edinilecek lokal ve dar kazanımlar elbette olabilir. Ancak bu dizayn tamamlandığında, bölgede ve de yerellerde bir selametin sağlanabilmesi oldukça zor. Bu dizaynın ve yürütücülerinin yapısı ve karakteri gereği, ezilenlerin lehine olan bir sonuç çıkmayacak!
Çok açık olarak söylemeliyiz ki, ezilenlerin, bu alt-üst oluş döneminde, çok daha beter sömürü koşullarına ve tutsaklıklara mahkum olmaması ve özgürlüğe doğru en azından bir adım daha yaklaşabilmesi, aleyhlerine işleyen bu emperyalist planların ve girişimlerin boşa çıkarılabilmesi/sekteye uğratılabilmesiyle mümkündür. Artık egemenler arasındaki güç dengesinden kazanımlar sağlamaya yönelik stratejiler, hükmünü yitirmiştir. O yüzden, bu planların ve girişimlerin, mevcut güç dengeleri içerisinde ezilenler tarafından boşa çıkarılabilmesinin/sekteye uğratılmasının tek yolu, gerilen zincirin zayıf halkalarının, devrimci bir şekilde koparılmasıdır. Bugün egemenler arası mücadelede değişmesi zor olan eşitsizliğin ve dengesizliğin, ezilenler tarafından bozulması ancak bu ölçüde sarsıcı bir durumla sağlanabilir. Bundan kaynaklı, ezilenler, bu tepişmede, daha da çok ezilmek istemiyorlarsa, her şeyden önce tüm bu gerçekliği filtresiz bir şekilde kavrayabilmeli, tarihin doğru tarafında durabilmeli, kaderlerini ellerine alarak kendilerine ait bir yol açabilmeli ve egemenler arası güç mücadelesinde ikincil bir özne olmaktan kurtulabilmelidirler.
Savaş, alt-üst oluşlar, egemenlik mücadelesi ve kriz nerede yoğunlaşıyorsa zincir de en çok orada gerilmektedir. Yukarıda da söylediğimiz üzere, bu yoğunlaşmanın, içinde bulunduğumuz coğrafya olan Batı Asya’da meydana geldiği tartışma götürmez bir gerçek. Bugün emperyalist zincirin en gergin olduğu kısım Batı Asya’dır. Eğer gerilmiş olan bu zincir kopacaksa burada kopacak. Bundan kaynaklı, Batı Asya’nın ezilenleri meseleye kendi pencerelerinden bakabilmeli, nerede bir olanak varsa bunu değerlendirebilmeli, oluşan/oluşabilecek boşlukları doldurabilmeli ve bir güç olma mücadelesine atılabilmelidirler. Ezilenler, ancak güçlü partilerin önderliği altında, tepeden tırnağa silah kuşanarak, birbirleriyle kader ortaklığı kurarak, cepheleşerek ve amansız bir mücadeleye girmeyi göze alarak bir güç olabilirler. Bugün, ayakları Batı Asya’ya basan, devrimci olma ve ezilenlere önderlik etme iddiasında olan bir komünist örgütün görevi, böyle bir gücün örgütlenmesidir. Cüret etmek gerekmektedir!
Adına Türkiye denilen, küresel emperyalist zincirin bir halkası olan ve onun en gergin kısmı Batı Asya’da bulunan bu ülke de, hiç kuşkusuz olarak, tüm bu sürecin, dolaylı-dolaysız olarak tesiri altında. Kendi tarihsel-yapısal sınırlarına saplanıp kalmış olan; bir rejim krizi ve derin bir ekonomik krizin altında kıvranan TC devleti ve Türkiye sermaye sınıfı, bu buhran ve savaş ortamında, uzun senelerdir aşamadığı bir geçiş evresinin içerisinde adeta debeleniyor. Daha önce de çok defa söylendiği üzere devletin ve sermaye sınıfının önünde iki seçenek var: Ya bu tarihsel-yapısal sınırları bir şekilde aşacak ya da büzüşecek veya küçülecekler. Ancak, hem bu tarihsel-yapısal sınırlar çok katı ve geçirimsiz, hem de mevcut bölgesel ve küresel koşullar, devlet ve sermaye için oldukça riskli, sınırlayıcı ve daraltıcı. Ortada bugün itibariyle düzen-içi teamüller dahilinde çözümü çok zor ve hatta yer yer imkansız olan bir sorunlar yumağı var. Hastalık kronik, sebep olduğu semptomlar ve sancılar ise büyük ve artık dayanılmaz şiddette. İlaç tedavileri ve terapiler yanıt vermiyor; zorlu da olsa operasyonel bir müdahale gerekli!
Yine daha önce çok defa söylendiği üzere, en başat amacı bu tarihsel-yapısal sınırları aşmak ve 2007’den bu yana tesis ettiği rejimi kurumsallaştırmak olan faşist iktidar, genel olarak 2023 seçimlerinden, özel olarak ise 1 Ekim 2024’ten sonra, halka yönelik faşist bir saldırıya kalkışmış durumda. İçeride sömürünün en azami düzeyde sürdürülebilmesi, halkın geniş kesimlerinin daha da mülksüzleştirilerek sermayeye daha fazla kaynak aktarılması, siyasetin ve toplumsal yaşamın tekleştirilmesi ve buradan alınan güçle dışarıya doğru daha fazla yayılmak; faşist saldırının programı bu dört başlık üzerinden tanımlanabilir. Ancak bugün geldiğimiz aşama itibariyle, bırakalım bu sınırların bu şekilde aşılmasını, kendi içlerinde dahi tam anlamıyla uzlaşamıyor ve toplumsal ölçekte rıza üretemiyorlar. Baştan aşağı pislik içindeler ve çürümüş durumdalar. Yukarısı tepişiyor, aşağısı ise kaynıyor. İktidarın, hem dışarıda, hem içeride ayağına dolanan dolanana: Ekonomik kriz, parlamenter temsil krizi, bir iç savaş dinamiği olarak tanımladığımız toplumsal kriz, KÖH’ün bölgesel varlığı, bölgesel-küresel riskler ve sınırlar… Bunların her biri zorluğu pekiştiren olgular…
Faşist iktidar, bu zorluğu aşabilmek için sürekli manevralar yapıyor, saldırının ölçeğini genişletiyor ve hızını yükseltiyor. Sürdürülen aşırı sömürü siyasetinin sonucu olarak yoksulluk her geçen gün daha da derinleşiyor. Milyonlarca insan, sürekli borçlanarak ve adeta sürünerek yaşayabiliyor. Ancak devlet ve sermaye için bu da yetmiyor; doğayı ve kentleri talan ederek, halkın elinde kalan son kırıntıları da gasp ederek, sürünerek de olsa yaşanabilecek bir ülkeyi bile çok görüyorlar. Halkın ne giydiğini, yediğini, içtiğini, düşündüğünü, en basit ritüellerini vb. bile tayin etme; tüm toplumsal yaşamı bir kalıba dökme niyetindeler. En ufak bir itirazda dahi, ellerinde jop, ağızlarında düdük, katliam tehditleri savurarak, olmadı kendi yargılarında fiilen uygulamaya aldıkları düşman hukukuyla hizaya çekmeye uğraşıyorlar. ZP ve İBDA-C gibi kontrgerilla güçleri halkın üzerine salmaktan, 19 Mart’ta olduğu gibi sabotaj operasyonları düzenlemekten; bu faşist rejime itiraz eden halkı, kanlı bir boğazlaşmayla tehdit etmekten geri durmuyorlar. Bir yandan hileli bir “müzakare süreci”yle Kürt halkını oyalarken, diğer yandan tesis ettikleri faşist rejim kalıcılaşabilsin diye de doğrudan “seçme-seçilme hakkı”na bile saldırıyorlar.
En geniş kitleler, bu düzenin nasıl bir şey olduğunu, her ne kadar henüz bilince çıkaramıyor olsalar da her gün deneyimlemekteler. Belki nasıl kurtulacaklarını henüz bilmiyorlar ancak neyden kurtulmaları gerektiğini her gün tekrar ve tekrar görüyorlar! Hiçbir şey bilmiyorlarsa bile bir şeyi biliyorlar: “Bu ülkedeki tüm kötülüğün müsebbibi, mevcut iktidar ve Erdoğan’dır!” Bugün halkın önemli bir kesimi bu iktidardan razı değil ve bir itiraz halinde. Pasif bir itiraz, ancak son derece öfkeli. İktidarın bir toplumsal meşruiyeti yok! Açlık ve yoksulluğa mahkum edilen milyonlarca işçi, emekli ve küçük üretici; iktidarın hizaya çekebilmek için saldırdığı kadınlar ve LGBTİ+’lar; rezil bir geleceğe mahkum edilmek istenen gençlik; hileli bir müzakere süreciyle oyalanan Kürt halkı; varlıkları tehdit altında olan tüm ezilenler… Gerek sürmekte olan gündelik yerel direnişlere, gerek CHP mitinglerine, gerekse de sokağın nabzına baktığımızda, faşist iktidara karşı pasif ama öfkeli bir itirazın, her geçen gün artarak yükseldiğini görebiliyoruz…
İşte tüm bunlardan kaynaklı, Türkiye, yukarıda bahsettiğimiz bu gerilmiş zincirin, -en gergin kısmında olmasının da etkisiyle- en hassas zayıf halkalarından birisidir. Özellikle 2015’den sonra yaşanan her şeyin bu gerçeklikten doğru okunması sağlıklı olacaktır. Bugün Türkiye’de devrimin nesnel koşullarının bu düzeyde olgunlaşmasını sağlayan maddi temelin, literatürdeki tanımı da budur.
Bu zayıf halkada asılı durmaya çalışan faşist iktidarın kısa vadede ilk hedefi, yukarıda tanımladığımız orta-uzun vadeli amaçları gerçekleştirebilmek uğruna, hükümet olmaya devam edebilmek. Öyle “bir dönem daha” falan da değil; etrafındaki yandaşları, bölgesel ve küresel hadiseler üzerinden gerekçelendirerek, “iktidarın en azından 2032’ye kadar yönetmesi gerektiğini” söylüyor ve onlar da zaten bunu planlıyorlar. Formaliteden seçimli veya seçimsiz olması da onlar için hiç fark etmiyor. Sonuçta iktidar için “demokrasi zamanı geldiğinde inilecek bir tren”di ve iktidar bu trenden ineli en azından 10 sene oldu! Düzen-içi teamüller hiç umurlarında değil; en mümkün ve en kolay olan neyse oradan doğru yürüyecekler. Evet, bu noktada, faşist iktidarın önünde sorunlar ve zorluklar var. Ancak aynı zamanda devlet mekanizmasına da asgari ölçüde hakim. Bunu kesinlikle ıskalamamalıyız. Öte yandan, bugün elinde devlet mekanizmasına hakimiyetinden doğru sahip olduğu baskı-terör ve hileden başka silah yok. Bunu da ıskalamamalıyız. Bu yüzden bu silahlara sımsıkı sarılmış durumda zaten. Hem içeride, hem de dışarıda yaptıkları manevralar da ya bu silahları kullanabilmek ya da daha iyi kullanabilmek üzerine kurulu.
1 Ekim 2024’de ilan edilen müzakere sürecini de, başta Suriye olmak üzere bölgede yapılan manevraları da, CHP’ye yönelik 19 Mart’ta başlayan ve bugün sürmekte olan saldırıyı da, bunlarla birlikte yapılan irili-ufaklı bütün hamleleri de tüm bunlardan doğru okumak gerekiyor. “Kürtleri yenemiyorsan hileyle oyala, karşı cepheyi dağıt-itirazı sustur, CHP’yi asla hükümet olamayacak yerli-milli bir muhalefet olarak dizayn et, sermayenin ve emperyalistlerin desteğini al!” İktidarın hükümet olmaya devam edebilmek için yaptığı plan bu. Faşist saldırının sürdürülebilmesi, artık tam anlamıyla toplumsal rıza üretemeyen iktidarın, baskı-terör ve hileyle “iç cepheyi” bu şekilde sağlamlaştırmasına koşullu. Zaten bu plan başarılı olursa, uzun zamandır ısıttıkları “yeni anayasa” sürecini de, tesis ettikleri rejimi kurumsallaştırmak için başlatırlar. Bir sendelese kurtlar sofrasında meze olacak olan iktidarın kendi bekasını sağlamasının tek yolu bu. Bu gelecek projeksiyonunda yansıyan Türkiye ise saray etrafında kenetlenmiş kan emici asalak bir oligarşinin hükümranlığı altında, seçimlerin bile bir formalite haline getirildiği, tekçi (totaliter), yeni-Osmanlıcı/post-İslamcı bir Türkiye’dir; bunun adı da topyekûn faşizmdir!
Ancak 19 Mart’ta da gördüğümüz üzere evdeki hesap her zaman çarşıya uymuyor. Eğer uysaydı, belki de CHP’ye çoktan kayyum atanmıştı ve belki de şu an müzakere sürecinin ne zaman ve nasıl biteceğini konuşuyor olurduk. Bu planın aksayıp yavaşlamasının en önemli sebebi, bu faşist taarruza yönelik alttan alta yükselen halk itirazına, Türkiye devrimci gençliğinin 19 Mart günü yaptığı müdahale oldu. Bu müdahale sayesinde başlayan direniş, çok açık olarak, faşist saldırıyı durdurmasa da yavaşlattı. Bunun dışında, faşist iktidarın yaptığı saldırıların ve 19 Mart’ta aşağıdan yükselen hareketin itilimiyle CHP’nin de başka bir faza geçtiğini görüyoruz. 2023 seçimlerindeki hezimetten sonra, kademe kademe bir dönüşüm yaşayarak sosyal-liberal bir karakter kazanan CHP, bugün hem kitleleri sokağa doğru çeken, hem de nesnel olarak sol bir atmosfer oluşturan bir konum kazanmış durumda. KÖH’ün mevcut bölgesel konumunun ve yürütülen müzakere sürecinin de -her ne kadar bu müzakere kısa vadede iktidar için işlevsel ve içeriği itibariyle sorunlu olsa da[2]– faşist iktidarın orta-uzun vadede dengesini bozan bir gerçekliği ürettiğini es geçmemeliyiz elbette.
Ayrıca, yukarıda da işaret ettiğimiz üzere, faşist iktidarın kendi içerisinde yaşadığı uzlaşmazlık artık başka bir düzeye ulaşmış durumda. Bugünden geriye doğru baktığımızda -en azından “Sinan Ateş infazı” ve 2023 seçiminden bu yana- iktidar blokunun içerisinde yavaş yavaş pişen bir gerilimin ve rekabetin olduğunu çok sarih biçimde görebiliyoruz. Polis ve mülkiyede MHP kadrolarını hedef alarak yapılan son atamalardan sonra bu durum daha da pekişmiş durumda. Bu iki faşist partinin meramı aynı meram ama aralarında bir yöntem-yordam farklılığının ve her şeyden önemlisi bir çıkar çatışmasının olduğu çok bariz. Bir noktada halen yan yana dursalar da artık uzlaşmakta zorlanıyorlar. Hatta bugün MHP içinde, AKP sonrasına yönelik hazırlanan ve CHP’ye oynayan bir eğilimin olduğunu da görebiliyoruz. Açıkça söylemek gerekirse, bu uzlaşamama hali, gerilim ve rekabet, AKP ile Gülenciler arasındaki kavgayı anımsatıyor… Bu durum, CHP ve KÖH’ün farklı kanallardan doğru yürüttüğü muhalefet ve 19 Mart’ta olduğu gibi sokağa taşan bir halk itirazı ile buluşursa, Türkiye’de sürmekte olan siyasal mücadelenin başka mecralara doğru akabileceğini görmeliyiz…
Tüm bunlar bize faşizmin çözülmesinin bir olasılık olarak belirdiğini gösteriyor. Ancak bu şekilde bir çözülme bile, bugünkü dünya, bölge ve Türkiye koşullarından doğru düşündüğümüzde, sokakta zora dayalı baskın bir gücün uygulanabilmesine koşullu. Ki bu iktidarın, çözülmeye razı gelip gelmeyeceğini ise şu yaşadığımız süreçte kestirebilmek açıkçası çok zor. AKP’de temsil olan faşist kesimin çözülmeye karşı belli bir ölçüde direnecek olması veya MHP ile aralarında şu ya da bu şekilde gerçekleştirilecek bir mutabakatla saldırının daha da hızlandırılması, eğer önlerine dirençli bir bariyer konulmazsa, toplumun büyük kesimini içerisine çeken ve kalıtsallaşmış iç savaş dinamiğini harekete geçiren kanlı bir boğazlaşmaya mahal verebilir. Örneğin; müzakere sürecinde yaşanan bir tıkanma veya AKP’nin bekasını tehdit eden bir gelişme, geçmişte olduğu gibi bir provokasyonla aşılmaya çalışılabilir. Leman dergisine yönelik yapılan saldırıda olduğu gibi başka provokasyonlar da yaşanabilir. 2015-2017 arasında yüzlerce savunmasız insanı katletmiş ve halkın itirazıyla her karşı karşıya geldiğinde kanlı bir boğazlaşmayla tehdit eden iktidar için bunlar hiç de yabancı şeyler değil!
Tablo aslında çok sarih: Olağan yöntemlerle aşılamayan ve operasyonel bir müdahaleye ihtiyaç duyan bu kriz ortamında, halkın mutlak çoğunluğunun itirazına rağmen, kendi bekası için baskı-zor ve hileyle yönetmeye devam etmek isteyen ve her zerresine kadar suça bulaşmış-çürümüş bir faşist iktidar var karşımızda. Sürmekte olan krizin yarattığı çelişkilere-dinamiklere ve kendi içindeki uzlaşmazlıklara rağmen, kurumsallaşmaya-kalıcılaşmaya çalışıyor, manevralar yapıyor ve bir saldırı halinde… Şimdi sorulması/üzerine düşünülmesi gerekenler şunlar: İktidar bu hedefler doğrultusunda önündeki engelleri bir şekilde aşmaya çalışırsa ne olacak? 2015-2017 arasında bu iktidarın kendi bekası uğruna neler yapabileceğini herkes gördü. Peki ya aşabilirse? İktidarın imamlara okuttuğu hutbelerdeki düzenin nasıl bir düzen olduğu açık değil mi? Ya aşamazsa? Bu aşamama durumuna karşı vitesi daha da yükselten bir direnç mi geliştirecek, yoksa yumuşayarak beyaz bayrak mı çekecek? Bu soruların sorulabildiği bir ortamda sol-sosyalist oluşumlar ve devrimciler ne yapacak? Tüm bu birbiri ardına dizilen sorular ve belki daha fazlası, bugün bize Türkiye’nin bir yol ayrımında olduğunu gösteriyor…
Bu yol ayrımına, son 10 senede, bazen çok zorlu, bazen de çok kanlı eşiklerden geçilerek gelindi. 4 Haziran-1 Kasım 2015 kontrgerilla saldırıları, 2015-2016 kent savaşları, 20 Temmuz 2016 faşist darbesi, 2015-2017 anti-faşist direnişi, 2017 hileli referandumu, sınır ötesi işgal operasyonları, 2023 hileli seçimleri… Bugüne değin çokça üzerine konuşulmasına rağmen bu işin buraya kadar gelmesi de maalesef durdurulamadı. Ve artık yol bitmiş gibi görünüyor. Bölgesel-küresel konjonktürün ve tarihsel-yapısal sınırların işaret ettiği gerçek bu. Belki biraz daha patinaj yapılabilir, zamana oynanabilir ancak faşist iktidarın, son 10 senedir tüm Türkiye’ye dayattığı bu kanlı yol, artık bir yöne sapmak zorunda. Bugün oluşan saflaşmaya ve bu saflaşma içerisindeki öznelerin yönelimlerine baktığımızda ise TC devletinin, sermaye sınıfının ve halkın önünde, yer yer birbiriyle de kesişebilecek dört ayrı sapağın belirdiğini görebiliyoruz: Ya topyekûn faşist kurumsallaşma ya da zor da olsa faşizmin çözülmesi; ya kanlı bir boğazlaşma ya da devrimciler olarak henüz her ne kadar hazır olmasak da faşizmi yıkacak devrimci bir iç savaş!
Gerek küresel ölçekte, gerekse de bölgesel ölçekte baktığımızda göreceğimiz şey çok açık: İçinde bulunduğumuz bu zaman aralığında, yaşam, biz Türkiyeli devrimcilerin omzuna çok ağır bir yük yüklemiş durumda. Öyle ki, TC’nin emperyalist-kapitalist düzende (zincirde) ve bölgesel denklemde durduğu konumdan kaynaklı (zayıf halka olma hali), bölgede sahici bir değişimi tetikleyebilecek, emperyalist dizaynı sarsıcı bir şekilde bozabilecek ve ezilenlerin güç olmaya odaklı bağımsız yolunun oluşmasını sağlayabilecek en güçlü etki, içinde bulunduğumuz ülkede yaşanacak devrimci bir süreçle oluşabilir. Bugün esas itibariyle bir devrim havzası olan bölgemizde, emperyalist dizaynı bozarak bir ateşleyici görevi üslenebilecek bir ülkedir burası. Özellikle İran’daki hassas durumu ve Mısır’da Sisi sonrası değişen koşulları ele aldığımızda devrime en yakın olasılığın burası olduğunu görmek gerekiyor. O yüzden, adına Türkiye denilen bu ülke, kavranılıp koparılması gereken halkanın ta kendisidir!
Bugün, bu zayıf halkanın bu şekilde kavranılıp koparılabilmesinin ilk koşulu ise bu halkada asılı durmaya ve kurumsallaşmaya çalışan, manevralar yapan ve bir saldırı halinde olan faşizmin durdurulması ve yıkılması/tasfiye edilmesidir. Türkiye’de, zayıf halkayı koparacak nitelikte bir devrime doğru yol açmak, önce buradan hareketle mümkün hale gelebilir. Bunun için öncelikle faşizmin varlığını ve bugün bir yol ayrımında olduğumuzu idrak etmek gerekiyor. Ancak, hepsi olmasa da bugün itibariyle yapılan tartışmaların ekseriyeti, maalesef sol-sosyalist ve devrimci oluşumların önemli bir kısmının bu gerçeklikten kopuk olduğunu gösteriyor. Sanki ülkede her şey olağan akışında sürüyormuş, son 10 senede hiçbir şey olmamış veya Türkiye kriz yaşayan ortalama bir Avrupa ülkesiymiş gibi söyleniyor bazı sözler. Bazısı yol ayrımı gerçeğine gözlerini kapatarak uzun vadeye yayılacak planlar tartışıyor; bazısı da yol ayrımını şu ya da bu şekilde görmesine rağmen buna tezat biçimde önermelerde bulunuyor. CHP’nin bile ümüğüne basıldığı ve aktif bir direnişe hazırlık yaptığı[3] şu konjonktürde insanın sorası geliyor: Bizim gördüğümüz Türkiye başka bir Türkiye mi?
Hiç lafı dolandırmaya gerek yok: Bugün Türkiye’de ihtiyaç olan şey, bir saldırı halinde olan faşizme karşı, güce dayalı bir direnç noktası oluşturacak ve bu direnci devrimci bir iç savaş bakış açısıyla örgütleyecek devrimci komünist bir önderliktir. Bugün önümüzdeki yol ayrımının, faşizmi durduracak, yıkacak veya tasfiye edecek bir sapağa doğru yönelebilmesi, sadece devrimci bir konumlanmayla gerçekleşebilir. Böylesi bir konumlanma ise bugün pasif ama öfkeli bir itiraz halinde olan kitlelere, faşizme karşı mücadelenin gerekli ve mümkün olduğunu öncü eylemler ile gösterebilen, cesaret ve güven verebilen, bu doğrultuda ülkesel ölçekte görünür olmayı esas alan ve kitleri buradan hareketle siyasallaştırabilen bir hareket tarzıyla mümkündür. Neyi kastettiğimiz açık… Kitlelerin, faşizme karşı bir iktidar hedefiyle harekete geçirilebilmesi için önce böylesi bir siyasallaşma gerekmekte. Bu siyasallaşma geliştiği taktirde, kitlelerin devrimcileştirilmesi ve özneleştirilmesi, öz-örgütlülüklerinin yaratılması mümkün hale gelecektir. Güç dediğimiz de esas itibariyle budur. Eğer devrimci bir feraset sözkonuysa, faşizme karşı olan bütün kesimleri bu gücün etrafına eklemlenebilir, taktik veya stratejik düzeydeki ittifak ilişkileri buradan hareketle oluşturabilir pek tabii…
Herkesin kabul etmesi gerektiği üzere, maalesef ki bugün faşizmi tek başına böylesi bir yolu yürüyerek durdurabilecek ve faşizme karşı mücadeleyi kesintisiz bir şekilde devrime götürecek devrimci bir önderlik yok bu ülkede. Ve maalesef ki, -her ne kadar agresif bir itiraz halinde olsalar da- Türkiye ezilenlerinin böylesi bir mücadeleye doğrudan atılabilecek bir tarihsel birikimi ve örgütlülük kapasitesi de yok. Sınıflar mücadelesinde elbette ki sıçramalar mümkün. Ancak bugün bu gibi bir sıçramayı, bir veya yan yana gelebilmiş birkaç örgütün yaratmaktan uzak olduğunu görmeliyiz. Mücadelede belli aşamalardan geçerek, faşizme karşı olan tüm kesimleri bir şekilde birleştirmek, devrimci bir siyasal hegemonyayı bu birleşme içerisinde oluşturabilmek, itirazı isyana ve anti-faşist mücadeleye dönüştürmek için burada konumlanabilmek ve devrimci önderliği bu yatakta inşa etmek zorundayız. Söylediğimiz gibi bir güç olabilmenin rotası bugün budur. Bunu başarabilmek için de her şeyden önce bugün anti-faşist mücadeleyi mevcut güçler ilişkisinin içerisinde, gerçekçi hedeflere odaklanarak ve gerçekleşebilir bir biçimde ele almak gerekiyor. Faşizmi durdurabilecek bir direnç noktası oluşturabilmek ve iktidar olmayı zorlayabilmek böyle mümkün.
Bugünün koşullarında, faşizme karşı mücadele, birbiriyle yer yer kesişen, yer yer ayrı akan üç ayrı kanal üzerinden düşünülmelidir. Bu üç kanalın birincisini pek tabii olarak sol-sosyalist oluşumlar ve devrimciler, ikincisini öznel varlığı itibariyle KÖH, üçüncüsünü ise nesnel konumu itibariyle CHP olarak ele almalıyız. Evet, faşizme karşı mücadelede Kürt halkı müzakere sürecinden kaynaklı edilgen bir konumda şu an. Ancak iç sömürgecilik ve iki ülke gerçeği, bunun yanı sıra KÖH’ün ve Kürt halkının verili toplumsal-siyasal varlığı, buradan bakmayı gerekli kılıyor. Öte yandan, CHP’ye atfedilen konumun da sadece taktiksel olarak değerlendirilmesi gerekiyor. Çünkü, siyasal ve sınıfsal karakterinden veya yapılan saldırıların olası sonuçlarından doğru geriye dönüşler pek tabii olabilir. Mesele zaten CHP’nin kurumsal yapısı değil CHP’nin temsil ettiği ve faşist iktidara itiraz ettiği için onun etrafında toplanan kitlelerdir. Mesele bütün tarihsel ve siyasal birikimiyle Kürt halkıdır. Sol-sosyalist oluşumlar ve devrimciler, bu kitleye temas edebilmek ve faşizme karşı harekete geçirebilmek için kendi bağımsız çizgilerini koruyarak bu taktiksel konumlanmayı yapabilmek ve KÖH ile bakışımlı ilişkisini sürdürebilmek zorundadır.
Somutlayalım: CHP’nin, düzen-içi kanallardan doğru olsa da, sol bir atmosfer oluşturarak ve ittirerek, Kürt halkının ve KÖH’ün ise yürütülen müzakere süreciyle yumuşamaya oynayarak nesnel olarak faşist iktidarın iç ve dış dengesini bozdukları; sol-sosyalist oluşumların ve devrimcilerin de bu zeminde halk itirazını bir isyana ve anti-faşist mücadeleye çevirmek için baskıladığı bir bütünlükten bahsediyoruz. Yeri geldiğinde CHP’ye yönelik yapılan faşist saldırıların karşısında konum alarak, yeri geldiğinde Kürt halkının haklı taleplerini sokakta savunarak ama çoğunlukla ayrı ve bağımsız bir kanaldan günün çelişkilerini ve dinamiklerini kavrayıp sokakta fiili-meşru mücadeleyi büyüterek yapılacak bir baskı olmalıdır bu. Sol-sosyalist oluşumların ve devrimcilerin, diğer iki kanala karışmadan bağımsız bir konum alabilmesi için ise kesinlikle anti-faşist bir cephede ortaklaşması gerekmektedir. Bugün için kurumsal ve örgütsel bir bütünlük sağlama kaygısına düşmeyen, esnek ve fiili yan yana gelişlerle, bakışımlı konum alarak, faşizmi durdurma olarak tanımlanabilecek ortak hedefe doğru yürüyen ve yol üzerinde kurulacak bir ortaklaşma olarak ele alınmalıdır bu cephe.
Bu doğrultuda yürütülecek bir anti-faşist mücadele ise bugün itibariyle odağına, derin yoksullaşmayı, amansız mülksüzleştirmeyi ve özgürlük yoksunluğunu almak zorundadır. Bu üç başlıktan doğru sokakta örgütlenecek ve iktidarın çizdiği sınırları aşmayı hedef alan filli-meşru militan bir pratikle, her şeyden önce Saray etrafında tesis edilmiş olan faşist rejim hedefe konulabilmelidir. Kitlelerin, sıraladığımız gündemler dahilinde periyodik olarak genel boykota çağrılmaya; toplumsal yaşamı kesintiye uğratacak kitlesel yol kesmeler ve kısa süreli meydan-park-yerleşke işgalleri için harekete geçirilmeye; yaşam ve üretim alanlarında hak ve özgürlükler için direnişlerin örgütlenmeye; bu hareketin içinde kitlelerin devletle karşı karşıya getirilmeye çalışıldığı ve bu karşı karşıya gelişlerde devrimcilerin pratik-siyasal devrimci bir hegemonyayı inşa etmeye çalıştığı bir hareket tarzı yaratılmalıdır. Kitleler bugün itibariyle doğrudan harekete geçirilemiyorsa da her fırsatta örnek yaratacak öncü çıkışlar tertiplenerek yürütülebilmelidir bu hareket tarzı.
Halka ücret grevi, yasal miting ve seçim sandığının dışında bir yol olduğunu gösterebilmek ve itirazı isyana ve anti-faşist mücadeleye dönüştürebilmek böyle mümkündür. Kitlelerin, anti-faşist mücadelenin bir sonraki evresi olarak tanımlayabileceğimiz korsan eylem, sokak ve barikat çatışması vb. gibi mücadele biçimlerine hazır hale gelmesi, önce böylesi istikrarlı bir pratiğin içinde siyasallaşmayı gerektiriyor.
Ayrıca, miting veya fiili meşru sokak eylemi olsun, her türden kitlesel buluşmaya ve toplanmaya devrimcilerin bir şekilde dahil olarak oraya kendi sembollerini, anti-faşist ajitasyonu taşımaları, buralarda kitleyi kışkırtabilmek için ince bir çalışma yürütebilmeleri de önemlidir. Bu doğrultuda, tüm mecralarda, dönemin ruhuna, edebiyatına ve estetik algılarına uygun yazılı-görsel bir devrimci ajitasyon ve propaganda da hız kesmeden sürmelidir.
Bunlarla eşgüdümlü olarak, kitlelerin öz-örgütlülüklerini örgütlemesi ve öz-savunmalarını sağlamaları için de yukarıdan aşağıya doğru bir çalışma, devletin denetim mekanizmalarını aşacak biçimde yürütülmelidir. Öncünün süreç içerisinde yapacağı; işaret eden, gösteren, cesaret ve güven veren irili-ufaklı eylemler de odak dahilinde olmalıdır elbette. Eğer mücadele belli bir aşamaya gelirse, yaşam zaten buraya doğru akacaktır. Devrimciler, önden tedariğini hazırlamalıdır.
Bu şekilde örgütlenecek bir anti-faşist mücadele ve bu mücadelede yapılacak bir devrimci konumlanma, biz devrimci komünistlerin de yeni bir kuruluş sürecini tamamlayabilmesi için bir yatak olacaktır. Bugün bu doğrultuda ilk elden icra etmemiz gereken görevlerimizi şöyle sıralanabilir; (1) Kurumsal yapımızı ve saha-alan çalışmalarını tamı tamına teşkil etme. (2) Hareketin siyasetini toplumsallaştıracak araçları yaratabilme. (3) Dönemin ruhunu yansıtacak bir söylemi istikrarlı bir şekilde üretebilme. (4) Eylemli bir şekilde görünür olma. (5) Tüm bunlardan doğru kitlelere temas edebilme. (6) Temas ettiğimiz her alanda hareketi örgütleyebilme… Devrimci komünistler olarak, militan ve kadro örgütlenmemizi genişletebilmeli, satıhta yaygınlaşmalı ve hat boyunca derinleşebilmeliyiz. Ancak tüm bunları yaparken açık alan çalışmalarında yasalcı bir tarzı terk etmeli ve eşgüdümlü olarak çemberin dışına çıkabilmeli, kuşatmayı yarabilmeliyiz. Öyle ki, “hiçbir yerdeyken her yerde” olabilmek ancak böyle mümkündür. Vakti geldiğinde gerekli operasyonel müdahaleyi ancak böylesi bir niteliği edinebilirsek çıkarabiliriz!
O halde şimdi, bir yol ayrımında olduğumuzun ve omzumuzda ağır bir sorumluluğun yüklü olduğunun bilinci ve ciddiyetiyle, halkın itirazını bir isyana ve anti-faşist mücadeleye çevirmek ve bu mücadelenin içerisinde devrimci komünist bir önderliği yaratmak için ileri atılalım.
Bu kavga; kapitalizme, emperyalizme ve faşizme karşı. Bu kavga; eşitlik, özgürlük, adalet, onur ve haysiyet kavgasıdır!
Yürüyelim. Gelecek ellerimizde, yarınlar bizimdir!
[1]Bu bağlamda, bundan yaklaşık 6 ay önce Komün Gücü’nde yayımlanan bu yazıya bakılabilir. https://komungucu.com/6233/
[2]Bu konuda Komün Gücü’nde daha öncesinde bir yazı yayımlandı. Orada daha bütünlüklü bir şekilde ifade edilmiş. İsteyen oraya da bakabilir. https://komungucu.com/6396/
[3] https://t24.com.tr/haber/chp-den-mutlak-butlan-nobeti-genel-merkez-e-3-binden-fazla-n-95-tipi-gaz-maskesi-alindi,1260972
Kaynak: Komün Gücü
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.