12 Eylül’ün yarattığı kurumlar, yerleştirdiği zihniyetler ve sosyalist solu marjinalleştirmesi ile hesaplaşmanın yolu, onu aşacak donanımı edinmek üzere, kendi cenahımızı da kendisi üzerine düşünmeye sevk etmekten geçer. Kimse “Ne yenilgisi, o 45 yıl önceydi” demesin, zira hâlâ 1990’larla birlikte katmerlenen 12 Eylül’ün öncü ve artçı sarsıntılarının etkileri kırılmış değil
“12 Eylül şöyle kötüydü, böyle acımasızdı” demenin geçmişle hesaplaşmaya yetmeyeceği gecikerek de olsa fark edildi ve suç dökümünün ötesinde günümüze miras bıraktığı kurumları ve zihniyet kalıplarını gün yüzüne çıkarmaya yönelik çalışmalar son yıllarda hızla arttı. Sosyalistlerin, insan hakları aktivistlerinin ve çeşitli kuruluşların hafıza müzeleri, bellek mekânları, belgeseller, anıtlar, görsel ve işitsel kayıtlar, sözlü tarih çalışmaları, konferanslar ve seminerler düzenlemeleri bunu gösteriyor. Yine de bu ilerlemeye karşın, hâlâ dünyadaki yüzleşme örneklerine yetişebilmiş değiliz. Bunun sebebini başka ülkelerden çok geri olmamızda değil, itiraz etme ve yüzleşme kültürümüzle birlikte tarihsel belleğimizin zayıflığında aramak gerekir. 1915 Ermeni ve 1930’lardaki Dersim soykırımları, 40 yıl boyunca Kürt halkına karşı işlenen suçlarla bırakalım çok yönlü bir hesaplaşmayı, bunların her birinde ortak bir mutabakata varmış bile değiliz.
Dünyada yaşanmış geçmişle hesaplaşma deneyimlerinin gerisinde olduğumuzu gösteren birçok örnek verilebilir. 1945 sonrası Alman hükümetleri Nazizm’in suçlarını sorgulamayı, sorumlularını devlet kurumlarından temizlemeyi hasıraltı ederek, meseleyi eski Nazilerin rehabilitasyonuna indirgemişlerdi.[1] Sonderweg diye anılan daha ince mazeretçi tarih teorilerinden öte, dikkatleri savaş öncesinden sonrasına çekmek, elini kana bulanmış faşist katilleri mağdur göstermek gibi Bismarckvari ikiyüzlü kurnazlıklara başvurdular.[2] Bunlara bir dereceye kadar güçlü itiraz ebeveynlerinin Almanya ve İtalya’daki faşizm suçlarının örtbas edilmesine sessiz kalmalarını ve eski siyaset kurumlarıyla uzlaşmalarını kınayan 68 Batı Avrupa öğrenci hareketinden geldi. Ardından Nazi geçmişi hafızasını diriltmek için daha fazla tarihsel, hukuksal, estetik, psikolojik eleştiri çalışması yapılmaya başlandı. Yine, İspanya’da tabulara ancak 1975’te Franko’nun ölümünden sonra dokunulabildi, bu pek radikal tarzda olmasa da liberal demokratik dönüşümle telafi edildi. 1974 Karanfil Devrimi’ni yaşayan Portekiz’deyse sonradan tavsamasını saymazsak, daha radikal önlemlerle (suçluların cezalandırılması, kamulaştırmalar, toprak reformu) birleştirildi. Arjantin, Şili, Güney Afrika Cumhuriyeti gibi ülkelerde de faşist-ırkçı rejimlerden kurtuluşla birlikte geçmişle hesaplaşma adına önemli adımlar atıldı.
30 yıldır büyük bir irade sergileyen Cumartesi Anneleri’nin takdire şayan uzun direnişlerinin, Arjantin’deki Plaza de Mayo Anneleri’nden ilham alınarak başlatıldığı hatırlanmalıdır. Bunu devrimci anaların geçmişe yönelik bir yası olmayıp hem hesap sorma hem de gelecekte tekrarını önleme amaçlı olduğu, her yıl bir “Beyaz Toros” imasıyla karşılaşmasından çıkarılabilir. Bu da gösteriyor ki, geçmişle hesaplaşmak maziye takılıp kalmak değil, asıl geleceği yeniden şekillendirmek, daha iyi bir gelecek inşa etmek için gereklidir.
***
Ülkemizde geçmişle yüzleşme denince, insan haklarını savunmaya kendini adamış aktivistlerin ve kuruluşların, tarihimizdeki soykırım, katliam ve faşist diktatörlük suçlarını açığa çıkararak faillerin cezalandırılmasına, mağdurların rehabilitasyonuna ve bunların bir daha yaşanmaması için önleyici yasal düzenlemeler yapılmasına dair talepler öne sürmeleri anlaşılır genellikle. Bu sorunla belki devrimci gruplardan çok insan hakları kuruluşları, sosyalist avukatlar, yazarlar ve akademisyenler ilgilendiklerinden, ikincil anlamı neredeyse unutuldu ve şimdiye dek Avrupa Yeni Solu’nun gelenekleştirdiği kalıplar benimsendi.
Geçmişle yüzleşme kavramını ilk kullananın Nazi sempatizanı tarih profesörü Hermann Heimpel olması ironiktir. Nazizm’le ve işlediği insanlık suçlarıyla hesaplaşma anlamında kavramsal dönüşüm geçireceğini akıl edememişti belli ki. T. Adorno, 1959’da yazıp genişlettiği Geçmişin İşlenmesi makalesinde, Nazi suçlarının, arkasında bıraktığı travmanın ve kalıntılarının unutulmaması, geri gelip bir daha yaşanmaması için hatırlanması ve sorgulanması gerektiği konusunu ele almakta ve hatırlama siyaseti önermekteydi. Aynı yıllarda antifaşist kamp, 1945 sonrası sözde Alman demokrasisinde eski Nazilerin hâlâ devlet görevlerinde kalmalarına, eğitimden hukuk sistemine, kültür ve sanat dünyasına faşizmin etkinliğini sürdürmesine karşı etkili bir kampanya yürütmüştü.
Daha sonraki yıllarda geçmişle yüzleşme, mağdurların rehabilitasyonu ve demokratik yasalar çıkarılması gibi faaliyetlerini ifade etmek üzere hümanist bir çerçevede kullanılmaya başlandı. Soğuk Savaş’ın ardından dünya komünist solunun topyekûn gerilemesiyle birlikte, demokratik içerikli yüzleşme çalışmaları hegemonik bir konum kazandı.[3] Öyle ki komünist olduğu iddiasındakiler bile ana akıma yakın durdular.
Demokratik ortamın genişlemesi ve antifaşist reflekslerin canlı tutulması adına Marksistler bunları elbette desteklemeli ve daha kapsamlısını kendileri yapmalı. Ne var ki, bu, “geçmişle yüzleşme”nin başka cepheleri ve bireysel/grupsal/kolektif yönleri olduğunun da üstünü örtmemelidir. Soykırımlar, kanlı diktatörlükler, iç savaşlar egemen devletlerin ezilenlere karşı işledikleri suçlar olarak elbette toplumun tümünü ilgilendirir. Ancak bir yerde yenen varsa yenilen de vardır; mağlupların hata ve eksikleri olmasa galipler kazanamazlar. Demek ki, mağlubiyetin öznesi durumundakiler “nerede hata yaptık”, “nerede eksik kaldık” diye kendileriyle yüzleşmeliler ki, karşıdevrim kampıyla hesaplaşma tek yanlı olmaktan çıkıp, bütün cepheleri kucaklayabilsin. Unutulmamalıdır ki, egemen tarih yazımı yalnız resmî ideolojiyi değil, onun dört koldan kuşatma altına aldığı solun zayıf kanatlarını da etkileyip şekillendirmektedir. O yüzden kuşatmayı yarmak için karşı tarafı sorgulamakla yetinmemek, kendi cenahını da sorgulamak gerekir. Eğer bu yapılmazsa, egemenlerin o güne kadar bin bir yolla kamuoyuna empoze ettikleri yerleşik algı varlığını korumaya devam eder.
Örnek vermek gerekirse Avrupa’da faşist geçmişle yüzleşme etkinlikleri hümanist, antifaşist söylemle sınırlı değildi. 1970 yılında, “Yenilgiyle Yüzleşmek: Alman Komünist Partisi”[4] makalesini yazan Eric Hosbawm, Batı Solu geleneğinin dışına çıkarak komünist parti geleneğinin izini takip etmişti. Bu makalesinde Spartakistlerden ve Rosa Lüxemburg’dan başlayarak Ernst Thalmann’a kadar uzanan Alman Komünist Partisi’nin (KPD) tarihindeki eksiklikleri ve zaafları ele alıyordu. Üstelik bunu sadece KPD için değil, İtalyan ve İspanyol komünistleri başta olmak üzere, dünya solunun birçok kesimi için yaptı.
Marksizm doğuşundan beri felsefeden ekonomi politiğe, siyasetten tarihe her türlü burjuva, küçük burjuva sol akımlarla hesaplaşarak geliştiğinden, Hosbawm’ın “yüzleşme” kavramını, devrim cephesinden kasıtla “yenilgi”ye doğru genişletmesi bir ilk adım değildi. Kurucularından başlayarak yenilgi analizi ve bundan çıkarılması gereken dersler, Marksizm-Leninizm’in klasikleri içinde ve devrimci parti tarihlerinde önemli bir yer kaplamaktaydı.
1848 Avrupa devrimlerinin bastırılmasından halkların almaları gereken dersi şöyle özetlemişti Marx:
Haziran ve Ekim olaylarından beri işlenen amaçsız katliamlar, Şubat ve Mart’tan beri bezdirici bir biçimde verilen kurbanlar, karşıdevrimin kan içiciliğinin ta kendisi ulusları şuna inandıracaktır: Eski toplumun can çekişmesi ve yeni toplumun kanlı doğum sancıları yalnızca bir tek yolla kısaltılabilir, basitleştirilebilir ve yoğunlaştırılabilir; devrimci şiddet yoluyla.[5]
Marx’ın (ve Engels) bunu işleyen birçok eser ve makalesi vardır. Fransız Üçlemesi diye anılan üç yapıtı da baştan sona bir yenilgiler analizidir. Bu eserlerinde siyasi ve ekonomik koşulları, karşıdevrimin elebaşlarıyla birlikte toplumsal sınıfları ve karakteristik özelliklerini, karşıt güçler arasındaki çatışmaları ve devrim kampındakilerin girişimlerinden çıkarmaları gereken dersleri ayrıntılarıyla ortaya koyar. Üstelik bunları şematik bir yavanlıkla da değil, hem zincirleme bağlantılarını ve dönüşümlerini göz ardı etmeksizin hem de karşıdevrimin katliam suçlarını, barbarlıklarını edebi bir ustalıkla tarihin teşhir tahtasına çivileyerek yapar.
Özellikle son iki yapıtı gericilik yıllarından ve Fransa’da İç Savaş’ta Paris Komün’ün yenilgisinden günümüze de ışık tutacak derin dersler (en başta parti, devlet ve iktidar üzerine) içerir. Marx’ın tarih yazımı hem mağduriyetçi, mazeretçi, yakınmacı yüzleşmecilikten uzak hem de çok boyutludur. Devrimin dinamikleri ve yenilginin sebepleri kadar, devrim tarafındaki öznelerin teorik, siyasi ve örgütsel yanlışlarını ve noksanlarını da gösterir. Menzilinde yalnız yenenler değil yenilenler de vardır. Sürekli başarısızlığın geçici olduğunu, yenik devrimi doğuran toplumsal çelişkiler çözülmediği sürece yeniden gündeme geleceğini vurgulayarak karamsarlıktan uzak bir tablo çizer.
Değişen zamanın ve mekânın sorunlarına bağlı olarak Lenin, daha farklı bir yol takip eder: Yenik 1905-1907 devrimi analizlerinde tarih yazımı biçiminden çok, örgütsel önerileri ve alınması gereken dersleri öne çıkarır. Yenilgi sebepleri yanında, Tasfiyecilik Üzerine derlemesinde ve Materyalizm ve Ampriyokritisizm adlı yapıtlarında görüldüğü üzere, ağır gericilik yıllarında yenilenlerin ne gibi örgütsel, siyasi, ideolojik, felsefi sapmalar gösterdiklerini ve bunlarla mücadelenin önemine değinir. Dünyanın en önemli ve büyük devrimine aday bir parti lideri olarak, yenilgi bahsini yalnızca karşıdevrimin teşhiri ve ondan kaynaklı travmaların ve psikolojik hasarların tamiri meselesi olarak görmez; onun için aslolan, ayağa kalkıp yeniden örgütlenirken ya da taktik adımlar atarken nelerden sakınılması gerektiğini, daha da önemlisi partinin yeni dönemde izleyeceği stratejik hattın esaslarını ortaya çıkarmaktır.
Adorno’dan başlayarak bizdeki sosyalist sola kadar uzanan hatırlama ve hatırlatma üzerine kurulu, azgın gericiliğin tek yanlı teşhiriyle sınırlı geçmişle yüzleşme, Marksist gelenekle örtüşmez. Nazi diktatörlüğünün nedenlerini, suçun faillerini sorgulamayı etik ve siyasi bir sorumluluk olarak gören Adorno, bunları hayatın akışına bırakarak normalleşmeye çalışmanın, onun geri dönerek güçlenmesine hizmet ettiğini vurgulamakta haksız değildi. Yanlışı, Nazizm’in suçlarıyla yüzleşmeyi “hatırlama”ya, toplumsal kaynaklarınıysa eğitsel ve psikolojik etkenlere (aile, cinsel güdüler, okul vs.) indirgemekle yetinmesindeydi. Başka bir deyişle, faşizmin nihai bertaraf edilişini, kapitalizmin yıkılmasında ve sosyalizme geçişte aramaz. Düzen içi eleştirellik dışında bir çözüm önerisi yoktur.
Marx, Engels ve Lenin hattıysa travmatik yenilgilerin aşılmasını, hümanist/akademik gelenekteki gibi bir hatırlama, unutturmama ve mağdurların rehabilitasyonu sorunu olarak görmez. Daha ileri ve derine gider, yenik devrimlere teorinin ve siyasetin ışığını düşürür. Hem her birinden dersler çıkarır hem de yenilgi kabuğu içerisindeki cesaret ve zafer tohumlarını görünür kılar.
Öyleyse, 12 Eylül’ün yarattığı kurumlar, yerleştirdiği zihniyetler ve sosyalist solu marjinalleştirmesi ile hesaplaşmanın yolu, onu aşacak donanımı edinmek üzere, kendi cenahımızı da kendisi üzerine düşünmeye sevk etmekten geçer. Kimse “Ne yenilgisi, o 45 yıl önceydi” demesin, zira hâlâ 1990’larla birlikte katmerlenen 12 Eylül’ün öncü ve artçı sarsıntılarının etkileri kırılmış değil. Hâlâ 12 Eylül’ü anma gereği duyuyorsak bir nedeni de budur.
***
Geçmişle yüzleşmeden kastımızın geçmişi inkâr ederek geriye savrulmak değil, yenilgi arazlarından sıyrılarak ileriye doğru sıçramak olduğu açıktır. Devrimci hareketin ana akımlarının 2000’e doğru ve sonrasında adı konmamış bir inkâr süreci yaşadıkları hiç kimse için sır değildir. 1980 öncesinde referans Marksist-Leninist gelenek ve onun izinde gerçekleşen 20.yüzyıl devrimleri iken, günümüzde devrimler çağının reddi üzerinden geliştirilmiş Batı kaynaklı sivil toplumcu, post-Marksist, postmodernist literatür olması, niceliksel değil niteliksel bir farktır. Faşizmin zindanlarında yenilgi psikozuyla başlayan bu gelişme, uzun yıllara yayılarak tartışma ya da birleşik parti yaratma süreci gibi kılıflar altında yaşatılmaya devam ettiği için, taraftarlar yavaş ısıtılan kurbağa deneyindeki gibi bunu yeterince fark edememişlerdir.
1990’ların sonundan itibaren hızlanan geriye gidişin diğer bir özelliğiyse, solun Batı ve Doğu güzergâhlarında içerikçe aynı, ama zamanlama ve şekillenme olarak farklı tarzlarda gerçekleşmiş olmasıdır.
12 Eylül’de Yenilenler Üzerine Tarihsel Bir Deneme adlı çalışmamda şöyle demiştim:
1990’lara gelindiğinde iki çıkış yolu vardı. Birincisi yapılan yanlışları gözden geçirip, geçmişteki olumlu yönleri geliştirerek onu aşmanın yolunu bulmak. Engels’in ifadesiyle “eskinin daha yüksek bir aşamada yeniden üretilmesi” yani. Görece devrimci bir geçmişten gelenler, olumlu devrimci mirası sahiplenip günümüze taşıyabilirlerdi, bunu yapmadılar, yapamadılar. Bu inkârın diyalektik biçimi olurdu. İkincisiyse geçmişi olumsuz yönünden kavrayarak geriye doğru inkâr etmekti. Yani, devrimciliğe veda ederek 1960’ların yasalcılığına, çoğulculuğa, sivil toplumculuğa geri dönmek. Devrimci gruplar yola çıkışları esnasında şiddetle eleştirdikleri Aybar’ın “güleryüzlü sosyalizm”ine bir şekilde rücu ettiler. Kuruçeşmecilerin, ÖDP’nin ve hepsi yasalcılıkta demirlemiş partilerin çoğunun yaptıkları budur.[6]
Ulusal/siyasi/sosyal devrimleri ve komünizm nihai hedefini dolaysız reddetmekte ve “özgürlükçü sosyalizm” parolasını sahiplenmekte en açık sözlüsü, hiç kuşku yok ki hareketinin kazandığı büyük itibardan güç alan bir pervasızlıkla Marksizm-Leninizm’e cepheden saldıran Kürt ulusal hareketinin tutsak lideri Abdullah Öcalan’dır. Fesih sürecinde PKK kongresine sunulan Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu, 26 yıl önce yakalanmasıyla başlayan, ama asıl son yıllarda netleşen yenilgi ve gerileme sürecinin damgasını taşıyan anti-Marksist ve reformist bir metindir. “Reel sosyalizm”in çöküşü öncesinden beri herkesin önünde şapka çıkardığı radikal bir mücadele yürüten Kürt ulusal hareketinin, devrimci teori ve siyasetten adım adım uzaklaşması ve son bir hamleyle bindiği dalı kesercesine geçmişini inkâr eden bir manifestoyla sonuçlanması hem üzücü hem de ibretliktir. Bunları söylemekle, hiçbir şekilde Kürt ulusal hareketinin kazanımlarını, yarattığı gelenekleri, nice şehadet pahasına dünya tarihine geçen mücadelesini görmezden gelmiş olmuyoruz. Bunu görmezden gelmek de inkarcılıktır.
Öcalan, sadece 20. yüzyıl sosyalizminden esinlenerek kurduğu parti, ordu ve öteki illegal oluşumların feshedileceğini ve bundan sonra mücadelenin silahsız ve yasal yollardan yürütüleceğini söylemekle yetinseydi eğer, bakışımız daha farklı olurdu. Zira böyle bir durumda, Clausewitz’in ünlü sözünün tersten okunmasındaki gibi, bundan sonra savaşın askeri değil siyasi araçlarla sürdürüleceğini söylemiş olurdu ki, özsel bir değişme olmayacağı için, buna hiç kimsenin itirazı olmazdı. Öcalan’sa böyle yapmıyor, yenemeyeceğini anladığı devlet karşısında yenilginin kabulü üzerinden nihai hedefi kapsayan yeni bir strateji geliştiriyor. “Reel sosyalizm”in çöküşünü bahane ederek Marksizm-Leninizm’in temel kavramları dahil, geçen yüzyılın sosyalizmi ve dört kıtada verilen ulusal ve sosyal kurtuluş mücadeleleri ile son bağlarını da koparıyor ve araya aşılmaz bir Çin seddi örüyor. Böyle yapmakla devasa bir hazineye sırt çevirmekle yetinmiyor, hiçbir zaman gerçek devrimci olmamış Negri-Hardt, Laclau-Mouffe, Deleuze-Guattari, Badiou-Zizek türünden üç beş entelektüel sapkınla olan eski etkileşimini iyice pekiştiriyor. Yeni çizgisi radikal devrimci milliyetçilik desen değil, Marx ve Lenin’e karşı alternatif gösterdiği Murray Bookchin’in prizmasından yansıtılan ikinci el Bakunin ve Kropotkin kadar anarşist devrimci desen, o da değil. Özetle Öcalan’ın manifestosu neo-anarşist, Kürt milliyetçisi motiflerle kamufle edilmiş açık reformist, düne kadar savaştığı hasımlarıyla uzlaşma arayışında, Kürt toplumu içindeki sınıfsal çelişkilerin adını bile anmayan, liberal popülist, anti Marksist-Leninist, hatta antikomünist bir yol haritasıdır.
Hareketin bileşenlerinin Kürt halkının çıkarlarına bağlı kaldığı oranda demokrasi ve kültürel haklar mücadelesi desteklenmeyi yine hak eder gerçi, ama kendini Türk-Sünni-oligarşik düzene hapsetmesi, proleterleşmiş kent ve kır yoksullarını aşiret yapıları içinde eritmesi, iktidar mücadelesinden ve birbirlerinden kopuk toplumsal hareketleri idealize etmesi, ihtilalci ve bilimsel sosyalizme karşı bayatlamış “özgürlükçü sosyalizm”i savunması, dişinden tırnağına silahlı devlet altında yaşatabileceğini sandığı ütopik cemaatçi belediye sosyalizmi onaylanamaz. Bu yüzden ilk ateşi yaktığından itibaren desteklemeyip sessiz kalanlar ne kadar yanlış yaptılarsa, bugün bunu sessizce onaylayanlar da o kadar yanlış yapıyorlar.
Önceki yazı:
[1] Emperyalist akıl öylesine kurnaz ki, kendi lehine olan gelişmeleri hiç affetmiyor. Berlin Duvarı’nın yıkılışının ve “reel sosyalizm”in çöküşünün ardından “renkli devrimler”le nokta konmuş eski sosyalist ve halk devrimleriyle antikomünist tarzda hesaplaşmayı son damlasına kadar kullandı. Örneğin Nazi geçmişiyle doğru dürüst yüzleşmezken, Doğu Almanya’yla birleşmesinden sonra “SED diktatörlüğü ve onun toplumsal sonuçlarıyla başa çıkma” bahanesiyle kendi kamuoyunu seferber etti. Batı Alman siyasetçilerinin esas amacı revizyonist iktidarın bazı baskılarını da bahane ederek, sosyalist geçmişle hesaplaşmak ve büyük bir iştahla kendi topraklarına kattığı doğusundaki halkın Alman kapitalizmine uyumunu sağlamaktı.
[2] Bunun “milli ve yerli” bir sürümünü de AKP iktidarı yaptı. Resmi söylemde adı anılmayan Dersim katliamlarını resmi ağızdan telaffuz ettiyse de arkasını getirmedi. Daha kapsamlısı mağdurları aldatmaya ve yatıştırmaya yönelik Kenan Evren ve çetesini yargılama adı altında 12 Eylül’le yüzleşme havasına girip, suya sabuna dokunmadan sonlandırmasıydı. Aslında her ikisi de CHP’yi tarihsel suçları üzerinden itibarsızlaştırmaya ve ordudaki vesayet ipini Kemalistlerden kendi eline almaya yönelikti.
[3] Hatta Berlin Duvarı’nın çöküşünden sonra uluslararası gericilik tarafından tersine çevrilerek “renkli devrimler”le nokta konmuş eski sosyalist ve halk devrimleriyle antikomünist tarzda hesaplaşma şeklinde kullanılmaya başlandı. Nazi geçmişiyle doğru dürüst yüzleşmeyen Alman kamuoyu, Doğu Almanya’nın sona ermesinden sonra sözde “SED diktatörlüğü ve onun toplumsal sonuçlarıyla başa çıkma” adı altında antikomünist bir kampanya şeklini aldı.
[4] E. Hosbawm, Devrimciler, Agora Kitaplığı, s. 49.
[5] Karl Marx, Aktaran Biyografi (kolektif), Yordam Kitap, s. 197-198.
[6] Yaşar Ayaşlı, Türkiye Solundan Manzaralar, 12 Eylül’de Yenilenler Üzerine Tarihsel Bir Deneme, Belge Yayınları, s. 291.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.