Yenilgiyle Marksist-Leninist teori, strateji ve örgütlenme anlayışlarından adım adım uzaklaşmalarının Türkiye tarihindeki yansımalarını, 12 Eylül yıllarını merkez alarak adı geçen çalışmamda kısaca göstermeye çalıştım. Yenilginin teorik ve siyasi algılarımız üzerinde yaptığı basıncı ve onun olası yan etkilerini görmezsek yalnız tarihimizi anlamakta zorlanmaz hem geçmişte hem de gelecekte hep şimdideki gibi olduğumuz zannına kapılırız.
Dünya işçilerinin ve ezilen halkların kurtuluş mücadelelerinde devrimci dalganın yükseliş ve düşüşleri ile harekete öncüllük edenlerin zayıf unsurlarının teorik-siyasi üretim ve yönelimleri arasında her zaman doğru orantılı bir gelişme gözlenmiştir. Tarih, dengenin karşıdevrim lehine değiştiği ve gericiliğin azgınlaştığı ağır yenilgi koşullarına, genellikle sapmaların, uzlaşmacı ve reformist eğilimlerin uç verdiğine tanıktır. Böyle zamanlarda fiziksel zayiatı, bilinçsel, teorik ve siyasi gerileme izler. Tek yanlılığa düşmemek için, bunun, Paris Komünü ve 1905 devriminde olduğu gibi yenilgiden çıkarılan derslerin sıçramaya yol açtığı durumları dışlamadığını da eklemek gerekir.
TÜRKİYE SOLUNDAN MANZARALAR, 12 Eylül’de Yenilenler Üzerine Tarihsel Bir Deneme[1] adlı kitabıma hazırlık yaptığım sırada, gerek tarihsel TKP ile maruz kaldığı ağır operasyonlar esnasında, gerekse 1971, 1980, 1991 yenilgi dönemlerinde devrimci atılım yıllarının aksine, teorik ve siyasi alanda Marksizm’in ruhundan bariz bir uzaklaşma, sağcılaşma eğilimi boy verdiğini tespit ettim. 12 Mart yenilgisini takiben Türkiye soluna mensup örgüt ve grupların ekseriyetinde sağa doğru bir kayma ve alttan alta bir kopuş olduğunu bizatihi gözlemlemiştim. Bunun en gözle görülür belirtilerinden biri yeniden inşa adına dergiciliğin ve yasalcılığın adeta genelleşmesi, illegaliteye ve devrimci zora ilginin zayıflamasıydı.
Bunun uç sınırlarını THKP/C ve THKO içerisinde ortaya çıkan Abdülhamitçilik, TİKP tarafından Çin’den ithal edilen “Üç Dünya Teorisi” ve TKP hattına egemen olan CHP kuyrukçusu “Ulusal Demokratik Cephe” temsil ediyordu. 12 Eylül sonrasında boynuz kulağı geçecek, derinleşerek hegemonik bir boyut kazanmakla kalmayıp, devrimci grupları çifte kıskaca alarak düzen içine doğru çeken liberal sol sivil toplumculuk ve ulusalcılık yenilgi ideolojileri olarak kendilerinden öncekileri aratacaktır. Yenilginin yarattığı umutsuzluğun, inanç erozyonunun, karamsarlığın teoriye, örgütlenmeye ve stratejiye olumsuz olarak yansıması başka ülkelerdeki benzerlerinden çok farklı değildir.
Gerileme yerel olduğunda bunu tersine döndürmek veya atlatmak nispeten daha kolaydır, ancak evrensel olunca daha tahripkâr olmaktadır. Nitekim Stalin sonrasında Kruşçev’den Gorbaçovculuğa uzanan kapitalizme geriye dönüş süreci Soyvetler Birliği’nin çöküşüyle sonuçlanınca, sadece uydu KP’ler güç kaybına uğramakla kalmamış, 1970’lerden itibaren uluslararası güç dengelerinde görülen değişikliklerle birlikte Batı işçi sınıfı hareketi ve “üçüncü dünya” halklarının ulusal ve sosyal kurtuluş mücadeleleri dibe vurmuş, Marksizm’i terk ve inkâr eğilimleri alabildiğine yaygınlaşmıştır. Bu, Batı solunun erken döneminde ortaya çıkan Avrokomünist, neo-Marksist, post-Marksist teorilerle de birleşerek yıkıcı bir hal alacaktır.
Ellen Meiksins Wood’u Sınıftan Kaçış: Yeni ‘Hakiki’ Sosyalizm’’i, Domenico Losurdo’yu Tarihten Kaçış’ı ve başka yazarları bu türde eserler yazmaya iten akıntıya karşı durma isteğiydi. Wood, post-Marksizm’i, sosyalist sol teori ve siyasetten uzaklaşan radikal bir geri çekilme olarak görür. Büyük çöküşten önce ortaya çıkıp giderek daha da cıvıyan post-Marksistler (Laclau ve Mouffe, Negri ve Hardt, Zizek vs.), Marksizm-Leninizm’in temel kavramlarıyla hesaplaşmaya cüret edebiliyorlardı. İddia oydu ki, sınıf odaklı analiz yerine toplumsal hareketler, devrim yerine sistem içi “hegemonya” ve “söylem” rekabeti, sosyalizm ve komünizm yerine “radikal demokrasi” ve liberal “çoğulculuk” konulur ve eskisinden farklı bir “alternatif sol” geliştirilirse, yaşanılmakta olan kriz sona erdirilebilirdi. Stratejilerini, sınıf mücadelesinin ana yolundan yalıtılmış etnik, cinsel, inanç ve kültürel aidiyet gibi kimliklerin hak ve eşitlik taleplerini teyelleme üzerine kurgulama gerekçeleri buydu. Batı’dan esen rüzgarlar ülkemizdeki Birikim benzeri dergilerde, web sitelerinde, akademisyenler, feministler, LGBT’ler arasında, ÖDP gibi partilerde, Kürt solunda yankılanmakta gecikmedi. Hatta bütün başarısını Marksist-Leninist deneyimleri taklit etmesine borçlu silahlı mücadeleden gelen Abdullah Öcalan bile gelenekle bağlarını sıfırlayarak karşıt bir mevzide konumlanıyor ve Bakunin, Bookchin ve Laclau gibi bir baltaya sahip olamamış yazarların arkasına takılabiliyordu.
Yine, Losurdo’nun da işaret ettiği üzere, 1990’larda “Marx’a dönüş” parolası moda oldu. Bunların paradoksu, bir yandan Antonio Gramsci ve Che Guevara’dan nemalanırken, bir yandan da onları yaratan süreci hazırlayan Bolşevik devriminin üzerine çizik atmalarıydı. Oysa iki büyük devrimcinin ortak yanları, yenilen ama son nefeslerine kadar teslim olmayan iki önemli sembol olmalarıydı. Gramsci’nin ölümünün üzerinden 10 yıl geçmeden en yakın yoldaşı P. Togliatti, faşizm karşısındaki yenilginin yarattığı iç kanamadan kurtulamadı ve 1945 zafere rağmen burjuvazinin yedeğine girerek Avrokomünizmin başını çekenler arasına katıldı. Che ile Bolivya dağlarına çıkan Regis Debray ise, bu kahraman devrimcinin eleştiriye açık “foco” stratejisini teorize ederek, Latin Amerika solu üzerinde iz bırakan entelektüel bir kişilik olmaya soyunmuştu. Ne ki üç yıl hapis yatıp çıktıktan sonra (Che’nin yerini ihbar ettiğine dair tartışmalar bir yana) rotayı değiştirecek, Avrupa 68’inin fenomen figürü Daniel Cohn Bendit’in milletvekilliği karşılığında satın alınmasındaki gibi, 1991’de sosyal demokrat cumhurbaşkanı F. Mitterand’ın kültür danışmanı olacaktı. İkisini de buna sürükleyen yenilgi virüsüydü.
***
TÜRKİYE SOLUNDAN MANZARALAR, 12 Eylül’de Yenilenler Üzerine Tarihsel Bir Deneme yayımlandıktan sonra, Yeni Sol’un (New Left) kurucularından Troçki sempatizanı Perry Anderson’un, Batıda Sol Düşünce kitabında vardığım sonuçları doğrulayan örnekler sunduğunu gördüm. Lukacs, Gramsci (Hapishane Defterleri), Adorno, Marcuse, Sartre ve Althusser’in de içinde oldukları teorisyenler için diyordu ki:
Batı Marksizmi’nin belli başlı eserlerinin hepsi de politik yalnızlık ve umutsuzluk ortamlarında yazılmıştır. Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci (1923) Macar komünün ezilmesinden sonra beyaz tedhişin Macaristan’da şiddetini artırdığı bir zamanda Viyana’da sürgünde yazılmıştır. Gramsci’nin Defterleri İtalyan işçi sınıfı hareketinin zaferi kazanan faşizm tarafından kesin bir şekilde ezilmesinden sonra Bari yakınlarındaki bir hapishanede yazılmıştır. Frankfurt Okulu’nun iki en önemli eseri savaştan sonra Batı Almanya’da ve Amerika’’daki politik gericiliğin en kötü anında yayımlanmıştır… Minima Moralia’sı (1951)… Marcuse’nin Aşk ve Uygarlık’ı da McCarthy’cilik çılgınlığı sırasında.. Fransa’da Sartre’ın Diyalektik Aklın Eleştirisi (1960) adlı kitabı 1958’de de De Gaulle’ci darbenin başarıya ulaşmasından sonra, Cezayir Savaşı’nı doruğunda, -FKP’nin yönettiği- Fransız işçi sınıf kitlesinin eylem gücünü yitirip uyuştuğu… bir dönemde yayımlanmıştır. Althusser de ilk ve en özgün incelemelerini bu yıllarda yazmaya başlamıştır… otoriter doğudan başkanlık yönetimine geçilmesi ve Beşinci Cumhuriyet’in politik gücünü bütün bütüne pekiştirmesiyle aynı döneme rastlar.[2]
Yukarıda adları anılanların her birinin arkasında bir yenilgi ya da baskıların arttığı bir dönem vardı ve hiçbirinde Marx, Engels ve yakın takipçileri K. Liebknecht ve R. Lüksemburg’un, Lenin ve Stalin’in, Che ve Mao’nun umutlarından, halkların mücadelesine ve geleceğe dair iyimserliklerinden eser yoktu. İçlerinde Marksist geleneğin mirasına uygun bir teori ve pratiği şahsında birleştirebilen, dahil edildiği ekoldeki kişilerin anti-Marksizm eğilimleriyle örtüşmeyen (sivil toplumculuğa açık kapı bırakan bazı yönleri dışında) tek kişi Gramsci idi. Ki, onu da “Batı Marksizmi”nin temsilcileriyle aynı yola girmekten koruyan, İtalyan işçi sınıfının ayaklanmasının ve Komünist Enternasyonal’in lideri Lenin’e bağlı militan bir partinin saygın önderi olmak gibi çok önemli bir avantaja sahip olmasıydı.
Umutsuzluk ve kötümserlik Batı solu mensuplarının eserlerinin içerikleri kadar, Marksist gelenekten uzaklaşma anlamına gelen yönelimlerini ve ilgi alanlarını da etkilemiştir. Bu düşünürlerinin her biri, tarihsel materyalizminin kurucusunun izlediği felsefeden politika ve ekonomiye uzanan gelişim yolunun tersine, ekonomi ve politikayı bir yana bırakıp felsefe ve kültüre yönelmişlerdir. Bu, sınıf mücadelesinden ve devrimin güncel sorunlarından kopukluklarının bir sonucuydu. Aynı sorumsuzluk ve sakınmasızlıkla hemen hepsi Weber, Freud, Heidegger, Lacan, Bachelard gibi burjuva düşünürlerinden uzuvlar naklederek tarihsel materyalizmi sulandırmışlar; ona ters, hatta düşman sistemlerle flört etmekten geri durmamışlardır. Eserlerinde devrimci politika, strateji ve program sorunlarının yerini, epistemoloji sorunları, estetik, kültürel üstyapılar gibi temalar almıştır. Marksist gelenekte yeterince işlenmemiş konular üzerinde çalışmak yanlış ve gereksiz değildir gerçi, ancak bu, militanlık ve devrimci sınıf hareketinin gereksinimlerinin ve çekim kuvvetinin dışına düşünce, üslupça yalınlıktan akademizme ve burjuva kültürüne kaymak ve idealist/soyut/kültürel ve felsefi sorulara odaklanmak olunca maksadından sapmaktadır. Lenin ve Stalin önderliğindeki Sovyet sosyalizmi deneyimini ve III. Enternasyonal’i kökten eleştirerek açık ya da kapalı muhalefet yürütmeleri onları ileri götürmemiş, tersine II. Enternasyonal oportünizminin reformizminin çağdaş biçimlerine çakılıp kalmalarıyla sonuçlanmıştır.
Batı solunu takiben ortaya çıkan Yeni Sol teorisyenler, daha da ileri giderek reformizmin en aleni ve bayağı biçimlerine kaymışlar; devrim, iktidar, komünizm hedeflerini büsbütün terk edip tamamen burjuva diktatörlüğü altında yapılabileceklere odaklanmışlardır. Şimdilerdeyse burjuvazinin iktidarını ve sistemini değiştirmeden dünyayı değiştirebilecekleri hayalini parlatmakla meşguller. Bırakalım onları bugün Türkiye dahil dünyada geleneğe en bağlı görünenler arasında bile, bu konularda dehşetli bir belirsizlik hüküm sürüyor. J. Ranciere’in içeriden itiraf ettiği gibi, “İktidarın ele geçirilmesinin ne anlama geldiğini bugün hiç kimse bilmiyor; bütün stratejik vizyon, araçlar ile amaçlar arasındaki ilişki, içi boş bir skolastik haline gelmiştir.”[3]
***
Yenilgiyle Marksist-Leninist teori, strateji ve örgütlenme anlayışlarından adım adım uzaklaşmalarının Türkiye tarihindeki yansımalarını, 12 Eylül yıllarını merkez alarak[4] adı geçen çalışmamda kısaca göstermeye çalıştım. Yenilginin teorik ve siyasi algılarımız üzerinde yaptığı basıncı ve onun olası yan etkilerini görmezsek yalnız tarihimizi anlamakta zorlanmaz hem geçmişte hem de gelecekte hep şimdideki gibi olduğumuz zannına kapılırız.
Bu işin bir tarafı, bir de diğer tarafı var. Eğer bunu dikkate almazsak, meseleyi yarım bırakmış, tarihi kötü tarafından okumuş oluruz. Yenilgiler üzerinde durmak hem kendi eksik ve hatalarımızı görmek hem de yenmek üzere yola çıktığımız hasmımızı tanımak bakımından gereklidir. Yenilgilerden ders çıkarmayı ve geleceği buna göre kurgulamayı başarmak, cana can katacak ilacın ne olduğunu bulmak gibidir. Yenilgi çözümlemesi eğer uğruna dövüşülen ve peşine düşülen davayı sorgulamıyor, aksine nerede eksik kaldığımızı ve yanlış yaptığımızı göstermeyi amaçlıyorsa doğru yoldayız demektir. Yenilgi istenmeyen bir şeydir, ama sınıf mücadelesinde önümüze sıklıkla çıkan bir yol kazasıdır. Doğru hatırlanması bile devrimcilere zor gelen bir şeydir, ama Lenin’in dediği gibi ders çıkarmasını bilene “Yenilgi yılları, iyi bir okuldur.” Yenilme üzerinde düşünmek, bir dahaki sefere yenilmeme üzerine düşünmektir. Marksizmin ustaları en parlak analizlerini (1848, 1871, 1905), en yararlı çıkarımlarını bu sayede yaptılar. Proletarya diktatörlüğü, devlet ve devrim, ayaklanma, parti, işçi-köylü ittifakı, strateji ve taktik üzerine pek çok Marksist tez mağlubiyetlerin çözümlenmesinden üretildi.
[1] Yaşar Ayaşlı, Belge Yayınları.
[2] P. Anderson, Batı’da Sol Düşünce, Birikim Yayınları, s. 69-70.
[3] J. Ranciere, Nasıl Bir Zamanda Yaşıyoruz?, Metis Yayınları, s. 26.
[4] Bazı Twitter zevzekleri yazdıklarımı anlayıp dinlemeden her şeyi 12 Eylül yenilgisine bağladığım gibi aslı astarı olmayan manipülatif yorumlar yapıyorlar.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.