Koca İstanbul’da yeşillenmeyi bekleyen onca betona boğulmuş köşe bucak dururken niye Sirkeci Garı’na millet bahçesi yapılmak istenir? Niye zaman denen o zalime başkaldıran bir zamansız güzelliğin, İstanbul’un alamet-i farikası bir tarihi kahramanın, Sirkeci Garı’nın şimdiki zamanın açgözlülüğüyle özüne aykırı bir hâle getirilmek suretiyle kapatılıverilmesi bunca doğal karşılanır ülkemde?
Yeryüzünün 1895 tarihli, 55 saniyelik ilk sinema filmi “Bir trenin Ciotat Garı’na varışı”dır. Sevdiğini bekleyenlerle trene yetişme telaşındakiler gündelik hayhuylarıyla devinirken, bir başka dünyadanmışçasına özgür ve yabanıl tren başrolde çıkagelir; zamanı ve mekânı gürül gürül delip geçer. Yeryüzünün anlatılacak tüm hikâyeleri o garda başlar. Tüm kahramanlar tüm duygular tüm olaylar tüm durumlar birbirine raylarla örülüverir. Hikâye denen bilmeceyi demiryolu kadar katıksız karşılayan bir imge, hem de böylesi şairanelikte, bilmem icat edilmiş midir? Hızla yol alan bir trenin camı halihazırda içinde sinema oynayan bir beyazperde değil de nedir? Sevdiğim her filmde, her romanda trenler çıkar karşıma. Sanatın tılsımı sayarım rayları.
İlk sinema hayalim, Oğuz Atay’ın Demiryolu Hikâyecileri’nin uyarlamasıydı. Akademiden pek hazzetmesem de üniversitede Tolstoy’un Anna Karenina romanındaki demiryolu imgesi üzerine kurduğum makalem akademik makale yazmaktan zevk duymamı sağlamıştı. Romanlarımdan eksik etmedim trenleri tramvayları. Hâl böyleyken, 2024’ün sonbahar ve kışında çektiğim, yazdığım şiirlere dans ettiğim ilk kısa filmim, Bırak Uğuldasın Güzelliğin Rüzgârı’nın en can alıcı sahnesi de Sirkeci Garı’nda geçti elbette. Raylar, ‘tüm mümkünlerin kıyısı’ olmuş, efsunlu bir sabırla, gelecek trenin fırtınasıyla titreşip yeniden can bulmayı beklerken yolcu ne içine sığabilir ne dışına. Bir tren alsın götürsün ister onu. Ne ki tren gara varmak bilmez. Oysa tüm garların atası Ciotat’tan katbekat güzeldir Sirkeci Garı.
Doğulular için çağdaş Batı’ya çıkan serüven yolu, Batılılar içinse mistik Doğu’ya açılan albenili kapı. Türk mimarisini incelemek üzere İstanbul’a gelmiş Prusyalı mimar August Vasmund’un oryantalizmle rasyonalizmi harmanladığı 1890 tarihli eseri. Ta Marsilya’dan getirtilmiş pembe taşları, minarevari kemerleri, gül vitraylarıyla Doğu’nun işveli endamının, simetrik, incelikli, gotik yapısıyla Batı’nın ihtişamlı tavrının birbirine perçinlendiği nev-i şahsına münhasır İstanbul harikası. Memleket sevdası sözde kalmayan Sultan Abdülaziz’in “Memleketime demiryolu yapılsın da isterse sırtımdan geçsin, razıyım” beyanı üzerine Topkapı Sarayı’nın bahçesine kurulan Sirkeci Garı. Dünyanın en görkemli, en davetkâr, en edebi ve en sinematografik treni, ilk seferine 1883’te çıkmış Orient Ekspres’in ilk ve son durağı.
Güzelim İstanbul’umuzdan, şuracıktan, ayakucumuzdan kalkıp, aşkın, sanatın, özgürlüğün diyarı Paris’e varan bir trenden daha eşsiz bir düş kurabilmiş değilim! Şimdilerde yazdığım romanımda yarattığım Eski İstanbul Ekspresi adlı vapur her ne kadar zamanda da yolculuk etse, kaderi benim gerçeğimle bir; İstanbul’dan kalkıp İstanbul’a varıyor. Benimle aynı düşten mustarip bir başka romantik sanatçıyla, Ekin Urcan’la evlendiğimizde çıkamadığımız Paris balayımıza hayalimizde çıkmak arzusuyla nikâhımızın ertesi günü, İstanbul’a karlar yağarken Sirkeci Garı’na gitmişliğimiz, adını hayallerimizin treninden alan Orient Ekspres restoranında yüzyıl önce Avusturya’dan taşınmış çini sobalarla ısınarak Orient Ekspres trenini beklemişliğimiz pek tabii.
“Tren iyi ki gelmedi” diyerek avutmuştuk o akşam kendimizi, yoksa nasıl karşılardık en aşağı mevkii bile lüks kalan biletleri? Hayalimizde Orient Ekspres Sirkeci Garı’na sadece ikimiz için buhar buhar yanaşmıştı. Bizi alıp Sofya’yı, Belgrad’ı, Budapeşte’yi, Viyana’yı, huşu içinde geçip, gözümüzde tüten Paris’e kavuşturmuştu. Bizim emektar İstanbul vapuruyla eve dönerken, birden, “Keşke tren gelseydi… Görmek, el sallamak bile yeterdi. Sirkeci Garı kim bilir nasıl da özlüyordur kıyısına varan trenleri!” deyip iç çekmiştik. Onu gelmeyen trenini bekleyen kimsesiz, kasvetli bir gara dönüştüren, ona eskisi gibi kıymet vermez olan yolcular değil mi herkesten evvel? Yolcular inatçı bir kadirşinaslıkla bu raylardan hikâyelere atılmak isteseydi, İstanbul dünyadan kopuk bir yalnızlığa dönüşebilir miydi ve gün gelip Devlet Demir Yolları halkın garını Kültür ve Turizm Bakanlığı’na falanca yıllığına bir ihale karşılığında devredebilir miydi?
Keriman Halis Ece’nin dünya güzeli seçilip 1932 yazında Belçika’dan memlekete dönüşünü Sirkeci Garı’na sığamayan tüm İstanbul’un kutladığı geçmiş zamana ait hisseden niye bir tek ben ve benim gibi üç beş gerçek İstanbullu? Niye kahvaltılıklar hazırlayıp, Eminönü’nün en dürüst ve güleç simitçisinden iki taşfırın simidi alıp annemle Sirkeci Garı’nın pembe duvarına yaslanmış ufarak tabureli çaycısında buluşup, kahvaltı edip, sonrasında o kıvrak bekleme koltuğunda okuyup yazmak gibi bir canım adeti sürdüremeyeceğim diye pırpır eder kalbim? Koca İstanbul’da yeşillenmeyi bekleyen onca betona boğulmuş köşe bucak dururken niye Sirkeci Garı’na millet bahçesi yapılmak istenir? Niye zaman denen o zalime başkaldıran bir zamansız güzelliğin, İstanbul’un alamet-i farikası bir tarihi kahramanın, Sirkeci Garı’nın şimdiki zamanın açgözlülüğüyle özüne aykırı bir hâle getirilmek suretiyle kapatılıverilmesi bunca doğal karşılanır ülkemde?
Niye romanlara, filmlere sahne olmuş, İstanbul’u dünyanın mihenk taşlarından biri tutmuş Sirkeci Garı bir yaz günü âniden boşaltılıverir, çay getirdiğinde “çok çok teşekkür ederim” diyen anneme, “çok çok afiyet olsun” diyen çaycı abim niye bir günde işsiz kalır, niye popüler kültürün fenomenlerince tavsiye edilmediğinden o muhteşem atmosferinde hemen hepsi turist üç beş kişinin yemek yediği Orient Ekspres restoranının geçmişle gelecek arasında tedirginlikle bekleyen aşçısı, garsonu, temizlik görevlisi kapı dışarı edilir? İlle açılacaksa bir Göç Müzesi Sirkeci Garı’ndan başka yer bulunamaz mı İstanbul denen ummanda? İstanbul’un diğer kapısı, en az Sirkeci Garı kadar hayati, kıymetli, hikâyeli ve görkemli Haydarpaşa Garı’na restorasyon adı altında senelerdir reva görülen iç acıtan atıllık sırasıyla tüm biricik İstanbul suretlerine kader mi bellenecektir?
İkinci romanım Kırık Beyaz’da geçen, “Sirkeci garı pembeliğinde gülümsedi de gülümsedi” cümlesini okuyan kaç kişi bilir, önemser, öpüp başına koymak ister o pembeyi? Onuncu yıl marşımızda gönendiğimiz, anayurdu dört baştan ördüğümüz demir ağların devrimci, ilerici, özgürleştirici varlığını kaybetmek niye sadece birkaçımızın canına dokunur? İstanbul’a çöreklenmiş gelip geçici moda mekânlarda gezinip durmayı İstanbulluluk sanan zamane çoğunluk nasıl İstanbullu der kendine, İstanbul’u yaşamaz, İstanbul’u yaşatmazken? İstanbul’dayken İstanbul’u özlemeyi kaç kişi hisseder işte şuracığında? O trenin Sirkeci Garı’na varışını görmeliyim. Hayallerimde, romanlarımda değil; hayatın ta kalbinde. Çok ama çok sevdiğim erengül pembesi Sirkeci Garı’ndan trene binip dünyaya ulaşmalı, dahası nice diyardan geçip, Sirkeci Garı’na dönmeli ve “Evim evim güzel evim, ben geldim!” demeliyim mutlulukla. İstanbul’u şu cılız kollarımla sarıp, sahiplerinin doymak bilmez iştahından korumalıyım. Her cümlemde İstanbul’u anlatmalı, her günümde İstanbul’u yaşamalıyım. Hikâyesini sürdürmeliyim İstanbul’un. O treni tutup ellerimle Sirkeci Garı’na vardırmalıyım.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.