Stratejik ve taktik önermelerin gerçek hayatta bir karşılık bulmasının koşulu, yapma-yaptırmama gücüne, iktidar seçeneği olma perspektifine, ideolojik, siyasal ve örgütsel donanıma, bunların tümünün oluşturduğu maddi bir güce sahip olmaktır. İdeolojinin emekçi kitleler içinde ikna edici olması, yaratılacak maddi karşı ağırlığa bağlıdır
“Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji” dosyasındaki diğer yazılara ulaşmak için tıklayınız.
Sendika.Org’un “Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji” başlığıyla açtığı dosya, sosyalist solun yalnız güncel durumuyla değil, tarihsel konumlanışı ve geleceği ile ilgili tartışma gereksinimine denk düşüyor. İçinden geçtiğimiz olağanüstü koşulların basıncı ise bu tartışmanın serin bir akılla yürütülmesini güçleştiriyor.
Üç basınç kaynağı var.
19 Mart’ta İmamoğlu’nu adaylıktan düşürmek, CHP’yi etkisizleştirmek üzere başlatılan operasyonların bu hedeflerle sınırlı olmadığı artık apaçık. İktidar, seçme-seçilme hakkını, “anayasal” düzeni ortadan kaldırmak, muhalefeti, sermaye grupları arasındaki kâr ve rant paylaşımını çıplak şiddetle belirlemek, Sünni İslamcı devlet-parti düzenini yerleştirmek üzere kendisi için dönülmez bir yola girmiş bulunuyor.
Emekçiler, emekliler, işsizler, geçinemeyenler, gelecek kaygısı içindeki gençler, varlıkları, yaşama hakları ve kazanımları tehdit altındaki kadınlar için bıçak kemiğe dayanmıştır. Proleter Türkiye’de hoşnutsuzluk eyleme dönüşüyor, öncü sarsıntılar bir toplumsal “deprem” enerjisinin birikmekte olduğunu haber veriyor.
“Barış süreci”nin kıldan ince kılıçtan keskin bir ip üzerinde gerilip salındığı koşullarda bu iktidar altında “barış ve demokratik toplum” ufku boş hayaldir. Tuhaf Meclis komisyonu hiçbir gerçek güç ve iradeyi temsil etmiyor. Suriye merkezli gelişmeler, savaşı barıştan daha yakın bir olasılık haline getiriyor. Bu başlıkla ilgili görüşlerimi daha önce yazdığım için bu yazıda bu önemli konuya girmiyorum.
Özetle, iç içe üç sürecin içinde devindiği son derece kaotik, çelişkili, savaş bulutlarının kümelendiği, ucu zıt gelişmelere açık bir ortamda yol alıyoruz.
Sosyalistlerin yeni durumun yarattığı tehlike ve olanakları, olayların gideceği yönü, öncelikli mücadele hedef ve yöntemlerini gören ve gösteren bir tutumla pratik siyasal görevleri öne çıkarması doğal ve zorunlu. Yapılması gerekiyor ve yapılıyor. Öte yandan, aşırı güncel belirlenimli tartışmalarla sosyalist hareketin yalnızca güncel görevlerle sınırlı olmayan tarihsel sorunlarına yeni ve devrimci bir ufuk kazandırmanın açmazları var.
Bu yazıda, dosyadaki öteki yazılardan farklı bir yol izlemeye, her zaman pratik yanıt isteyen “ne yapmalı?” sorusundan çok, o soruya yanıtı önceleyen kimi saptamalar eşliğinde, komünizmin kendisini yeniden gerçek bir hareket olarak var etmesinin koşul ve önceliklerini satırbaşları halinde tartışmaya, devrimci strateji ile teorik ve siyasal yeniden üretim görevlerinin iç içeliğini bilince çıkarmaya çalışacağım.
Ondan önce, bugüne dek (11 Eylül 2025) dosya kapsamında yayımlanan, kimi kavram ve yorum farklarına rağmen, genel olarak devrimci bir arayışı yansıtan yazılara kısa göndermeler yapmak, böylece güncel gündemle de bağ kurmak istiyorum.
Mehmet Yeşiltepe’nin kapsamlı, hızlı ve küresel karakterli bir süreç yaşandığı ile ilgili saptamasının, toplumsal muhalefetin kimi öbeklerinin, mücadelenin odağına seçimleri koyduğu eleştirisinin; İsmail Güney Yılmaz’ın iktidarın toplumsal rıza ve desteğini önemli ölçüde kaybettiğine, ama hâlâ iktidar gücünü elinde tuttuğuna, toplumsal muhalefette milliyetçi eğilimlerin belirginleştiğine işaret etmesinin; Selim Açan’ın Türkiye soluna yönelik “düne takılıp” kaldığı, stratejik vizyondan yoksun “politika yapma tarzı”nı aşamadığı, “nesnel koşulların sınırlarına boyun eğdiği”, siyaseti taktiğe, taktiği de “tepki göstermeye” indirgediği eleştirisinin; Ali Ergin Demirhan’ın “proleterleşmiş Türkiye toplumu” kavramlaştırmasının yerinde saptama ve eleştiriler olduğunu düşünüyorum. Demirhan’ın “sokak” kavramını nihayet saçma bir darlıktan çıkararak “halkın özneleştiği”, “düzenin sınırlarını zorlayan bir eylem çizgisi” anlayışına doğru ilerletmesi önemlidir. “İşçi sınıfının üretimden gelen gücü”ne yapılan haklı vurgunun toplumsal proletaryanın “tüketimden gelen gücü”nü küçümseme gerekçesi yapılmasının yanlış olduğu kanısındayım. İyi örgütlenememiş 2 Nisan tüketim boykotu bile, Demirhan’ın belirttiği gibi toplumun “büyük ve görünmez bir örgüt gibi seferber olabileceğini” göstermişti. Legalite sınırlarının dışına çıkmış bir iktidara karşı mücadelede “hayatı durduracak” barışçıl boykot ve pasif direniş hareketlerinin gizilgücünü görmek gerekiyor. Doğru ve haklı biçimde Türkiye’nin Suriye üzerinden alt-emperyal heveslerine işaret eden, günümüz toplumunda gösterinin yaşantının, temsilin katılımın yerine geçtiği gerçeğini vurgulayan Şebnem Oğuz’un devrimci stratejinin bugünkü rejimin karakterine endekslenerek, somutta “geç faşizm” saptaması üzerinden belirlenmesini öneren yaklaşımına, şimdilik faşizm tartışmalarına girmeden, devrimci stratejinin “rejim”e değil, verili toplum düzenine ve sınıf iktidarına karşıtlık temelinde belirlenebileceğini düşündüğüm için katılamıyorum.
Türkiye sosyalistleri, devrimcileri olarak temel sorunumuz İsmail Güney Yılmaz’ın da belirttiği gibi “güç olamamak”tır. M. Ender Öndeş, tevazuyu elden bırakmayan, içten, eleştirel-özeleştirel bir dille “devrimci hareketin bütün bu hengâmenin ortasında son derece mecalsiz ve adeta şaşkın” bir görünümde olduğunu belirtirken haksız değildir.
Türkiye sosyalist ve devrimci hareketinin, onun varlık temeli olan Türkiye işçi sınıfının günümüzün tarihsel önemdeki gelişmelerine, olayların gidişine ağırlık koyacak ideolojik, siyasal, stratejik ve örgütsel güçten yoksun olduğunu açık yüreklilikle, tartışmanın başlangıç saptaması olarak kabul etmemiz gerekiyor.
Stratejik ve taktik önermelerin gerçek hayatta bir karşılık bulmasının koşulu, yapma-yaptırmama gücüne, iktidar seçeneği olma perspektifine, ideolojik, siyasal ve örgütsel donanıma, bunların tümünün oluşturduğu maddi bir güce sahip olmaktır. İdeolojinin emekçi kitleler içinde ikna edici olması, yaratılacak maddi karşı ağırlığa bağlıdır.
Bilinen ilk toplumlardan bu yana insani etkinliği iki kavramda özetleyebiliriz: Üretim/yeniden üretim ve yönetim! İnsan-doğa ilişkisi, insanlar arası mülkiyet/zilyetlik ilişkileri, toplumsal cinsiyet, yöneten-yönetilen ilişkileri bu iki ana etkinlik üzerinden yükselmektedir. Tümünü kesen, kuşatan bir etken olarak bilginin, bilimin ve teknolojinin üretim ve emek süreçlerindeki ağırlık derecesi, her evrede uygarlığa karakterini vermiştir.
Çağın gerçekliği, kendisinden önceki tüm sömürü ve egemenlik biçimlerinin kümülatif birikiminin dünya tarihsel anlatımı olan dünya kapitalist sistemidir. Dünyayı değiştirmek, bu hareket ve değişim halindeki gerçekliğin kavranmasına, onu aşacak teorik-pratik eleştirinin ve toplumsal öznenin bugünkü dünya gerçekliği içinden yeniden üretilmesine bağlıdır.
Komünist hipotez, üç sütun üzerinde inşa edilmiştir: Toplumsal devrim, devrimci özne, devrimci siyaset ve strateji.
Üretici güçlerin var olan mülkiyet ve üretim ilişkileri kabuğuna sığamadığı belli bir aşamada verili toplumun bir toplumsal devrim çağına gireceği önermesi Marksist devrim teorisinin en genel ve özlü formülasyonudur. Tarihsel deneyim ise devrim çağına girilmesinin toplumsal devrimi kaçınılmaz ve otomatik kılmadığını göstermiştir. Teorinin kurucuları Marx ve Engels’in kapitalizme bu ölçüde uzun bir ömür öngörmedikleri açıktır. Devrimler onların öngördüğü yer ve zamanlarda gerçekleşmedi; dinamik bir sistem olan kapitalizm ise bugüne dek üretim ilişkilerini kapitalist niteliğini ortadan kaldırmadan esnetmeyi, genişletmeyi başardı. Kapitalistin özel kişisel mülkiyetinden anonim kapitalist mülkiyete geçiş üretim ilişkilerini genişletmenin kapitalizm içindeki çarpıcı bir örneğidir. Yalnız üretici güçler değil, kapitalist üretim ilişkileri de, tarihsel bağlama, başat üretici güce, sermaye birikim rejimlerine, sınıf mücadelesine bağlı olarak değişip dönüşmektedir. Sorunumuzun kaynaklarından biri, zamanımızda büyük bir hız/ivme kazanan bu değişimleri görmezden gelmek, yokmuş gibi davranmak, bugüne yirminci yüzyıl ilişki, paradigma ve kavramları çerçevesinden bakmaktır. İkinci önemli problem, çelişkinin bugün geldiği aşamayı, bana göre dayandığı sınırı ayırt edememekten kaynaklanıyor. Bu iki sorun, özellikle ikincisi komünist program devrim stratejisi ve taktik açılımlar açısından yaşamsal önem taşıyor. Devrim ve sosyalizm programı, soyut teorik genellemelerle değil, kapitalizmin bugünkü ayırt edici gerçekliğinin kavranması temelinde üretilebilir.
Somuta ve günümüze gelelim. Günümüzde “yapay zekâ”lı (YZ) üretim, “büyük veri” işlemciliği üretici güçler ve sabit sermaye açısından otomasyondan daha yüksek ve yeni bir gelişme düzeyini anlatıyor. Marx’ın “genel zekâ”[1] dediği YZ insanlığın kümülatif/toplumsal birikimine sermayenin el koyması anlamına geliyor. Bu sonucu doğuran ise “teknoloji”nin kendisi değil, onu güden, yöneten ve Özgür Narin’in deyişiyle “sınırlayan” üretim ilişkileridir. Sorunun püf noktası burasıdır. Narin’in aynı makalede belirttiği gibi,“Mevcut üretim ilişkileri somut ve reel olarak üretici güçlerin gelişmesini engelliyor! Bugün bu yeni teknolojiler bu üretim ilişkileri engeli ortadan kalksa büyük toplumsal gelişmeler sağlayabilecekken, teknoloji tekellerinin, rekabetin elinde sınırlanmaktadır.” Öyleyse, devrim ve komünizm programımızın birinci maddesi olan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verme ilkesini bilgi, bilişim, büyük veri, genel zekâ üzerindeki kapitalist boyunduruğu kaldırmak biçiminde somutlayıp güncelleştirmemiz, sınırda savaş belgisi haline getirmemiz, vurguyu da kapitalizme her zaman içkin rekabetten çok bilişim üzerindeki sermaye tekeline, daha uygunu sermaye oligopolüne kaydırmamız, onu hedef almamız gerekiyor. [2]
Üretici güçlerdeki gelişme düzeyi, meta ve mübadeleye dayanan kapitalist uygarlığın sınırlarını ortaya koyarken aynı zamanda insanların gerçek gereksinmelerinin karşılanmasına dayanan kullanım değerleri toplumuna geçişin maddi önkoşullarını da hazırlıyor.
Geleneksel program anlayış ve modelleri ise, günümüz nesnelliğine de, devrimci strateji arayışlarına da yanıt veremiyor.
Ekolojik yıkım, küresel ısınma ve iklim krizi, önem ve öncelik bakımından tüm öteki sorunların önüne geçmiş durumda. Kuraklık, buzulların erimesi, deniz düzeylerinin yükselmesi, türlerin, biyo-çeşitliliğin yok edilmesi, aşırı sıcaklar, fırtınalar, seller, küresel su ve gıda kıtlığı gibi belirtiler dünyamızın canlı yaşamın devamı, doğal döngüsel yenilenme ve doğal kaynaklar açısından kritik bir eşikte olduğunu gösteriyor.
Komünizm bir ortak (müşterek) dünya tasarımıdır. Denizler, göller, akarsular, ormanlar, mera ve benzeri doğal ortam ve kaynaklar tüm canlılarındır. Geleneksel üretim araçlarıyla birlikte, bilişim, büyük veri, genel zekâ vb. ürün ve araçlarını doğanın döngüsel hareketiyle uyumlu bir üretim etkinliğinin temeli yapmak için toplumsallaştırılmalarını, ekokomünist, sınıf, cins ve etnisite eşitliğini, özgürlüğünü stratejik amaç olarak güncelleyen bir program gerekiyor.
Sistem içi demokratikleşme ya da toplumsal reform düşlerini bir yana bırakıp dünyanın önüne insanlığın biriktirdiği tüm zenginlik ve kaynaklara toplum adına el koyma hedefinin açık ve ikircimsiz biçimde konulması gerekiyor.
Geçinmek için emek gücünden başka bir olanağı olmayan, kurtuluşu kendisiyle birlikte tüm sömürü ve sınıf ilişkilerini kaldırmaya bağlı evrensel sınıf olarak proletaryanın devrimin toplumsal öznesi ve faili olduğu önermesi komünizmin ikinci hipotezini, stratejinin de omurgasını oluşturuyor.
Toplumsal özne sorunu tarihsel ve güncel olarak en çetrefil başlıklardan biridir.
Bu yazıda konumuz açısından önemli kimi gelişme ve dönüşümlerin altını çizmekle yetineceğim.
Finansallaşma, bilişim ve dijitalleşme ile birlikte paradan para kazanmak, mali “yatırım” araçlarıyla büyük kaynak transferleri gerçekleştirmek başat kâr ve rant düzeneği haline gelmiştir. Bu, sermayenin ve toplumsal kaynakların, özellikle kapitalizmin anayurtları olan ABD, AB ve Japonya gibi yerlerde gerçek maddi üretimden (fiziksel ve zihinsel) uzaklaşması, sermaye oligarklarının da toplumsal açıdan gereksiz varlıklar olması anlamına geliyor. Gerçek maddi üretim olmadan, ona dayanmadan toplumsal yaşamı sürdürmek de dünya çapında hegemon güç olmak da mümkün değil. Geniş anlamıyla üretimden uzaklaşma, üretime yabancılaşma eğilimi kapitalizmin sınır belirtilerinden biridir. Bizler, doğaya, ekosisteme dost, tüm insan ve canlıların temel gereksinmelerini karşılama esasına dayanan bir üretimciliği savunmak durumundayız.
Kapitalist üretim süreçlerindeki kimi köklü değişikliklere rağmen üretimin temel öğesi, COVID-19 salgını sırasında çıplak biçimde görüldüğü gibi hâlâ emek, son çözümlemede canlı insan emeğidir. Bakım, beslenme, temizlik vb. emek türleri, feminist Stefania Barca’nın ufuk açan kavramlaştırmasıyla “yeniden üretim güçleri” baskın kadın emeği karakteriyle toplumsal yaşamın yeniden üretilmesinde giderek daha önemli bir rol üstleniyor.
Özetle, üretim ve emek, bilim ve teknolojideki hızlı dönüşümlere rağmen toplumsal varoluşun iki temel öğesini oluşturmaya devam ediyor.
Öte yandan, özellikle kapitalist metropollerdeki otomasyon ve kompütasyon teknolojilerinin, dijitalleşmenin, genel zekâ uygulamalarının sonucu olarak üretimde canlı emek oranı, canlı emek içinde kol emeği oranı azalıyor; zihinsel ya da entelektüel emek oranı çoğalıyor; küresel üretim tek bir ulusal, hatta yerel/birimsel mekâna bağlı olmaktan çıkıyor; büyük fabrika ve ücretli işçi yoğunluğu seyreliyor; ikincil sömürü biçimlerinin (dolaylı vergilerin, harç ve haraçların artması, emeklilik yaşının yükseltilmesi, emekli aylığının düşürülmesi vb) sömürü ve egemenlik ilişkilerindeki ağırlığı artıyor. Tüm bunlar yirminci yüzyıla damgasını vuran sanayi kapitalizmi-sanayi proletaryası kristalliğindeki sınıfsal karşıtlık ve mücadele döneminin kapandığı anlamına geliyor. Örnek olsun, 1945-1980 arasındaki Fordist sermaye birikim rejimi ve onun Türkiye’deki izdüşümü olan ithal ikameci sanayileşme pratikleri, işçi sınıfının siyasal-sendikal mücadelesinin de zeminini oluşturuyordu. Küresel neoliberal dönüşümlerle birlikte bu zeminin bir daha canlanmamak üzere tarihe karıştığının görülmesi gerekiyor.
Günümüze gelirsek, proletarya bugün tüm dünyada, çoğalan, büyüyen, ama aynı zamanda, kendi içinde katmanlaşmış, işkolları, çalışma birim ve mekânları düzeyinde çeşitlenmiş bir sınıfsallıktır. Toplumsal proletaryadır.
Bu yeni sınıfsal biçimlenişin doğurduğu yeni sorun ve olanakların kavranması bugün büyük önem taşıyor.
Günümüzde toplumsal cinsiyet eşitliği için mücadele edenler, iklim, çevre, ekoloji aktivistleri, barışçılar, laikler vb. tüm ilerici güçler karşılarında kapitalizmi buluyor; daha önemlisi bu toplam nesnel ve sınıfsal bakımdan çok büyük çoğunluğuyla mülksüz ve geleceksiz toplumsal proletarya saflarında yer alıyor. Bu özelliğiyle toplumsal proletarya, kapitalizm karşıtı tüm isyan ve dinamikleri kapsayan, binlerce iplikle birbirine bağlayan (kesiştiren) maddi sınıfsal zemini oluşturuyor.
Kapitalist uygarlık, üretimi en ileri düzeyde toplumsallaştırırken, paradoksal biçimde toplumu, “toplumsal olanı” yok ediyor. Toplumsal sorumluluk ve inisiyatif tarihsel olarak toplumsal proletaryaya geçiyor.
Ne var ki, tüm bunlar, toplumsal ya da devrimci özne sorunumuzu sadeleştirmiyor; daha karmaşık hale getiriyor.
Büyük işçi taburlarının büyük sanayi birimlerinde yoğunlaştığı yirminci yüzyıl sınıf mücadelesi koşullarından farklı olarak, saçılmış, katmanlaşmış, işsizi, enformeli, kent ve kır emekçisiyle çeşitlenmiş toplumsal proletaryanın geleneksel parti, sendika ve mücadele araçlarıyla siyasallaştırılması ve örgütlenmesi mümkün olmuyor.
Kanımca, sorunun ana halkasını, dünyayı değiştirmek isteyen öncü azınlığın, toplumsal proletaryanın somut hareketine, henüz amaca odaklanmayan eylemliliğine ideolojik-siyasal içerik, amaç kazandırıp kazandıramayacağı oluşturuyor.
Siyasetin ve devrimin temel konusu hâlâ devlettir. Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde artık elle tutulur, gözle görünür hale gelen devlet-sermaye-siyaset ilişkilerindeki değişiklikler ise önemlidir.
Üç temel değişikliğin altını çizelim.
Birincisi, sermayenin küresel hareketi devletleri aşıyor. Geleneksel devlet, toplumu bir arada tutma işlevlerinden, kamu hizmeti sorumluluklarından sıyrılıyor. Devletin, vergi, dış ticaret-kambiyo, eğitim, hatta şiddet tekeli vb. sermayeye geçiyor. “Devleti şirket gibi yönetmek” devletin geleneksel işlevlerinin giderek daha çoğunun finans-bilişim oligopollerine geçmesi anlamına geliyor. Modern kapitalist devlet, rıza ve onay üretme yeteneğiyle değil, şiddet ve zorbalıkla hükmünü sürdürmeye çalışırken en önemli varoluş koşulu olan meşruluk gerekçesini, tarihsel mazeretini yitiriyor. Nerdeyse tüm devletlerin kendi meşruluklarını, birbirlerini düşman göstererek silahlanma ve savaşta aramaları, dünyamızın nasıl bir tehlike ile karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Daha önemlisi, bu gelişme tüm ülkelerde siyasal etkinliğin kitleselliğini, alanını, işlevini daraltıyor.
İkincisi, Sovyetler Birliği’nin çözülmesi, Sovyet yanlısı ya da karşıtı tüm sosyalist, devrimci siyasal oluşumları içine alan bir “büyük likidasyon”[3] dalgası doğurdu. Siyaset kavram ve felsefesinde, biçim ve yöntemlerinde, parti nosyonunda yirminci yüzyıla egemen siyaset paradigmasını sarsan bir etki yarattı. Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle birlikte Keynesçi, sosyal devletçi, ya da sosyal demokrat siyasetleri var eden, zorunlu kılan büyük basınç ortadan kalkmış, düzen siyasal yelpazesinde sol-sağ ayırımı gerçekten anlamsızlaşmıştır. Thatcher ile Blair, Merkel ile Schröder, Merz ile Starmer kapitalist sınıfın programının tekleştiğinin siyasal kişilik portreleridirler. Günümüzde eski tanımlar üzerinden “dost-düşman”, “şer-ehveni şer”, “otokrat-demokrat” ayrımları yapmanın, gemi azıya alan siyasal gericiliğe, neofaşist yükselişe karşı Tanıl Bora’nın yaptığı gibi liberallerle komünistlerin “anti faşist minumum”da birleşmelerini önermenin hiçbir gerçek ideolojik ve pratik karşılığı yoktur. Sınırda kapitalizme ve onun günümüzdeki normali olan siyasal gericiliğe karşı tarih, sınıf ve sınır bilinciyle strateji geliştirmek gerekiyor.
Üçüncüsü, yıllardır onlarca kez yinelediğimiz “sınırda kapitalizm kendi burjuva-liberal demokrasisini taşıyamıyor” saptaması bir saptama ve realite olmanın ötesine geçerek, sınırda kapitalizmin bir imkânsızlığının açık, örtüsüz, pervasız anlatımı haline gelmiş, bu anlamda eskimiştir. Trump ideologları “kapitalizmle demokrasi bağdaşmaz” diye bağırıyor, genel oyu, seçme seçilme hakkını tümüyle yok etmek üzere bıçak biliyorlar. Yalnız Trump Amerika’sında değil, Putin Rusya’sında, Orban Macaristan’ında, mollalar İran’ında, Erdoğan Türkiye’sinde de yurttaşlar için seçme, muhalifler için seçilme hakkı yoktur ya da yok edilmektedir. Güncel kapitalizm, artık yurttaşa, siyasal insana, hatta seçmene ihtiyaç duymuyor. Siyaset, bir avuç cebberut cahil “elit”in güttüğü nitelikten yoksun bir etkinlik görümüne büründükçe de, yalnız aydınlar için değil herkes için uzak durulan kirli bir uğraş haline geliyor. Sorunumuzdur.
Genel oy ve seçim deyip geçmeyin. Genel oy hakkı, sert ve uzun mücadelelerle kazanılmış son derece önemli bir siyasete katılım kanalıdır. Kapitalistler bu kanalı yüzlerce bahane ile halka kapatmayı, oyunun kurallarını belirleyerek Avrupa işçi sınıfı hareketini parlamento labirentlerinde evcilleştirmeyi başardılar. Şimdi ise genel oyla oyunu sürdüremez eşikteler. Bu durum siyasal hak ve özgürlükler, genel oy hakkı için mücadeleyi yeniden devrimci bir olanak, sınırda mücadele başlığı haline getiriyor.
Dördüncüsü, tüm zamanlar için geçerli sorunumuz halkın siyasete katılımı anlamında demokrasinin temsil ve vekâlet ile uyumsuzluğunda düğümleniyor. Patronun işçiyi, beyazın siyahı, erkeğin kadını temsilinin sihirli bir formülü henüz bulunamadı. Temsil ve vekâlete görece demokratiklik kazandıracak iki koşul, temsilde adalet ve halkın siyasal süreçlere fiili/aktif müdahalesidir. Yetkinin fiilen halka iadesidir.
Bu derin sorunu saptamakla geçip, aynı sorunun bizim taraftaki görünümüne göz atalım.
Hikmet Acun, “proletaryanın hangi öbeği sana ‘kardeş, beni temsil et’ diye vekâlet verdi?” diye sorarken ve “vermedi’!” diye yanıtlarken haklıdır.[4] Kendinden menkul temsil ve vekâlet iddiası bizim de kadim sorunumuzdur. Ekleyelim, yalnızca ve esas olarak vekâlet ve temsil yoluyla komünizmi gerçek bir harekete dönüştürmek de, sınıfsız topluma ulaşmak da mümkün değildir.
Öyleyse devrimci siyasetin daha doğrudan, daha gerçek yeni biçim ve yollarını bulmamız gerekiyor.
Bu sorunu, devrimci bireyin özneleşmesi ve devrimci kültürleşme başlıklarıyla birlikte başka bir yazıda açmaya çalışacağım.
*
Bu yazıyı güncel ve stratejik önemde iki değinmeyle bitirmek istiyorum.
Bir: 19 Mart’ta başlayan ve CHP hegemonyasında süreklilik kazanan diri ve heyecanlı kitle hareketlenmesini, yansıttığı isyan enerjisi ve yol açacağı devrimci olanaklar nedeniyle önemsemek, o kitle denizinin içinde kulaç atmak, kibirli bir apolitizmden uzak durmak gerekiyor. Öte yandan, bir CHP iktidarının, 23 yılda AKP’nin inşa ettiği düzenin görece laik ve parlamenter restorasyonunun ötesinde bir programı, takati, enerjisi, ufku olmadığını net biçimde görmek, göstermek, sınırdan mücadeleyi o cepheden de yükseltmek gerekiyor.
İki: Kürt dinamiğine konjonktürel dalgalanmaların, güncel siyasetteki gelgitlerin ötesinde, hareketin bütünündeki emekçi sınıf karakteri ile bu özgüce dayanılarak yaratılan devrimci demokrat siyasal örgütlülük üzerinden yaklaşmak gerekiyor. Sınıf karakteri stratejik, siyasal konumlanış siyasal bağlaşıklık olanağıdır. Olanağın gerçekleşmesi ise yalnız Kürt dinamiğinin değil, Türkiye sosyalist ve devrimci hareketinin bundan sonra yapacaklarına, yaptırım güçlerine, yönelişlerine, birbirleriyle ilişkilerine bağlıdır. Bu sürecin amaç yolunda yürümesi için eleştiri ise, konunun tüm taraflarının hem hakkı hem de ödevidir.
[1] Sermayenin bilimsel bilgiyi, onun birikimli ürünü olan genel üretici gücü kendi mülkü haline getirmesinde, bunu doğal bir gelişme olarak gösterebilmesinde, dilin, kavramların rolünü es geçmemek gerekiyor. Örneğin, “teknoloji” yerine “genel üretici güç”, “yapay zekâ” yerine “genel zekâ” ya da insan zekâsından farkını anlatmak için “yabancı zekâ” diyebiliriz. Teknoloji belirlenimli “yapay zekâ”, sermayenin tekelinde, amaç ve işlevlerini onun belirlediği, “büyük insanlığın” ise kimi zaman korku, kimi zaman hayranlıkla ama edilgenlik ve çaresizlik içinde izlediği robot sendromu/fobisi yaratan bir gelişme olarak algılanıyor. “Genel üretici güç” dediğimiz zaman, insanlığın binlerce yılda geliştirdiği üretici güçler düzeyi, ortak miras referans alınmış “genel zekâ” da bu birikimli mirasın yarattığı toplumsal bir ürün olduğu vurgulanmış oluyor. Genel üretici gücü, doğa bilgisini toplumsallaştırma hedefi, “toplumsal birey”in gelişmesinin yollarını açan, emekçi olmayan azınlığın evrensel bilgi üzerindeki boyunduruğunun anlamsızlaştığını anlatan bir mücadele hedefidir.
[2] Dünyada ve Türkiye’de yazarınızın da içinde olduğu onlarca insan bu sorunsal üzerinde kafa yoruyor. İlgilenenler, ikisi de Yordam Kitap’tan çıkan Uygarlık Dönemeci (2021) ile Dünyada ve Türkiye’de Komünist Ufuk (2023) çalışmalarıma bakabilir.
[3] Haluk Yurtsever, Dünyada ve Türkiye’de Komünist Ufuk, agy. s. 304-308
[4] Komün Dergi’nin 13 Eylül 2029 tarihli, 3. sayısında Hikmet Acun’la yapılan “Bewusst sein’dan dasein’a; devrimcilik ‘kendinde şey’ midir?” başlıklı röportajdan. Katıldığım katılmadığım ama tartışmaya değer tezlerle dolu nehir söyleşi için: https://komundergi15.com/hikmet-acun-bewusst-seindan-daseina-devrimcilik-kendinde-sey-midir-komun-roportaj/
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.