Alevi-Bektaşiler, 19. yüzyılda Osmanlı’nın kapitalist yarı-sömürge ilişkileriyle paralel gelişen merkezi yönetim ve servet transferi düzeninin ilk kurumsal kurbanı oldu. Bu düzen ancak Alevilerin mülksüzlüğe itilmesiyle kurulabildiyse Alevilik, Alevilerin bir kısmı zamanla asimile olsa da kültürünü sürdürebilmeyi nasıl başarabildi? Denilebilir ki Alevilik 19. yüzyılı Kalenderi ya da bir başka deyimle ‘homo sacer’ bir anlayışla atlatmayı başarmış, sonrasında cumhuriyetle özellikle de son 70 yıldır mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi mücadelesinde yerini alarak kültürünü erimeden sürdürmüştür
1839 yılı nisan ayının ilk günlerinde İngiliz Kraliyet Coğrafya Topluluğu’ndan William Francis Ainsworth adında bir gezgin Mucur üzerinden Hacıbektaş’a gelir. Ainsworth ve yardımcısının atları, kasabanın girişindeki dereyi geçerken çamura saplanır. Geceyi ‘ayan’ın yeni yapılmış taştan evinde geçirirler. Hacıbektaş’ta önünde deve bağlı ve görece temiz tek ev budur. Ainsworth’un cebinde ise yardım zorunluluğunu düzenleyen padişah fermanı vardır.
İngiliz coğrafyacı, Hacıbektaş’ı bakımsız ve verimsiz, halkı ise tembel bulur. O tarihlerde yakınlardaki Tuzköy’de yılda 300 deve yükü tuz[1] çıkarılmakta, bu tuzun geliri vakfiye olarak Hacıbektaş’a yollanmaktadır. Ainsworth, “her tarafta halk vergilerden şikâyet ediyor, Hacıbektaş’ta vergi muafiyeti var, üzerine her yıl tuz geliri almasına rağmen Hacıbektaş niye bu halde?” diye sorar. Yazdıklarından ‘ayan’ın evinin az ilerisindeki Hacıbektaş-i Veli’nin mezarının da harabe halde olduğunu öğreniriz.[2]
Ainsworth’un ‘ayan’ (yerel feodal) dediği 1826’da Hacıbektaş Dergâhının başına atanmış olan Nakşibendi Şeyhi Kayserili Mehmet Sait Efendi’dir. Dergâha vakfedilmiş gelirin 15’te 12’sini dergâhtaki Bektaşi babaları ve dergâh için kullanacak olan Sivaslı Mehmet Nebi Dedebaba[3] görevden alınmıştır, vakıf gelirinin 15’te 3’ünü alacak olan Hamdullah Çelebi[4] ise önce idamla yargılanmış sonra ailesi ve beraberindeki 70 kişiyle Amasya’ya sürülmüştür.
Vergi muafiyeti Çelebi ailesinin topraklarının 500 dönüm özel mülkü ve dergâhın topraklarıyla sınırlıdır. Bunlar da 1826’da Nakşibendilerin kontrolüne geçmiştir.[5] Nakşibendi şeyhi Kayserili Mehmet Sait Efendi de tuz, toprak gelirleri ve muafiyetleri kendine bir ev yaptırmakta[6] ve tarikatına servet transferi yapmakla değerlendirmiş, dergâhtaki mezarların bakımıyla bile ilgilenmemiştir.[7]
Gerçekten de İngiliz cerrah, jeolog ve coğrafyacı Ainsworth’un dediği gibi Hacıbektaş bakımsız ve yoksuldur. Verimsizliğe gelince gezdiği yerlerde potansiyel/verimlilik kıyaslamaları yapmaktadır. Kapitalist İngiltere’nin ekonomik fırsatlar ve yeni pazarlar arayışı için dünyanın dört yanına yollanmış Kraliyet Coğrafya Topluluğunun üyelerinden biridir. Seyahat planına Hacıbektaş’ı tuz madeni için almıştır. Onun verimsizlik sandığı şey, Hacıbektaş’ı, dergâhı ve mezarları dahi harabe hallere düşüren gerçekte 13 yıldır bütün gelirlerine çökülmüş olmasıdır.
Ainsworth, kibirli ve kimi zaman kestirme değerlendirmeler de yapar, örneğin sert bir kışın hüküm sürdüğü Kırşehir’i ipek üretimi için(?) uygun bulduğuna dair bir bölüm de var kitapta. Ancak Osmanlı coğrafyasının farklı bölgelerine dair isabetli değerlendirmelerde de bulunmuş[8], Çukurova’da bataklıkların kurutulup, göçmen aşiretlerin zorla iskân edilmesi ve Manchester tekstil sektörünün ihtiyacı olan pamuğun kitlesel üretimi bu değerlendirmeler üzerine gelişmiştir.[9]
Bu sömürge yetkilisi Hacıbektaş’tan ayrılıp, Kızılırmak’a geçerken gördüğü Hırka Dağını İrlanda coğrafyasındaki tepelerle özdeşleştirir. Tiocfaidh ár lá[10] diyelim ve biraz geriye 1826’ya gidelim.
Yeniçeri Ocağının kaldırılması[11], Bektaşiliğin yasaklanması[12], Hacıbektaş Dergâhına bağlı Osmanlı coğrafyasına yayılmış örgütlenmenin dağıtılması, tüm bu örgütlenmenin bina ve topraklarına[13] çökülerek mülklerin başta Nakşibendiler olmak üzere devrin diğer tarikatlarına verilmesi 1826 yazında yaşanır.
Tüm bunlar Alevileri kendi iç örgütlenmelerinden mahrum bırakır, sistem dışına iter, onları ücra, elverişsiz dağ başı ya da batak, coğrafi olarak verimsiz köylerinde kendi yağıyla kavrulmaya çalışan bir duruma düşürür.
Devşirme Hristiyan çocuklarından kurulan, Osmanlı’nın yağma ve ganimet paylaşımına dayanan ekonomi politik düzeninin vurucu gücü yeniçerilik yeni üretim ve değişim ilişkilerinin gelişmesi karşısında işlevini kaybetmeye başlar. Devlet hiyerarşisinde yükselmesi özellikle ulemanın girişimleriyle sınırlanmaya başlanan, bozulan ekonomi ve değerini yitiren Osmanlı parasıyla maaşları pul olmaya başlayan yeniçerilerin İstanbul halkıyla esnaflık, ticaret ve küçük üretim yoluyla yatay bağlar geliştirmesi gecikmez. Yerasimos’un deyişiyle “silahlı bir orta sınıf” vardır artık.[14] Bu sınıf iktidarın vurucu gücü olmaktan çıkmaya başlamakta, tekrarlayan halk ayaklanmalarının motor gücü olmaya başlamaktadır.[15]
İktidara gelme potansiyeli mevcut, iktidarı devirme potansiyeli güçlü, gayrimüslim kesimle organik bağları olan, yerli burjuva bir güç doğmaktadır. Osmanlı coğrafyasına nüfuz etmeye çalışan kapitalist Avrupa devletlerinin yerli rakip istememesi, yukarıdan aşağıya merkezileşme çabalarını sürdüren, aşağıdan hareketleri sürekli ezen ya da birbirine kırdıran Osmanlı devletinin arayışlarıyla buluşur. Sonuçta Mora ayaklanması ve Kavalalı isyanı ortamında, İstanbul’da kıtlığa varan tedarik problemleri varken başta İngiltere olmak üzere dönemin büyük devletleri, ordusunu imha etmeye hazırlanan Osmanlı yönetimini sergiledikleri kayıtsızlıkla cesaretlendirir, hatta İngiltere eşzamanlı Yunan isyanı için arabuluculuk görüşmelerinde gerekmediği halde fazlasıyla uzlaşmacı davranır[16], Osmanlı yönetimini rahatlatır.
Resmi tarihin modernleşme yolunda kilometre taşı olarak anlattığı, ‘Hayırlı Olay’ olarak kayda geçirdiği imhanın arkasından Osmanlı toplumundaki üretim ilişkileri, emperyalistleşen İngiltere ve diğer Avrupa ülkeleri eliyle hızlıca çözülmeye başlar. İngiltere’yle imzalanan Baltalimanı Anlaşması yarı-sömürgeleşmeyi kayda geçirir, gümrük duvarlarını indirir, hammadde ihracı ve mamul mal ithalatı önündeki engelleri kaldırır. Ainsworth seyahatinin Kapadokya’daki kısmında Nevşehirli birinin “Ah, zaman değişti; kısa bir süre önce ‘Gavurlar’ bu bölgelerde cezasız seyahat edemezdi” dediğini aktarır.[17] Bu süreç sermaye sahibi gayrimüslim yerel eşrafın komprador ilişkilere sürüklenmesiyle atbaşı gider.
1826’da Nakşibendilik devrin tarikatları içinde görece küçük bir pozisyondadır. 1826’da Bektaşiliğin illegalize edilmesiyle el konulan mülklerle ihya olur. Nakşibendiliği 19. yüzyılda büyüten bir başka konu da Baltalimanı anlaşmasıyla Osmanlı coğrafyasına nüfuz eden kapitalist ilişkilerin feodal üretim ilişkilerini yıkmasına tepkiyle kitleselleşmesidir. Emperyalizme bağımlı bir rant dağıtma mekanizması olarak yukarıdan aşağı örgütlenen yönetimin emperyalizmle kayda geçen tek çelişkisi görece siyasi bağımsızlığıdır.
Alevi-Bektaşi topluluğu, Cumhuriyetten önceki yüzyıllık dönemi, kriminalize edilmiş, iç örgütlenmesi dağıtılmış, mülk edinme, servet biriktirme imkânlarından mahrum bırakılmış, büyük oranda ücra köylerde yaşam mücadelesi vererek geçirir.
Alevilerin, cumhuriyeti bu cendereden bir çıkış imkânı olarak karşılaması ve sahiplenmesinin gerisindeki ekonomi budur. Ancak mülksüzleştirme politikasının esenliği için Ortaca’dan, Malatya’ya, Maraş’a, Sivas’a uzanan katliamlar, sistemin ihtiyaç duydukça kullandığı bir süreklilik çizer ve sınırları hatırlatır. Diğer yandan bu sürekliliğin bizden olan yanında bu sınırlara direnişi ve modern çağın Alevi kültürünün kilometre taşlarını görürüz.
Bugün Hacıbektaş 200 yıl önceki halinden çok farklı değil; bakımsız, nüfusu yaşlı, mecalsiz, altyapısı zayıf bir ilçe. Alevilerin mülksüzlüğünün açık görünür olduğu Dersim gibi, Samandağ gibi birkaç yerden biri. Bunun ekonomi-politiğinin geçmişi ise kesintisiz 200 yıl öncesine kadar uzanıyor. Kahir ekseriyeti Osmanlı’da topraksız köylülüğe, cumhuriyette ise işçiliğe sürüklenmiş bir toplamdan bahsediyoruz.
Hacıbektaş’a giden üç yoldan hangisinden gelirseniz gelin ruhsatlandırılmış maden ve/veya enerji sahalarının arasından geçerek geleceksiniz. Terminali bile olmayan ilçede sizi adımbaşı cemevi karşılayacak. İktidarın asimile etmek için para ve insan yığdığı buraya düzen muhalefetinin biçtiği misyon butik bir inanç turizmi mekânı olmaktan ibaret. Alevi Bektaşi dernekleri ise büyük oranda düzen muhalefetinin kontrolü ve hatta vesayeti altında.
İktidar cephesinin paravan alım-satım işlemleriyle elde ettiği iki arsada inşaatlar yükseliyor. Birisi MHP’nin Horasan Erenleri Federasyonunun yaptırdığı yerleşke, diğeri kendisini tarikatlar üstü olarak tarif eden İlim Yayma Cemiyeti’nin yaptırmakta olduğu tesisler.
Üçüncü yerleşkenin yeri ise Hacıbektaş-i Veli Dergâhının bahçesinde. Alevi-Bektaşilerin dergâh kabul ettiği tarihi mekân, Kültür Bakanlığına bağlı bir müze statüsünde. İç içe geçen üç bahçesiyle ilçe merkezinde yaklaşık 30 dönüm yer kaplayan dergâh arazisinin ilçe meydanına bakan yaklaşık 5 dönümlük kısmı resmiyette ilçe belediyesi mülkiyetindeydi ve bir devlet vakfı olan Hacıbektaş-i Veli Tekke ve Cami Vakfı’na 2022’de satıldı.[18] Bu vakıf 1826’da Yeniçeri ocağının ve Bektaşiliğin tasfiyesinin ardından Hacıbektaş dergâhına yapılan camiyle kurulmuş, Tekke ve Zaviyelerin kaldırılması kanununa rağmen devlet uhdesinde resmi varlığı sürdürülen vakıflardan biri. Bu vakıf bir Nakşibendi vakfı.
Dergâha yönelik ilgisini gizlemeyen Nakşibendi tarikatının yeri hazır. Yaklaşan 200. yıla olan heyecanlarını yayınlarında, Hacıbektaş’ta himaye altında düzenledikleri etkinliklerde saklamıyorlar. Gerisi zamana, Alevilerin rızasını zorla, hileyle, manipülasyonla elde etmeye kalıyor.
“Alevi cumhurbaşkanı yardımcısı olabilir, Alevi bakan olacak, Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı konumu yükseltilerek doğrudan cumhurbaşkanlığına bağlanacak” haberleri bunun için duyuruluyor, tartıştırılıyor.
Demokratik Alevi hareketinin eşit yurttaşlık ve laiklik sloganı 200 yıllık mülksüzleştirmeyi çözebilir mi? Ya da tersinden iktidar, kapitalizmin ihtiyaç duyduğu ‘artık nüfus’a çapalanmış yaklaşık on milyon Alevi’ye ekonomik, sosyal ya da kültürel ne verebilir ki Alevilerin uzun dışlanmışlığı çözülsün?
Alevilerin muhalif olmasına, muhalif her düşüncede çokça yer almalarına şaşırmamalı ancak Alevilik katı olmayan, ‘yol bir sürek binbir’[19] olarak özetlenebilecek bir felsefi düşünceye sahip. Alevilerin bu özelliği onları asimilasyona karşı koruduğu gibi asimilasyon karşıtı uzun soluklu bir mücadelenin parçası olmaktan da alıkoyuyor. Çünkü Aleviliğin nerede bitip, asimilasyonun nerede başladığına, hangi araçlarla yürüdüğüne dair üzerinde birleşilmiş bir fikir de yok.
Alevi-Bektaşiler, 19. yüzyılda Osmanlı’nın kapitalist yarı-sömürge ilişkileriyle paralel gelişen merkezi yönetim ve servet transferi düzeninin ilk kurumsal kurbanı oldu.[20] Bu düzen ancak Alevilerin mülksüzlüğe itilmesiyle kurulabildiyse Alevilik, Alevilerin bir kısmı zamanla asimile olsa da kültürünü sürdürebilmeyi nasıl başarabildi? Denilebilir ki Alevilik 19. yüzyılı Kalenderi ya da bir başka deyimle ‘homo sacer’[21] bir anlayışla atlatmayı başarmış, sonrasında cumhuriyetle özellikle de son 70 yıldır mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi mücadelesinde yerini alarak kültürünü erimeden sürdürmüştür.
Aleviliğin Alevilik olarak nihai kurtuluşu ancak Sünniliğin mülksüzleştirme mekanizmasından kurtuluşundan, yani başkalarının ve birbirlerinin malına çökmeyi meşru ve mümkün gören, mal birikimini ve mal paylaşımını kapitalist hukuka borçlu inançla bağlarının kesilmesiyle mümkündür. O halde Alevilik eşit yurttaşlığa çağırırken mülksüzlüğe değil, ortak mülkiyete; laikliğe çağırırken devlet kontrolündeki servet birikiminde eşitlenmeye değil, dinin kültürel bir meta olarak üretilip satılmasının kesin olarak tasfiyesine çağırmalıdır.
Dipnotlar:
[1] Yaklaşık 90 ton tuz. Bugünkü değeriyle yıllık yaklaşık 5 milyon lira.
[2] Travels and Researches in Asia Minor, Mesopotamia, Chaldea, and Armenia (1838-1839), William Francis Ainsworth, Royal Geographical Society, s. 168.
Ainsworth, Kraliyet Coğrafya Topluluğunun (1830) kurucularındandır. Özellikle maden, hammadde, doğal kaynaklar araştırmaları için planlanan gezisi 18 Eylül 1938’de başlar, 29 Eylül 1939’da son bulur. İngiliz Ordusuna Mısır ve Malta’da çevirmen ve rehber olarak hizmet etmiş Musul doğumlu bir Keldani olan Rassam Efendi, Ainsworth’a eşlik eder. Kitap, kapitalist pazar ilişkilerinin Osmanlı içlerine nüfuz etmesini, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlı devletine karşı bağımsızlık mücadelesini, bu isyanı ezmeye çalışan Osmanlı çabalarını ve bu karşılıklı bağımsızlık-bastırma çabalarını istismar eden İngiltere ve diğer devletlerin politikalarını anlamak için de okunabilir.
[3] Bektaşi babalarının lideri Sivaslı Mehmet Nebi Dedebaba’nın yetkileri alınarak Nakşibendi şeyhinin kontrolünde tutulmuştur. Dedebabanın sonradan sürüldüğü iddiaları da mevcuttur.
[4] Hacıbektaş-i Veli’nin soyundan gelen Çelebiler (soyadı kanunuyla birlikte Ulusoy) ailesinin 1826’daki fertleri.
[5] 1862’de Hacıbektaş’taki kayyum Nakşibendi şeyhi Ispartalı Mehmet Nuri Efendi’nin bir sarkıntılık söylentisinin ardından Hacıbektaş’tan kaçıp, İstanbul’a gitmesinin ardından bile Hacıbektaş’tan Nakşibendilere servet transferi kesintiye uğramamış. Cumhuriyet’e kadar azalsa da pay almaya devam etmişlerdir.
[6] Bugün Dergâhın ikinci bahçesinde bulunan ev.
[7] Tüm Hacıbektaş için geçerli bir vergi muafiyeti elbette ki yoktur. Muafiyetler 1826’yla birlikte tarihe karışmıştır. Topraktaki mülkiyetin çözülmesini vergi yoluyla yasallaştırıp bir servet transferi yaratan 1858 Osmanlı Arazi kanunnamesine ise daha vardır. Dergâh ve Çelebi ailesinin toprakları dışında o tarihte Hacıbektaş’ta başka toprak sahibi olduğuna dair bir kayıt da yoktur.
[8] Age, s.470
[9] Çukurova’da tarihi çok eskiye dayanan pamuk, Kavalalı Mehmet Ali Paşa idaresi altındayken dünya pazarı için üretilmeye başlanmış, 1840 Londra Anlaşması’yla bölge Osmanlı Devletine bırakıldıktan sonra bu gelişme hız kazanarak devam etmiştir.
[10] Keltçe ‘bizim de günümüz gelecek’ sözü, İrlanda cumhuriyetçiliğinin temel sloganlarından.
[11] 17 Haziran 1826
[12] 8 Temmuz 1826
[13] İsmail Özmen ve Yunus Koçak, Hamdullah Çelebi’nin Savunması, 2008, Ankara kitabında Hamdullah Çelebi’ye ve saray vakanüvisi Esad Efendi’nin, Üss-i Zafer, Yeniçeriliğin Kaldırılmasına Dair kitabına atıfla yaklaşık 550 mekanlık bir listeye yer verir.
[14] Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Stefanos Yerasimos, Belge Yayınları, c. 1, s. 453
[15] 1826’dan sonra bir daha halk ayaklanması olmaz başkent İstanbul’da.
[16] The Destruction of The Janissaries by Mahmud II in June 1826, Howard A. Reed, Princeton University adlı doktora tezinde İngiltere elçisi Canning’in Yunan isyanı liderleri Mavrokordatos ve Zoğrafos’la yaptığı 1826 Ocağındaki görüşmede onları tam bağımsızlık fikrinden vazgeçirdiği ve Yunanlıların resmi aracısı olarak İstanbul görevine başladığı aktarılır.
[17] Age, s.183
[18] Dergâhın bahçesi 9.024.000 lira karşılığında satıldı, dönem Kılıçdaroğlu yönetimindeki CHP’nin ‘Helalleşme’ politikası yürüttüğü dönemdi ve satışı yapan başkan Arif Yoldaş Altıok ilk girdiği seçimi kaybetti.
[19] Bu anarşizan bir tavır olarak da yorumlanabilir.
[20] Şehirli Bektaşilerin ve kırdaki Kızılbaş Alevilerin mülk edinmeyle ve birbirleriyle 16.-18. yüzyıllarda tam olarak kaynaşan bağının kopartılması bu sürecin bir başka önemli sonucudur.
[21] Yurttaşlık hakları elinden alınmış, tığ Teber Şahı merdan da denilebilir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.