Türkiye devrimci hareketi; geçmişin zincirlerini kırmalı, sistem içi tuzaklardan sıyrılmalı, sınıfın özgücüne güvenmeli ve iktidar perspektifini mücadelenin odağına oturtmalıdır
“Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji” dosyasındaki diğer yazılara ulaşmak için tıklayınız.
Türkiye devrimci hareketi (TDH) tarihsel gelişimini çoğu kez üç ayrı vagon gibi ele aldı: “dün” kutsallaştırıldı, “bugün”le arasına yalnızca mekanik bağlar kuruldu, “yarın” ise ajitatif sloganların sisinde kayboldu. Bu yaklaşım, hareketin kendi tarihine dair eleştirel ve yaratıcı bakışı köreltti; bağnaz bir gelenekçiliğin kölesi hâline getirdi.
Oysa geçmişin deneyimleri, zaferleri kadar yenilgileriyle de yol gösterici olmalıydı. Ne var ki çoğu kez TDH, geçmişin yükü altında ezildi, zaferleri dokunulmaz ikonlara dönüştürdü, yenilgileri ise değiştirilemez bir kader gibi kabullendi. Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’inde tarihin bu paradoksunu şöyle açıklar: “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar; ama onu serbestçe değil, geçmişten devralınan koşullar altında yaparlar. Tüm ölmüş kuşakların geleneği, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker.”[1]
Bu sözler, geçmişi tümüyle reddetmek değil, onu eleştirel bir yeniden sahiplenmeyle aşmak gerektiğini anlatır. Ancak TDH’de bu ağırlık çoğu kez bir fetişe dönüştü: Mahir’in, Deniz’in, İbrahim’in mirası donmuş bir ikonografiye sıkıştı. Engels’in Anti-Dühring’deki hatırlatması yol göstericidir: “Tarih, nihai olarak maddi üretim ve yeniden üretim koşullarının yasalarına göre yürür; ancak bu yasalar insanlar aracılığıyla, onların tutkuları, çıkarları ve eylemleriyle gerçekleşir.”[2] Mahir Çayan da benzer biçimde uyarır: “Devrimcinin görevi yalnızca öykünmek değildir; geçmişten öğrenip bugünü ve yarını devrimci irade ile örgütlemektir.”[8]
Tarih yalnızca nesnel koşulların ürünü değildir, insan iradesi ve kolektif eylem olmadan ilerleyemez. Ne var ki TDH çoğu kez bu iradeyi geçmişten ödünç alınmış sloganların gölgesinde eritti.
12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri, 90’lar ve 2000’ler TDH için büyük kırılma noktalarıdır. Cezaevleri, işkenceler, sürgünler ve infazlar, hareketin belleğine derin izler bıraktı. O dönemin militanları, bedel ödedikçe kahramanlaştırıldı, ancak bu kahramanlık çoğu zaman bugünün stratejisine ve sınıf örgütlenmesine taşınamadı. Tam tersine, zaferler kutsandı, yenilgiler kader gibi benimsendi.
Geçmiş yenilgiler hareketi pusulasız bırakmamalıydı, aksine, her kayıp bir ders, her darbe gelecek için bir hazırlık alanı olmalıydı. Örneğin 1970’lerin ortasında işçi sınıfının yükselen mücadelesi ve sokak eylemleri, devrimci örgütlerin toparlanma kapasitesiyle birleşebilseydi, iktidar perspektifi somut bir yol haritasına dönüşebilirdi. Mahir Çayan’ın sözleri bu gerekliliği hatırlatır: “Yalnızca geçmişin kahramanlıklarına yaslanarak değil, kendi gücümüze güvenerek ve devrimci bir strateji ile ilerleyerek kazanabiliriz.”[8]
Yenilgiler moral çöküş değil, devrimci yeniden örgütlenmenin, kendi gücüne güvenin ve stratejik inisiyatifin zeminidir. Bugün TDH’nin önündeki görev, geçmişin zincirlerini kırmak ve yarını bugünden kurmaktır.
TDH sıklıkla dışarıdan güç bekledi, en zayıf olduğu dönemlerde ittifak ve birlik arayışlarına kapıldı. Bazen ideolojik mentorlara ya da parlamenter olanaklara yaslanmayı hayal etti. Oysa Marx’ın vurgusu açıktır: “Teori, kitleleri sardığında maddi bir güç haline gelir.”[3]
1970’lerin işçi grevleri, fabrika işgalleri ve 1980 öncesi mahalle direnişleri, sınıfın kendi öz gücünün somut göstergesiydi. Bu potansiyel stratejik bir plana dönüştürülemediğinde devrimci enerji dağınık ve etkisiz kaldı. Bugün milyonlarca işçi, genç, kadın ve emekçi kendi özgücünü keşfetmekte gecikirse, sistem içi çözümler ve reformist ufuklar cazibesini koruyacaktır. Özgüce güven, yalnızca moral bir erdem değil, örgütsel ve stratejik bir zorunluluktur. Kendi gücüne güvenmeyen bir hareket, tarih sahnesinde pasif kalmaya mahkûmdur.
1980 darbesinin ardından TDH’nin önemli bir kısmı “sivil toplumculuk”, legal parti faaliyetleri ve parlamenter hayallerle oyalanmaya başladı. Lenin’in uyarısı hâlâ günceldir: “Proletarya, burjuva parlamentosunu devirmek için oraya girmekten kaçınamaz, ancak orayı ‘çalışmanın başlıca alanı’ yapmak, devrimci görevlere ihanettir.”[4]
Bugün Türkiye’de sosyalist hareketin geniş kesimi sistem içi çözüm arayışlarına saplanmış, mücadelenin ufkunu daraltmış ve devrimci hedefleri bulanıklaştırmıştır. Bazı belediye ve parlamento projeleri, sınıfla kopuk ve reformist bir çizgide yürütülmüş, sokak ve işyeri mücadelesi geri plana itilmiştir. Sistem içi arayışlardan sıyrılmak, devrimci hareketin kendi stratejik bağımsızlığını yeniden kazanması demektir. Mücadelenin asıl hedefi, sınıfın çıkarları ve iktidar perspektifidir.
Sınıf mücadelesi bugün çetin ve zorlu bir süreçten geçiyor. Emekçi kitlelerin bastırılan hak alma mücadelesi, yoksulluk sınırının altında yaşamaya mahkûm edilen milyonların geleceksizliği, şiddet, baskı, tutuklamalar, suni gündemlerle örtülmeye çalışılan yolsuzluk ve talan; bütün bu tabloya rağmen halkın gerçek gündemi değişmiyor. Çünkü bir avuç asalak mutlu azınlık ve yardakçıları dışında kalan ezici çoğunluk için yaşam her geçen gün daha da çekilmez hâl alıyor.
Lenin, Devlet ve Devrim’de net biçimde belirtir: “Bütün devrimlerin en önemli sorunu iktidar sorunudur.”[5]
TDH geçmişte bu perspektifi zaman zaman yitirdi; silahlı mücadele ile siyasal iktidar arasında bağ kuramadı, reformist kanatlar ise yasalcılık ve parlamenter oyunlarla yetindi. Oysa devrimci strateji için iktidar perspektifi yalnızca devlet aygıtını ele geçirme değil, sınıfın toplumsal dönüşüm kapasitesini, kolektif örgütlenmeyi ve stratejik inisiyatifi ifade eder.
1970’lerin işçi eylemleri ve mahalle örgütlenmeleri, birleşik bir strateji ve iktidar perspektifiyle desteklenebilseydi, bugün Türkiye devrimci hareketi çok daha sağlam bir zeminde olabilirdi. İktidar perspektifi, yalnızca devlet kurumlarını ele geçirmek değil, sınıfın toplumsal gücünü örgütlemek, tabandan kolektif inisiyatifi sağlamak ve devrimci stratejiyi somut koşullarla buluşturmaktır.
• Sanayi havzaları ve emekçi semtlerde sistematik örgütlenme: Organize sanayi bölgeleri, kargo ve platform işçileri, mevsimlik tarım emekçileri… Buralarda sabırlı ve ısrarlı bir kök salma politikası geliştirilmelidir.
• Taban inisiyatifi ve kolektif örgütlenme: Gezi Direnişi, kadın grevleri, mahalle forumları tabandan yükselen devrimci enerjiyi göstermiştir. Bu enerjiyi kalıcı bir devrimci örgüte dönüştürmek zorunludur.
• Kadın, gençlik ve ekoloji mücadelelerini birleştirmek: Engels’in patriyarka çözümlemesi, ekoloji ve gençlik mücadeleleriyle birleştiğinde kapitalist üretim ilişkilerine karşı çok yönlü bir enerji yaratır.
• Kürt halkının özgürlük mücadelesiyle stratejik bağ kurmak, Marx’ın İrlanda tespiti Türkiye için ders niteliğindedir: “İngiltere’de işçi sınıfı, İrlanda’nın özgürlüğünü tanımadıkça kendi kurtuluşunu başaramaz.”[6] Kürt özgürlük mücadelesi, devrimci stratejinin eşitlikçi ve gönüllü bir ittifak ekseninde kurgulanmasını zorunlu kılar. Yoksa hiçbir konuda yan yana gelemeyip milletvekili vb söz konusu olunca sorunsuz kurulan ittifaklar değil.
• Sınıfın özgücüne güvenmek ve iktidar perspektifiyle hareket etmek. Her adım, sınıfın kolektif gücü ve iktidar hedefiyle uyumlu olmalıdır.
Marx’ın ünlü tezi hâlâ yol göstericidir: “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar; oysa asıl mesele onu değiştirmektir.”[7]
Lenin ise bu gerekliliği daha da açık ve keskin biçimde ifade eder: “Devrim olmaksızın proletarya kurtuluşunu asla elde edemez. Tarih, hiçbir ayrıcalıklı sınıfın yerini kendiliğinden ve gönüllü olarak işçi sınıfına bıraktığına tanık olmamıştır; egemen sınıfı devirmek için proletaryanın demirden bir el gibi yükselmesi zorunludur.”[5]
Sınıf mücadelesinin en keskin ve çatışmalı süreçleri hem politikaları sınar hem de devrimci çizgiyi geliştirecek ve kesintisizce hayata geçirecek yeni özneleri yaratır. Böylesi dönemler dostla düşmanı, devrim emekçisiyle lafazanı, gerçek devrimciyle küçük burjuva kurnazını ayırır. Yorgunları, kaçkınları, korkakları, pasifistleri ve oportünistleri bir yana, yaratıcı, kararlı, yönlendirici, militan ve kazanmak için emeğini, özverisini kıskanmayanları bir yana saflaştırır. Devrimciliğin bıçak sırtında yürümek kadar zor olduğu bu süreçler, aynı zamanda düşünce ve duyguların, nitelik ve yeteneklerin de sınandığı birer mihenk taşıdır.
Böylesi bir dönemi, faşist rejimi sarsıp savuracak bir fırtına öncesi sessizliğe dönüştürebilmenin yolu, mücadeleyle açığa çıkan dinamiklerle daha ileri hamlelere cüret etmekten geçer. En sıradan demokratik hakların elde edilmesi bile tepeden tırnağa silahlı güçlerle karşımıza çıkan bir düşmana, onun anladığı dilden konuşmayı ve devrimci zor dilinde ustalaşmayı gerektirir. Bu coğrafyada yaşamanın koşulu budur.
Türkiye devrimci hareketi; geçmişin zincirlerini kırmalı, sistem içi tuzaklardan sıyrılmalı, sınıfın özgücüne güvenmeli ve iktidar perspektifini mücadelenin odağına oturtmalıdır.
“Gerçekçi ol, imkânsızı iste” yalnızca bir slogan değil; somut koşulların diyalektik analiziyle birleşmiş devrimci iradenin ifadesidir.
Dipnotlar:
[1] Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, s.15
[2] Engels, Anti-Dühring, s.58
[3] Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, s.34
[4] Lenin, Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı, s.46
[5] Lenin, Devlet ve Devrim, s.41, s.73
[6] Marx, İrlanda Üzerine Mektuplar, s.21
[7] Marx, Feuerbach Üzerine Tezler, s.5
[8] Mahir Çayan, Devrimci Strateji Üzerine Yazılar, s.23–27
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.