Günümüze uygun sosyalist iktidar stratejisinin reçetesi yok ama çıkış noktasına dair yol işaretleri ve izleri vardır. Bizim ilk adımımız kendi eğilimimizi bir strateji olarak tarif etmek için tartışırken, açlık ensesinde öfkesi dilinde emekçiyi direniş fraksiyonunun bileşeni haline getirecek örgütçü maharetini, sebatını ve adanmışlığını ortaya koyabilmektir
“Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji” dosyasındaki diğer yazılara ulaşmak için tıklayınız.
Doksanlardan itibaren dünya değişti, hem de en az iki kez. Bunun detayına girmeyeceğim. Önce niyeyse kapitalist devletin standart sürümü olduğunu zannetme eğiliminde olduğumuz ama hepi topu o esnada aşağı yukarı otuz yıldır gündemde olan kalkınmacı refah devletleri, piyasacılığın her tür kamusallığı öğütmesiyle yok oldu. 2008 finansal çöküşü sonrası ise küreselleşme ile ilintili bütün iyimser beklentiler ortadan kalkarken kimilerinin postneoliberalizm dediği, küreselleşme dönemi boyunca müstehcen boyutlara varan servet eşitsizliğinin siyasal sonuç üretmeye başladığı, dolayısıyla nüfusun önemli bir kesiminin yurttaşlıktan kovulduğu, emperyalist merkezin saldırganlığının ise herhangi bir ideolojik şal olmadan açıkça sergilendiği bu son döneme girdik. Özellikle bu ikinci dönemde İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan yetmişli yılların ortasına kadar geçen sürede oluşan kalkınmacı ulus devlet yurttaşlığının ahlak ekonomisinin yurttaşlıktan kovulma süreciyle hedefe konulmasıyla tetiklenen öfkeli tepki, Polanyi’nin Büyük Dönüşüm’de tarif ettiği piyasacılığın ilk çağındaki saldırısına karşı sarkaç hareketinde olduğu gibi yerel direniş ve isyanları tetikledi. Fakat bu defa on dokuzuncu asrın sonundan farklı olarak sosyalist ideolojinin anlamlı bir siyasal güç artık var olmaması nedeniyle bu hareketler büyük ölçüde biriktirmiyor ve kimi örneklerde aşırı sağ ideolojilerin değirmenine su taşıyor.
Türkiye’de aynı dönemin tarihi de benzer özellikler gösterir. Neoliberal küreselleşme pek çok emperyalist baskı altındaki ülkeyi hormonlu bir şekilde sanayileştirdi. Türkiye gibi nüfus, siyasi egemenlik, uygun jeopolitik ve doğru diplomatik bağlar gibi avantajları olan ülkeler kısa sürede ekonomik, sosyal ve sonuçta da siyasi alanda önemli dönüşümler yaşadılar. Yeni bin yılın meta fiyatlarının avantajlı olduğu ilk on yılında önemli bir sermaye birikimi oluşurken alt sınıflar da kimi kırıntılardan faydalandı. Fakat bu bir yanılsamaydı. Sağlıksız ölümcül çalışma koşulları riskini almayı gerektiren bu kırıntılar orta vadede yurttaşların geçimini, tüketim tarzını bütünüyle sermayeye bağımlı hale getirmekteydi. 2008 finansal krizi sonrasında ama özellikle pandemiyle Türkiyeli emekçiler benzer sürecin sonunda haklarının ortadan kalktığı, geçimlerinin büyük oranda sermayeye, holdingci güçlere bağımlı olduğu, hiçbir temel yurttaş haklarının güvencesi olmadığı vahşi yoksullaştırma saldırısıyla baş başa kaldılar. Halkın burada da aynı öfkeli tepkisi mevcuttur ve bu bir direniş eğilimi yaratmaktadır. Bunun Metal Fırtına ya da 19 Mart süreci gibi daha cüsseli örnekleri de vardır ama Anadolu’nun her yerinde daha doğrusu Anadolu’yu saran küresel fabrikanın her yerinde direnişi görüyoruz. Bugün pek çok insanımızın açlık ensesinde öfkesi dilindedir, bu maddi durum siyasi müdahale olmadan politik sonuç üretmez. Siyasi müdahale de tek kale maç değildir. Avrupa’da örneklerini gördüğümüz türden yeni nesil sağcılık türlerinin yerli sürümleri burada mevcut ve faaldir.
Sanırım bu tespitler çok tartışmalı değildir, farklı kavramlar kullanarak da olsa bu süreci ana hatlarıyla böyle özetleyen yazılar okumuşsunuzdur. Fakat burada yazı dizisinin konusu açısından önemli olan stratejiye dair bir çatallaşma vardır. Klasik bir sosyalist basitçe bizim zaten ideolojimiz, örgütümüz ve programımız var bunları halkın bu direnme eğilimiyle buluşturacak etkin taktikler, iradeli kadrolar ve yetkin liderlik ortaya koyarsak bu çağa uygun iktidar siyaseti muhakkak ortaya çıkar diye düşünebilir. Durumundan memnun olan, ideolojik ve örgütsel yenilgi tespiti yapmayanlar için bu yaklaşım geçerli olabilir ama yukarıda anlattığımız iki dönem aynı zamanda hem dünyada hem Türkiye’de sosyalist hareket açısından bir çürüme ve yenilgi dönemidir. Kuşkusuz bu ülkenin devrimci tarihi değerli ve bugüne de taşınması gereken bir mirastır ama otuz beş yıldır bu mirasın gereğini yapamayanların bu mirası bugün otomatik olarak temsil ettiği varsayılamaz ve bu tespiti kimseyi dışarıda bırakmadan yapmaktayım. Dolayısıyla mirasyedilikten vazgeçmiş bir tövbekârın mütevazılığıyla bu direniş eğilimiyle buluşmaya çalışmalıyız. Ona doğru politik strateji doğrultusunda ulusal ve bütünleşik bir karakter kazandırmaya çalışırken, bunun kamusal alanlardan aynı siyasi hedefe akan bir kitle mobilizasyonu yoluyla gerçekleşmesini sağlayacak inşa faaliyetine hamle ederken son otuz beş yılın bakiyesi yokmuş gibi onun öncesine tarihsel bir sıçramayla bağlanabilirmişiz gibi yapmamak gerekir. Bu geçmişte inşa edilmiş ama çürümeden dolayı döneme uygun kullanımı olmayan kurumsallıklardan da kopma cüretine sahip olmak, döneme uygun yeni araçlar oluşturmak anlamına da gelir. Birey katılımına açık, sekter olmayan demokratik mekanizmalar oluşturabilmek anlamına gelir. Kendimizden memnun olmadığımız için tam da bu yüzden kendinden memnun olmayanlarla birlikte bir strateji tartışması yapıp bunun sonuçları doğrultusunda bir inşa faaliyetine girişmeyi önemsiyoruz. Diğerlerine söyleyecek bir şey yoktur. Bu tartışmanın hedefi başlıkta yazmaktadır: emekçilerin direniş eğilimini bir direniş fraksiyonuna evriltmeliyiz. Bu buna yönelik pozisyon alan her bireyin kendi başına da vermesi gereken bir karardır. Varsa içinde olduğunuz topluluğun yöneliminin böyle olması yeterli değildir. Çünkü Türkiye’nin direniş fraksiyonu alışıldık bir sol birliğin sonucu oluşmayacaktır. Bu tabi başlı başına bir tartışma konusudur, dolayısıyla hem yazıyı uzatmamak hem de eksenini kaydırmamak için bu konuda Özgür Öztürk’ün “Sosyalist solda eğilimler ve bir araya geliş ihtiyaçları” yazısıyla Burak Çetiner’in “Sosyalist solda üç eğilim ve birlik tartışması” yazılarını önerebilirim. Kısaca söylemek gerekirse 19 Mart’ta ortaya çıkan kitle seferberliğinde kuyrukçu, kamusal tartışmada ve ideolojik alanda etkisi geçmişe göre zayıf, volan kayışları gevşemiş ve paslanmış ama kültürel ve ideolojik alanda etkin, volan kayışlarının sağlam dolayısıyla kitle bağının da kuvvetli olduğu dönemden farklı olarak pek çok milletvekiline sahip olunan bu ucube döneme dair bir çizgi ayrımı ve netleşmesi yaşanmaktadır. Tartışmaya buradan başlayacağız.
Türkiye’nin direniş fraksiyonu (şimdilik Ali Ergin Demirhan’ın bu isimlendirmesi yeterlidir) 2008 sonrası dünyasının halk ayaklanmaları kümesinin parçası olabilecek önce bir ideolojik tartışma akabinde ise propaganda ve örgütlenme düzeyi yaratabilecek yetenekte olmazsa hiçbir şey olamaz. Cumhur İttifakı iktidarından kurtulmalıyız, bu basitçe 2002’de oluşan yürütme mekanizmasının ana aktörü iktidardan uzaklaşsın sonrasına bakarız anlamına gelmez. Tohumları 12 Eylül’den itibaren atılan, ilk filizlenmesi doksanlarda oluşan, çeyrek asırdır ülkeye çökerek yağmalayan son beş yıldır rıza üretemeyen iktidar bloğu bütünüyle parçalanmalıdır. Bunun “partimizin arkasına dizilin ya da biz şu kadar parti birleştik düşün peşimize” diyerek olmayacağını ifade ettik. Düzen içi bir kanat bir süre İmamoğlu ile ifadesini bulan sandıkta yenme stratejisini dillendiriyordu, bunun direnişlerde yan yana geldiğimiz halk kesimlerinde hiç etkisinin olmadığı söylenemez. Tam da bu yüzden reformist sol, CHP ile aynı, esas olarak ve son tahlilde sandıkçı stratejiyi ama ana muhalefetin bir tık solundan ifade etmeye çalışıyor ama Özgür Özel’i sollamak zor olduğu için şimdiye dek beceremiyor. Fakat becerseler de bu yol çıkmaz yoldur. Bunu zaten Ali Ergin Demirhan bu dosyadaki yazısında ortaya koydu. Bizim aklımıza gelen ve dünyaya baktığımızda da 2008 sonrasının direniş hareketlerinde gördüğümüz Saray’a yürüyüş yoludur. Ama bu yürüyüş kendiliğinden olmaz sebatkâr bir çabayla inşa edilmeli ve örgütlenmelidir, üzerine tartışılmalıdır fakat kuşkusuz Saray’a yürüyüşün güzergâhı biraz da inşa faaliyetinin tetikleyeceği direniş ve mücadelelerin bakiyesiyle belirlenecektir.
Bu son tespit bir bilinemez içinde olduğumuz anlamına gelmez. Neoliberal küreselleşme tedarik zincirleri yoluyla Anadolu’da bir küresel fabrika yarattı. Bu fabrikanın işçileri bir nevi forsadırlar. Çünkü 2008 sonrası dünyada artık ideolojik hegemonyası olmayan, sermayenin güncel çıkarlarına uymayan dogmalarından çoktan vazgeçilmiş olmasına rağmen bir türlü de tamamen vazgeçilememiş yaşayan ölü “zombi” neoliberalizm ancak emekçileri yurttaşlıktan kovarak hayatta kalabilmektedir. Emekçilere bu yurttaşlıktan kovulma sürecini dayatmanın yolu onları yaşadıkları ve iş bulabildiğinde çalıştıkları yerellerde çitlemekten geçer. Çitleme emekçiyi düzen sınırında prangalayan kamusallıktır. Örgütlülüğü, dayanışma ağları dağıtılan emekçilere dayatılan yeni sözde kamusallıklar (tarikat, taraftar grubu, hayırsever derneği, reformist parti çete, vb.) ise esas olarak Holdingci Güçlerin kontrolündedir. Doksanlı yıllardan itibaren bir tarihsel blok oluşturarak neoliberal küreselleşme çağına uygun biçimde Türkiye’yi dönüştüren, Anadolu’da küresel fabrikayı inşa eden oligarşik muktedirler ağı, neoliberal reçetelerin itibarsızlaştığı, halkın öfkesinin dünyanın her yerinde yükseldiği 2008 krizi sonrası, küresel konjonktür sayesinde ilk döneminde yarattığı zenginliğin bölüşümünde de zorlanarak daralmaya başlamış ve yağmacı karakteri iyice açığa çıkmıştı. Bu yağmacı eğilim emekçi halka dönük bir yoksullaştırma saldırısı yürütmektedir. Bu saldırı emekçilerin itirazıyla karşılaştığı her yerde bu oligarşik ağ artık çürümüş zombileşmiş bir tarihsel blok olarak yani Holdingci Güçler olarak karşımıza çıkar.
Dolayısıyla spesifik olarak başka öncelik gündeme gelmediği her koşulda ilk yüklenilmesi gereken bu çitler, ilk inşa edilmesi gereken de bu çitleme faaliyeti karşısında emekçiyi muktedir kılacak kurumsal kaldıraçlardır. Teorik bir şeyden bahsetmiyorum son on yıldır bağımsız sendikaların yaptığı zaten budur. Emekçiyi çitleyen kamusallığın yerine onun düzene karşı mücadele etmesini sağlayan aracı ortaya koymak. İnşaat işçilerinin, Somalı madencilerin, PTT taşeronlarının, özel sektör öğretmenlerinin bağımsız sendikalarının yaptığı budur. İş cinayetlerinde görünülmez kılınmak istenen sınıf suçlarını kamuoyu gündeminin üst sıralarına taşımak için uzun süredir mücadele eden İSİG Meclisinin yaptığı çok mu farklıdır? Acele kamulaştırmaya karşı mücadele eden mahalle halkının da, doğasını maden şirketinin işgalinden korumaya çalışan köylünün de benzer kurumsal kaldıraçlara ihtiyacı vardır, bunları onlarla birlikte tartışmalı ve inşa etmeliyiz. Tabii bu süreç mücadele pratiği olmayan bir tartışma gibi düşünülemez. Tıpkı bağımsız sendikalar gibi bu yeni araçlar da direnişler içinde oluşacaktır. Yerel direnişler ancak böyle biriktirebilir. Böyle yürütülen bir süreç yereldeki direniş eğilimini direniş fraksiyonu olmaya doğru iter. Kuşkusuz bu itme faaliyetini daha bilinçli hale getirecek ideolojik politik tartışmalar, bir araya gelişler de ihtiyaçtır, bu, bu toprakların devrimci mirasını yüreğinde ve aklında taşıdığını iddia edenlerin özellikle üstlenmesi gereken bir görevdir. Onlar Türkiye’nin direniş fraksiyonunun inşasına böyle de hizmet etmelidir.
Sonuçta kastımız şudur; günümüze uygun sosyalist iktidar stratejisinin reçetesi yok ama çıkış noktasına dair yol işaretleri ve izleri vardır. Öyleyse bizim elli yıl öncesinden gelen reçetemiz var diyenle çok da tartışacak bir şey yok. Yolları açık, kılıçları keskin olsun. Öte yandan siyasal stratejisi CHP’ninki gibi yani son tahlilde sandığa dayalı, ama bir tık solu yani daha çok sokak diyeni olanla da ortak bir noktamız olamaz. Anadolu’daki küresel fabrikayı kuşatacak örgütlenmelerden Saray’a yürüyecek strateji, mesaisinin sıklet merkezine kapağı meclise atmayı da koyamaz, ilk adımı da oradan tarif edemez. Bizim ilk adımımız kendi eğilimimizi bir strateji olarak tarif etmek için tartışırken, açlık ensesinde öfkesi dilinde emekçiyi direniş fraksiyonunun bileşeni haline getirecek örgütçü maharetini, sebatını ve adanmışlığını ortaya koyabilmektir. Holdingci güçlerin yoksullaştırma saldırısını püskürtemezsek bu öfkeli direniş tepkisini kendi içindeki başka topluluklara yöneltecektir. Bunun küçük örneklerini bugün mesela Zafer Partisi iklimindeki kimi çevrelerde görüyoruz. Bunlar meydanı boş bulursa böl ve yönet taktiği Holdingci güçler lehine bir kez daha çalışır. Anadolu’nun yeni toplumsal gerçeğine ve bunu yaratan ekonomi politiğe gözümüzü kapatırsak yoksullaştırma saldırısı başarıya ulaşır. Kendi stratejimizi düzen muhalefetinin parlamentarizminden anlamlı bir biçimde ayıramazsak herhangi bir devrimci geleneğin mirasçısı olduğumuzu iddia edemeyiz. Bugün geleneğe sahip çıkmak tüm bunlara izin vermemektir, ne pahasına olursa olsun.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.