Kooperatiflerde kapitalist ilişkilere ve kapitalist ilişkilerin yeniden üretilmesine karşıyız. Tüm bu kooperatifler, liberter belediyelerin kontrolünde olduğunda da durum değişmeyecektir. Bu belediye mülkiyeti olsa bile kapitalist meta üretiminin ve buna bağlı olarak değer yasası sona erdirilmiş olmaz. Ücretli emek kaldırılmadan devam eder. Hatta belediye komünleri adı altında binlerce yerel birim, yeterlilik yanılsaması içinde, aslında kapitalist pazarda rekabete etmeye mahkum hale gelir
Daha önce tartışmaya giriştiğim konuların üçüncü ve son halkası diyebileceğimiz, neo-Prodhoncu federalist anlayış ekseninde belediye mülkiyeti ve konfedaralizmin kapitalist ilişkilerin dışına çıkamayışını göstermeye çalışacağım.
Kooperatifler üzerine Marx’ın pek çok pasajını bulabiliriz şüphesiz. Ancak bunu tek bir biçim olarak ortaya koyduğuna dair tek bir cümle bile bulamayız. “Kapitalizme açılan ilk gedik” olarak kooperatifleri ele almak başlı başına başka bir çalışma konusudur. Ama bugün ortaya çıkan toplulukçuluk-komünalizm dolayımıyla kooperatifçilik ve bunların liberter belediyelerin mülkiyetinde şekillenmesi olarak irdeleyerek konumuz bakımından bir daraltmaya gitmemiz gerekir.
Marx şöyle diyordu:
Mevcut sistemin sürmesinin olanaksızlığını görebilecek kadar zeki olan egemen sınıf üyeleri (ki bunların sayısı az değil), kooperatif üretimin sırnaşık ve geveze havarileri olup çıktı. Ama kooperatif üretim yalnızca boş bir görüntü ve hile olarak kalmazsa, kapitalist sistemin yerini alırsa, kooperatifler hep birlikte ulusal üretimi ortak bir plana göre düzenlerse, böylece ulusal üretimi kendi yönetimleri altına alırlarsa ve kapitalist üretimin kaçınılmaz kaderi olan sürekli anarşiye ve belirli aralıklarla geri dönen sarsıntılara bir son verirlerse… Sorarım size beyler, bu, komünizmden, ‘olanaklı’ komünizmden başka ne olurdu?[1]
Pek çok gıda, tarım, toplu konutlar, tekstil vb. kooperatifleri geçmişten günümüze kuruldu, kuruluyor. Bunlar Marx’ın bahsettiği işçi kooperatiflerinin dışında gelişmektedir. Bu kooperatif yapılar esaslı olarak; küçük ve orta ölçek işletme sahiplerini de içine alacak biçimde şekillenmekle kalmaz; sermaye olarak AB projeleri, hibe fonları, uluslararası yardımlar, banka kredileri, tedarik zincirleri, büyük marketler de işin içine girer. Bu anlamıyla kooperatifler “boş bir görüntü” olarak, kapitalist üretim ilişkilerinin dışına çıkamayarak kendisini göstermektedir.
Oysa bugün şurası açıktır, üretici güçlerin geldiği şu anki aşamada ne AB fonlarına ne de herhangi bir “yatırımcı”ya gerek vardır.
Ancak kulağı ters tutmaktan kaynaklı kapitalizm içinde nesnel sorunlar ortaya çıktığı için “sermayesiz yapılamayacak şeyler” ile boğuşmak zorunda kalmaktadır toplulukçu komünalizm. Eğer yaratılmış olan zenginliği kamulaştırma yoluyla işçi sınıfının kolektif emeğine verilmezse -ki bu devrim sorunudur!- üretimi gerçekleştirmek için sermayeye başvurmak zorunda olduklarını düşünmektedirler. Bu sermaye, AB fonları görünümüyle olabilir, banka kredisi olabilir, karma biçimde sermaye ortaklığı olabilir ya da yer yer yardım fonları olarak hibe biçimlerinde kendini gösterebilir. Tüm bunlar, ortak pazar ekonomisinin baskın olmasıyla, üretim biçiminden, fiyatlandırmanın kendisine kadar kapitalist ekonomiye uygun biçimde açığa çıkmak zorunda kalır. Şüphesiz bazı kooperatifler aracı yapıları ortadan kaldırdığında (mesela kendileri doğrudan satış yaptığında) ya da yönetici kadrosunu ortadan kaldırdığında buralara harcanan giderler kooperatif üreticilerinin kendilerine kaldığında bir süre “yeterli kazanç” görünümüne sahip olabilir ama bu da “kendi kendini sömürme” olarak adlandırılan biçime dönüşmesi kaçınılmaz olmakla beraber, eğer kooperatifler sadece kendi aralarında değişim organizasyonu gerçekleştirdiklerinde ise meta üretiminin içsel çelişkilerini en baştan yeniden keşfetmesiyle sonuçlanır.
Mevcut kooperatiflerin en büyük sığınağı ürünlerden gelen kârın büyük çoğunluğunun üreticiler arasında dağıtıldığı yönündedir. “Kendi kendine yeterlilik” anlatısı, bugün gelişmiş toplumsal ihtiyaçları göz önüne aldığımızda tüm topluma “kanaatkarlık” propagandası yapılmayacaksa, ihtiyaçlarımızı da karşılaması mümkün görünmemektedir. Kapitalizm tarafından çevrelenmiş, ücretli emeğe mahkum olan kooperatifler bundan kaynaklı da piyasaya sundukları “fiyat” kapitalist değer yasası altında baskılanmakta da gecikmez.
15. yüzyılda açığa çıkmış köy kooperatiflerinin daha sonra lonca kooperatiflerinin giderek ücretli emeğe muhtaç olmasıyla beraber, sanayinin gelişmesi, dünya pazarının ortaya çıkışından fiyat oluşumuna kadarki merkezileşme sürecini terse doğru çözme isteği- yerel toplulukçu kooperatifleşme, üretimi parçalara bölme gibi- yeni baştan kapitalizmi keşfetmeye adaydır bu haliyle.
Bu tarz kooperatifler, dünyanın her yerinde olduğu gibi, su kaynakları, petrol, doğalgaz, madencilik, ticaret yolları konu olduğunda bütün anlatı tepe taklak olur, kooperatifçiliğin en kötü halleri bile unutulur, anonim şirketler gibi hareket etmekten başka çıkar yol da bulamazlar. Merkezi burjuva devlet ise yerelde burjuva egemenliğini sarsmayacak hatta burjuva üretim ilişkilerini yerellere kendi elleriyle taşıyacak bu biçimden de her zaman rahatsızlık duymaz.
Kropotkin ile Lenin’in tanışma anısından bir kesit burada anılabilir;
Kropotkin: “Yoldaşlarınızın komünizm adına yaptıkları beni çok mutlu ediyor ve zaten yaşlanan kalbimi mutlu ediyor. Ama şimdi kooperatiflerin hayatını zorlaştırıyorsunuz ve ben kooperatiflerden yanayım!”
“Ama biz de onlardan yanayız!” diye haykırdı Vladimir İlyiç yüksek sesle, “sadece kulakların, büyük toprak sahiplerinin, tüccarların ve özel sermayenin arkasına saklandığı kooperatiflere karşıyız. Biz sadece bu sözde kooperatiflerin maskesini düşürmek ve nüfusun geniş kesimlerine gerçek kooperatiflere katılma fırsatı vermek istiyoruz!”[2]
Biz de bugün diyebiliriz ki; kooperatiflerde kapitalist ilişkilere ve kapitalist ilişkilerin yeniden üretilmesine karşıyız.
Tüm bu kooperatifler, liberter belediyelerin kontrolünde olduğunda da durum değişmeyecektir. Bu belediye mülkiyeti olsa bile kapitalist meta üretiminin ve buna bağlı olarak değer yasası sona erdirilmiş olmaz. Ücretli emek kaldırılmadan devam eder. Hatta belediye komünleri adı altında binlerce yerel birim, yeterlilik yanılsaması içinde, aslında kapitalist pazarda rekabete etmeye mahkum hale gelir. Komünler arasında bile, meta mübadelesi ve piyasa ilişkilerinin hükmü sürmeye devam eder. Böylece kapitalizmin embriyonik yapısı yeniden oluşur; üretim araçları üzerindeki kolektif mülkiyet, proletarya diktatörlüğü altında gerçekleşmediğinde kendi kendini yadsır ve kapitalizm bataklığına saplanması kaçınılmaz olur.
Bu anlamda liberter belediyecilik anlatısı, merkezi devlette demokrasinin kırıntısı dahi yokken, yerel demokrasiyi ve “komünler komününü” devrimci marksist sınıf mücadelesinden-savaşımından uzaklaşarak kapitalizme ve burjuva diktatörlüğüne “dahiyane” çözüm getirdiğini zanneder. Bu yaklaşım, kapitalizmin yapısal sorunlarını “yerel yönetimler” “yerelcilik” “toplulukçuluk”a indirgeyerek, “devlet dışılık” anlatısı yapmasına rağmen somut olarak giderek sistem içileşir esaslı olarak.
“Belediye sosyalizmi” düşüncenin esas hatası şudur: “ Tam da bu alanda sosyalizmin kısmen gerçekleştirilmesi küçük-burjuva ütopyasının özellikle hiç şansı yoktur. Dikkatler yerel nitelikli küçük sorunlara – burjuvazinin sınıf olarak egemenliği sorununa değil, bu egemenliğin temel araçları sorununa değil, bilakis burjuvazinin ‘halkın gereksinimleri için’ ayrılmasına izin verdiği üç-beş zavallı kırıntının harcanması sorununa çekilir. Burjuvazinin kendisinin sağlık hizmetleri için (Engels, “Konut Sorunu”nda, kentlerde salgın hastalıklarının gelişmesinin burjuvaziyi korkuttuğuna dikkat çekmektedir), eğitim için (burjuvazinin tekniğin yüksek seviyesine ayak uydurabilecek eğitilmiş işçilere ihtiyacı vardır!) vs. ayırdığı (toplam artı-değer kapasitesiyle ve burjuvazinin devlet giderlerinin toplam tutarıyla karşılaştırıldığında) son derece düşük olan bu miktarlarının harcanması sorunu öne çıkarıldığında, böylesine küçük sorunlar alanında “sosyal barış”, “sınıf mücadelesinin zararları” vs. üzerine güzel laflar etmek mümkün olur” [3] diyordu Lenin “belediye sosyalizmi” için 1907’de.
Bookchin tüm liberter belediyelerin, “komünler komünü”nde ya da eş anlamlı kullandığı konfederasyonla birleşmeyi tarif etmektedir. Aynı zamanda bu terimi federasyonla eş anlamlı kullandığını söyler.[4] Radikal demokrasiye sahip “sivil cumhuriyet” altında özerk liberter belediyelerin çatısı olarak konfederasyon-federasyondur, “komünler komünü”.
Şöyle diyor Bookchin:
Konfederasyon her şeyden önce üyelerinin veya delegelerinin çeşitli köyler, kasabalar ve hatta büyük şehirlerin semtlerindeki popüler yüz-yüze demokratik topluluklardan seçildiği bir yönetici konseyler ağıdır.Bu konfederal konseylerin üyeleri kelimenin tam manasıyla temsili olarak seçilmiş, geri çağrılabilir ve onları toplulukların kendileri tarafından formüle edilmiş politikaların koordinasyonu ve yönetimi amacı için seçen topluluklara karşı sorumludurlar. Bu yüzden, cumhuriyetçi hükümet sistemlerindeki temsilcilerin olduğu gibi politika yapmak değil, tamamen yönetimsel ve pratik bir işlevleri vardır.[5]
Buradan anlaşılacağı üzere merkezileşme üzerine negatif anlatıya rağmen çok fazla merkezisizleşmeye de karşı bir önlem olarak konfederalizm bir çözüm olarak sunuluyor. Politika yapmak yerel liberter belediyelerde radikal demokrasiye sahip sivil cumhuriyetin yurttaşları tarafından yapılırken yönetimsel ve pratik işlev için konfederal bir çatı tahayyül ediliyor.
Politika yapmayı yerel meclislere, yönetimsel ve pratik işlevleri ise konfederal yapıya bırakmak, politika ve yönetimi de esasından birbirinden ayırmak anlamına gelir. Komünler komünü’ne seçilen delegelerin politika yapmadan “politikaların koordinasyonunu sağlama” görevi, konfederasyon merkezinde politika dolayımıyla ikna sürecini de rafa kaldırmakla beraber yereldeki tüm politik kararları en sonunda parmak demokrasisine indirgenmiş olarak açığa çıkar.
İkinci yazıda da belirttiğim gibi radikal demokrasiye sahip “sivil cumhuriyet”te sadece yurttaş kimliği -ne işçi ne burjuvazidir bu yurttaşlar güya- ile yüz yüze gerçekleştirilen demokrasi anlatısı, üretim alanıyla politikayı birbirinden kopartarak açığa çıkmıştı. Yani herkes “yurttaş” olarak toplumun çıkarlarına uygun davranacağı bir yerel mecliste, somut çelişkileri bir gömlekmiş gibi çıkartıp toplum yararına karar verebileceği öngörüsü anlatısının özcü bir yaklaşım olduğunu göstermeye çalışmıştım. Bunun üzerine diyebiliriz ki;
Patronunun karşısında bir işçiyi şöyle konuşturuyordu Marx: Örnek bir yurttaş olabilirsin, belki de Hayvanları Koruma Derneği üyesisindir ve hatta dindarlığınla da tanınıyorsundur, fakat senin bana karşı temsil ettiğin şeyin göğsünde kalp yoktur.[6]
Evet gerçekten de üretim alanında iyi niyetlere yer yoktur. O halde var olan çelişki de iyi niyetin tecelli edeceğine olan inanca bırakılamaz. Bu yüzden üretim alanındaki somut çelişkiler ne “piyasanın gizli eli” tarafından zamanla dengelenir ne de ahlaki-etik davranışlarla politik alanda alınan kararlar doğrultusunda toplumun genel çıkarlarına doğru her şey “insanileşir”. Burada uzlaşıya gidilecek bir alan yoktur. Ve bu somut çelişki ortaya apaçık konulduğunda, üretim ve yeniden üretimin zorunluluk ilişkilerinden bahsedildiğinde, Marksizm’e yönelik “ekonomik indirgemeci” suçlamaları alabildiğine genişler. Tam da burada işçi sınıfının içinde bulunduğu ilişkiler noktasından politika yapması zorunludur. Ve işçi sınıfının politik hattı kuruldukça kendi sınıf düşmanlarına alan açabilecek herhangi bir düzlemde kendi istem ve özlemlerinden vazgeçmesi, kendi çelişkilerini rafa kaldırması söz konusu bile değildir.
Konfederasyonda ise işler biraz daha farklılaşır. Konfederal yapıya gönderilen delegelerle yönetim ve politika yapmayı birbirinden ayırmaya çalışarak merkezi yönetimden kaçınılabileceği düşünülür. Burada sadece yerel meclislerde alınacak kararların koordinasyonu sağlanacaktır. Oysa bu iki durumun da ortak bir sorunu var; zorunluluk ve özgürlük alanında toplumsal hayatı belirleyecek her “idari” karar, kaçınılmaz olarak politik sonuçlar doğurur ve içinde çelişkiler barındırır. Bookchin’in konfederalizminde sadece meclis kararının taşıyıcısı olarak delegelerin görevi politika yapmak olmadığı için de delegenin kendisi basit bir oy taşıyıcısı haline gelir. Haliyle yereller arası çelişkiler de çelişki olarak kalır, komünler arasındaki ilişkiyi, kendi iradelerinin ürünü olan, dönüştürülebilir, canlı bir siyasi süreç organize edilmesinin de önü tıkanır, yereller arası organik bağ da kopartılmış olunur. Bu, burjuva parlamentolarında partilerin kendi aralarında oy kullanmasından niteliksel bir fark taşımaz; sadece yerelden (bir hata olan üretim ve politikayı birbirinden ayırarak) merkeze kararın taşınması biçiminde niceliksel olarak değişmiştir. Sonuç itibariyle Bookchin, proletaryanın kendi iktidar organlarını yaratmasından kaçınmanın sonucu olarak, burjuva devlet aygıtının yerelleştirilmiş bir versiyonunu hiyerarşi karşıtlığı altında tekrar kurumsallaştırır…
Tüm bunlara ek olarak şöyle denmektedir; “Bundan sonra Kürdistan’da üç hukuk geçerli olacaktır: AB Hukuku, Üniter Devlet Hukuku , Demokratik Konfederal Hukuk.” (A. Öcalan) Bunlarla beraber öne sürülen Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı da bu sayılanlarla birleştirerek bir kurtuluş reçetesi olarak önümüze konmakta.
Tüm bu “hukuk” başlıkları üretim araçlarının özel mülkiyetinin ilgasıyla ilgili herhangi bir şey söylemez. Devasa organize sanayilerinin yanı başında “yerel yönetimler”, devasa tekellerin gölgesi altında “yerel demokrasicilik” kapitalist mülkiyeti ve merkezi devleti “bypass” etme hayali ancak kapitalist ilişkilerin yerel ölçekte de yansıması olarak açığa çıkar. Liberter belediyecilik, siyasal biçimi devlet dışılığı bir yana onun bir parçası hatta yeniden üreticisi haline gelir. “Bir şeyin adını değiştirince kendisini de değiştiğini sanmaktadırlar.” (F. Engels) Adı konmamış devlet hâlâ devlettir, anayasa yerine “toplumsal sözleşme” biçimleri hâlâ burjuva hukuk sınırlarındadır.
Sonuç olarak, Proudhon’un küçük-burjuva ütopizminden de geri liberal-halkçı bir biçim kazanır. Küçük meta üreticiliği ve yerel özerklik zaten kapitalizm tarafından merkezileştirilmiş olarak önümüzdedir. Bunu yeniden “küçük üreticiler birliği” biçimine dönüştürme isteği beyhudedir. Tarihte ilk defa çoğunluğun kurtuluşu proleter sınıfın kurtuluşuna bağlanmıştır, ilk defa bir sınıfın tüm yararına olan, tüm toplumun ve doğanın yararı haline gelmiştir, haliyle toplumsal kurtuluş da yerel komünlerin federasyonuyla değil, burjuva devlet makinesinin parçalanması ve onun yerine, üretim araçlarının toplumsallaşması aracı olarak proletarya diktatörlüğüyle mümkün olacaktır. Bu diktatörlük, ücretlilik sistemi, sınıflar ve meta üretimi ortadan kaldırabilecek maddi koşullara sahip olmasından dolayı devrimci sürekliliğe sahiptir. Diğer tüm yollar, kaçınılmaz olarak, kapitalizmin yeniden üretimine çıkar.
Komün’ün sadece varlığı bile, apaçık bir şey olarak, belediyesel özgürlüğü içeriyordu; ama bu özgürlük bundan böyle, artık kaldırılmış bulunan devlet iktidarı için bir engel değildi. Paris Komünü’ne, kentlerin yönetimini Prusya devleti polis makinesindeki basit ikincil çarklardan başka bir şey olmama derecesine düşüren, o 1791 eski Fransız belediye örgütünün karikatürü Prusya belediye rejimi özlemleri yükleme düşüncesi, ancak ve ancak, eğer kendi kan ve demir entrikalarına gömülmüş bulunmasaydı, kafasal çapına öylesine uyarlı olan eski Kladderadatsch (Berlin Punch’u) yazarlığı mesleğine seve seve dönecek olan bir Bismarck’ın usuna, ancak ve ancak böylesine bir kafaya gelebilirdi. [7]
Biz de diyebiliriz ki, Komün’ü belediye ekonomisine, ulusal, cinsel sorunları “demokratik entegrasyona”, kapitalist devlet aygıtının parçalanması yerine onu bypass etmeye indirgeyen her akıl halkçı demokratizmden de geriye düşerek liberal-halkçı reformizme dönüşür.
Geçmişte, su, enerji, ulaşım gibi konularda ya da bazı gıda kooperatiflerinde “halkçı” görünüme sahip belediye deneyimleri yaşandı şüphesiz.
Ancak bugün belediyelerin, kapitalist ilişkilerin içine çekilmesiyle geçmişteki özelliklerinin pek çoğunu yitirmiş onun yerine kapitalist biçimleri almıştır. Belediye bütçeleri, banka borçlanmaları, yatırımları, “kamu hizmetleri”, taşeronluklar, özelleştirmelerle beraber kapitalist ilişkilerin hakimiyeti esas biçimi almıştır. Belediyeler kendi bünyesinde özelleştirme ya da yarı-özel şirketler aracılığıyla da kapitalist işlev üstlenmiştir. Haliyle belediye, sermayenin yerel ölçekteki çıkarlarının aracı haline gelmiştir.
Mali oligarşik yapıda belediyelerin kendisi bu anlamıyla sermayeye bağlanmış vaziyettedir. Hatta kendisi de sermaye odağı haline gelmiştir. “Kamu hizmeti”nin kendisi de esaslı bir dönüşüme girerek, doğrudan sermaye projeleri haline gelmiştir. Türkiye’de büyükşehir belediyelerin projeleri bunu bize kanıtlamaktadır. Belediyede taşeron işçilerinden, kadrolu işçiliğe kadar emek sömürüsü içinde değerlendirilmelidir.
Özellikle son yıllarda yaşadığımız kayyımlarla belediyelerde sadece yönetime el koyması değil, kayyımların şirketleşme, özelleştirme, sermayeye uygun hareket etmesiyle de öne çıkmaktadır. Yakın geçmişte alınan sözde “halkçı belediyeler”i borçlandırılmış belediyelerin borçlarını ödemeye devam etmiş, hatta bununla övünmüş, taşeronlaşmaya genel olarak olarak dokunmamış, alınan belediyelerde ise halkla politika yapma arasındaki uçurumu da kapatmaya çalışmamıştır.
Yine yerel yönetimlerde, organize sanayi bölgeleri yerel yönetim anlayışlarının konusu bile olmadığı gibi, AKP’nin 2010’lu yıllardan beri sürekli olarak hayalini kurduğu bölgesel asgari ücret ve Irak-İran-Suriye ile “serbest bölgeler” ise temel yönelimleri haline gelmemesi imkansızdır.
Ancak bırakalım sosyalistleri burjuvazinin partileri bile yerel çalışmalar yapmak zorundadır. Sadece yerel çalışmalar yapmak zorunda değil fi tarihinden bu yana iktidarı-yönetimi almak isteyen herkes temel olarak geniş kitlelere seslenmek zorundadır. Kendi azınlık çıkarlarını, geniş kitlelerin çıkarı olarak göstermek zorundadır. Geçmişte kölelere seslenen din adamlarından, bugün mahalle muhtarlığına kadar hep böyle olmuştur. Bugün ise yerel demokrasiyi ve yerel ekonomiyi “kendi kendine yeterlilik” biçimine indirgeyen anlayış, devrimci Marksist özden uzaklaştıkça burjuva ağlara takılmaktan ileri gidemez.
Komünistler yerel yönetim kurumlarında çoğunluğu ele geçirmesi halinde, işçi sınıfı hareketiyle desteklenmesiyle beraber, Komitern’de alınan bazı kararları hâlâ uygulamalıdır.
1-Merkezi burjuva devletine karşı devrimci muhalefeti sürdürme;
2- burjuva devlet iktidarının gerçekten büyük değişikliklere koyduğu sınırlamaları her fırsatta ortaya koymalı;
3) işçi sınıfı ve komünist hareketle beraber devlet iktidarıyla çatışma korkusu yaşamadan en keskin devrimci propagandayı geliştirmeli;
4) belirli koşullar altında yerel yönetimin yerine yerel işçi konseylerini getirmelidir. Dolayısıyla, komünistlerin yerel yönetimdeki tüm faaliyetleri, “kapitalist sistemi altüst etme” genel çalışmasının bir parçası olmalıdır.[8] Komitern’de alınan kararların güncel işçi sınıfı hareketinin ve komünist hareketin güç dengeleriyle uyarlanabilir, çeşitlenebilir olduğu gerçekliği ile beraber, işçi sınıfı merkezli hareketin dışında, merkezi burjuva devletini hedefe koymadan açığa çıkacak kooperatifler, yerel yönetimler vb. kapitalizmin altında orta-uzun vadede gitgide çürümeye mahkumdur.
Son olarak; bu konularda tartışmayı sürdürmek bir yerde hâlâ önemli. Liberal-demokratizm hayallerinin, Marksist devrimci sınıf mücadelesine karşı kibirli ve aşağılayıcı biçimde soğuk savaş kampanyasına dönüştüğü şu evrede yapılacak olan, ideolojik-teorik-felsefi tartışmanın derinleştirilmesi ve sınıf mücadelesinin ve sosyalist proletarya diktatörlüğünün hâlâ güncel olduğunu gözler önüne sermek yeterli olmamakla birlikte yapılması gerekmektedir.
Önceki yazılar:
[1] K. Marx, Fransa’da İç Savaş, 1871
[2] https://www.marxists.org/reference/archive/kropotkin-peter/1917/a-meeting.html
[3] Lenin, Seçme Eserler- Cilt-3 İnter yayınları sf. 253
[4] http://dwardmac.pitzer.edu/Anarchist_Archives/bookchin/CMMNL2.MCW.html
[5] https://tr.anarchistlibraries.net/library/murray-bookchin-konfederalizmin-anlami
[6] K. Marx, Kapital Cilt-1, Yordam Yayınları
[7] K. Marx, Fransa’da İç Savaş
[8] https://www.marxists.org/history/international/comintern/2nd-congress/ch08a.htm#v2-p49
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.