Devrimciler ezilen halkların kendi kaderini tayin etme hakkını yalnızca ilkesel bir tutum olarak değil, aynı zamanda gerici ve faşist rejimlerin yıkılması, emperyalizmin yenilgiye uğratılması için de koşulsuz savunur. Esas ilkesel tutumumuz içinde bulunduğumuz güçler denklemi ve gelişmeler doğrultusunda bu stratejik hedefe yaklaşmaktır. Görünen o ki Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler bizi bu hedefe yaklaştırmaktan ziyade bu hedeften uzaklaştırmaktadır
Emperyalizm, geçen yüzyılda kapitalizmi küresel bir sistem haline getirdi, emperyalistler arası hiyerarşi ve rekabetin biçimleri gelişti. Ancak pazar paylaşımı temelinde hakimiyet mücadelesi geride kalmadı ve bugün Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesi de yine bu temelde gerçekleşiyor. Soğuk savaş bakiyesi bir siyasal uzantı olarak Suriye’de Esad rejimi yıkıldı. ABD’nin uzun zamandır arzuladığı ve koşullarını oluşturduğu bu gelişme kapitalizmin güncel sömürü mekanizmalarının bölgede somut karşılıklarını inşa edebilmesi için olanakları genişletti. Bölgede İran öncülüğünde gelişen ve ABD emperyalizmine karşı ulusal direniş hareketlerinin de içinde yer aldığı Direniş Ekseni’ni oluşturan güçlere yönelik tasfiye adımları artık daha güçlü atılıyor.
Geçtiğimiz günlerde İsrail Gazze’de açık işgal kararı aldı. Bu gelişmenin öncesindeyse Hamas başta olmak üzere Filistin direniş hareketine Suudi Arabistan ve Fransa’nın başkanlık yaptığı bir BM toplantısında yapılan silah bırakma çağrısı açık işgal öncesi son girişim olarak değerlendirilebilir. Elbette burada emperyalist dünya sistemi içerisindeki güçler arasında yaşanan çelişkiler birtakım gelişmeleri ortaya çıkarıyor. Örneğin Filistin devletini resmi olarak tanıyan ülke sayısı artıyor. Ancak bunun İsrail’le bölgesel hakimiyet yarışı içerisinde kendilerini hatırlatmak gibi bir amacı olsa da Mahmut Abbas hükümetini tek meşru güç olarak öne çıkartarak Gazze direnişini marjinalize etmek ve dünya kamuoyunda İsrail’e karşı sokaklara dökülen kitlesel militan tepkiyi soğurmak gibi hesaplar güdülüyor. Yani Gazze’ye dönük toplam planda bir değişiklik yok. Trump’ın daha önce ifade ettiği şekilde Gazze’nin turizm merkezi haline gelmesi, Filistin halkının sürgün edilmesi ve bu temelde Gazze’nin yeniden yapılandırılması. Bugünlerde Şam’da dolaşan Türk inşaat firmalarının iştahından da görebileceğimiz gibi savaş sonrası her yeni yapılanma süreci yeni bir kârlılık alanı olarak değerlendirilecektir kuşkusuz. Ancak bu projenin arkasında esas olarak ABD’nin Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ni kadük bırakarak kendi hegemonyasını güçlendireceği, Hindistan’dan Avrupa’ya uzanan IMEC koridorunda Gazze’nin lojistik aktarma merkezi olarak konumlandırılmak istenmesi var. Yani ticaret koridorları üzerinde hakimiyet kurma biçiminde yaşanan emperyalist paylaşım savaşı bu noktada devrede.
Benzer bir teslim alma girişimi bugünlerde Lübnan’da da yaşanıyor. ABD’nin Türkiye Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi diye anılan ya da başka bir değişle Trump’ın Ortadoğu sorumlusu olarak atadığı Tom Barrack Lübnan hükümetini ziyaret ederek Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını “rica” etti. Bu adımın atılması karşılığında İsrail saldırganlığının duracağı ve İsrail’in elinde tuttuğu bölgelerden çekileceği de vaat edildi. Bugüne kadar İsrail’in açık işgalci saldırganlığına Lübnan içinde direnen ve onu yenilgiye uğratan tek güç olarak Hizbullah’ın silah bırakması Lübnan’ı işgale, istikrarsızlaştırmaya dönük operasyonlara daha açık hale getirecektir. Hizbullah önderliği şimdilik silah bırakmayacağını beyan ediyor. Ancak hem Filistin direnişi hem de Lübnan direniş hareketi Suriye’de Esad’ın düşmesi ve HTŞ’nin Şam’da yönetim koltuğuna oturması sonrasında İran’dan aldığı desteği mümkün kılan ikmal yollarına artık sahip değil. Dolayısıyla maddi direniş kapasitesi her geçen gün daralıyor. Yani direniş hareketini çevreleyen uluslararası koşullar halkların değil emperyalistlerin lehine şekilleniyor.
ABD emperyalizmi benzer yaklaşıma Yemen Ensarullah hareketi ve Irak’ta Haşdi Şabi için de sahip. Ancak şimdilik bu ikisi için de somut bir adım yok. Filistin direnişinin uluslararası anlamda silahla somut olarak yanında olan tek güç şimdilik Yemen. Yemen’de Ensarullah hükümeti hâkim olduğu bölgelerden drone ve füze saldırılarıyla, gemilere el koymalarla Kızıldeniz’i ABD emperyalizmi ve ona bağlı olarak İsrail için bir ticaret rotası olmaktan neredeyse çıkarttı. Yemen’de Ensarullah’ın hâkim olduğu ve şimdiye kadar çeşitli bölgeler bundan sonra daha sistematik şekilde ABD’nin ve İsrail’in açık saldırılarıyla bertaraf edilmeye çalışılacaktır.
Bu tabloda ABD için bölgedeki vurucu güç İsrail. Zaten Gazze için açık işgal kararı da alındı ve ABD bunu “İsrail’in kendi bileceği iş” olarak yorumlayarak yol verdi. Lübnan’da yaşanacak olası gelişmelerde de yine askeri güç olarak İsrail devreye girecektir. İşin düğümlendiği noktalardan biri Suriye’de de İsrail sahada. Suriye’de Colani’nin henüz istikrarlı bir yönetim yapısı oluşturamamış olması birden fazla ihtimali masaya koyuyor. İsrail’le diplomatik temaslar da kuruluyor, SDG’yle görüşmeler de devam ediyor. Ancak Süveyda’da olduğu gibi ilişkiler bir anda silahlı çatışma biçimini de alabiliyor. Colani bir yandan diplomatik temaslarda bulunuyor ancak temasta bulunduğu ABD ve Türkiye dahil ülkelerin birçoğunda hala terör listesinde. Terör listesinden çıkarılma vaadi bir yandan da Ortadoğu’da kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden ülkelerin isteklerini ne kadar yerine getirip getiremeyeceğine bağlı olarak da bir “havuç” olarak kullanılıyor. Suriye’de yeni yönetim bir yandan İsrail tarafından çekiştiriliyor bir yandan Türkiye tarafından. İkisinin de isteklerini yerine getirmeye çalışırken Suriye’nin parçalı yapısını bir arada tutma hedefine ne kadar sahip olduğu kuşkulu gözüküyor. SDG ile müzakereleri bu anlamda sürüyor. Çeşitli mutabakatlar sağlansa da sahada yaşanan durumda istikrarlı bir gelişme yok. Çünkü Suriye’nin kaderine Suriye’de karar verilmiyor.
Suriye’de Şam yönetimiyle SDG arasında oluşacak denge, entegrasyon ve özerklik olanakları Türkiye’de devletle Kürt hareketi arasında yürütülen yeni sürecin de en önemli belirleyenlerinden biri. Dolayısıyla burada pazarlığın sürdüğünü de sahada güçler dengesinde yaşanacak olası değişimlere göre yeniden şekillenebileceğini de söylemek mümkün. Süveyda’daki çatışmalarda hesapları farklı olsa da İsrail ve Kürt hareketinin benzer tutumla müdahil olması bu anlamda ele alınabilir. Sonuç olarak her unsurun bir diğerinin bir sonraki hamlesini izlediği ve fırsat kolladığı bir durum söz konusu.
Ama diyebiliriz ki, ABD Ortadoğu’da aktif tüm unsurları yamacında tutmaya çalışıyor. Tüm çelişki ve çatışmaları yönetmeye çalışıyor, her unsuru kendi çıkarları doğrultusunda harekete zorlayacak bir ilişki kurmaya çalışıyor. Suriye ve Lübnan her ne kadar İsrail’le çelişkiler yaşasa da ABD bu iki bölgeyi de “İbrahim Anlaşmaları” aracılığıyla İsrail’le bir normalleşme düzlemine getirmeye çalışıyor. ABD’nin bu hedefinin doğrudan sonucu Lübnan ve Suriye’nin sahip olduğu nadir toprak elementleri, enerji yatakları, diğer toprak altı zenginlikleri, liman ve ticaret yolları üzerinde tam hakimiyet kurmak.
Elbette asıl hedef İran ve bugün atılan bütün adımlar İran’ın çevrelenmesi ve nihai olarak çökertilmesi planına dönük olarak atılıyor. Bu hedefe bağlı olarak Irak’ta Haşdi Şabi’nin tasfiye edilmesi, günün kilit kavramlarıyla söylersek “silahsızlandırılması” ve Ortadoğu’da oluşan yeni düzene “entegrasyonu” gündeme gelecektir.
Ancak ondan önce ABD Ortadoğu’nun kuzeyinde yeni bir adım attı. Donald Trump, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’ı Beyaz Saray’da ağırladı. Bu gelişme elbette Trump’ın savaşan tarafları “barıştırma” tutkusundan gerçekleşmedi. Trump, Nobel Barış Ödülü’nün kişisel bir tutkusu olduğunu gizlemiyor ve iki gün önce Kamboçya Başbakanı Hun Manet, Trump’ı Barış Ödülü’ne aday gösteren resmi bir mektubu Norveç Nobel Komitesi’ne sundu. Ancak mesele kişisel tutkunun çok ötesinde ve gerçekte barışla hiç alakası olmayan bir nitelikte. Azerbaycan ve Ermenistan’ı “barıştıran” Trump resmi olarak henüz ilan edilmese de Zengezur Koridoru’nun işletmesini ABD’ye kazandırdı. Hatta projenin adı “Trump Uluslararası Barış ve Kalkınma Koridoru” olarak geçiyor. ABD tarafından belirlenecek bir inşaat şirketi ya da konsorsiyum tarafından inşa edilecek, işletilecek ve gelirden büyük pay yine ABD’ye aktarılacak bu proje yine ABD tarafından özel bir güvenlik projesiyle korunacak. Hazar Denizi’ni Azerbaycan’dan Ermenistan’a oradan da Türkiye’ye bağlayacak olan bu proje sayesinde ABD Çin’in Kuşak Yol projesine karşı bir hamle yapmış ve aynı zamanda Kafkasya’da etkinliğini arttırmış oldu.
Şimdi çok kısa sürede yaşanan tüm bu gelişmelerin belirleyiciliği doğrultusunda ülkemize bakalım. Devlet Bahçeli bir gün fikir değiştirerek Abdullah Öcalan’ı kurucu önder olarak anmaya karar vermedi. Tayyip Erdoğan bir anda barış ve demokrasi sevdalısı haline gelmedi. Ortadoğu’da oluşan yeni güçler dengesinin yarattığı olanakları değerlendirme arzusu, risklere karşı önlem geliştirme refleksi ama en önemlisi temsil ettikleri sermaye fraksiyonlarının ihtiyaçlarına cevap verme zorunluluğu Türkiye’de yeni bir süreç başlattı. Ancak bu süreç toplam Ortadoğu sürecinin bir alt bileşeni, Türkiye’ye yansıması olabilir. Bu yüzden bugün ülke içinde “süreç” sözcüğünü sarf ettiğimizde ilk akla gelen doğal olarak devletle Kürt hareketi arasında yaşanan gelişmeler olsa da buraya indirgemeden ele almak faydalı olacaktır. Dolayısıyla Kuzey Kafkasya’dan tutup Türkiye’den güneye inerek Suriye, Lübnan ve Filistin topraklarından Yemen’e kadar büyük bir coğrafyada -hatta buna Ukrayna’yı da katabiliriz- yaşanan gelişmeleri kapsayacak bir süreç tanımı yapmakta fayda var.
Kabaca diyebiliriz ki yakın bir geçmişe kadar emperyalist-kapitalist dünya sistemi içerisinde ABD hegemonyasının gerilemesi diye tartışılan olguya Trump yanıt üretmektedir ve Ortadoğu’da etkisini güçlendirecek şekilde bölgeyi yeni sömürgecilik temelinde yeniden dizayn eden bir plan devrededir. Bölge halklarının direniş kapasitesi silahsızlandırma ve entegrasyon temelinde dağıtılmaya, bölge ticaret yolları ve lojistik ikmal noktalarıyla yeniden yapılandırılmaya çalışılmaktadır. Buna bağlı olarak nüfusun proleterleşmesi ve çelişkilerin de bu doğrultuda genişlemesi kaçınılmazdır. Ancak bununla birlikte bölgenin uluslararası emperyalist bağımlılık ilişkileri çerçevesinde şekillenmiş sermaye güçleri ve onların iktidarları oluşan yeni durumdan faydalanmak istemektedir. Suriye’de HTŞ yönetim koltuğuna oturur oturmaz zaten patronlara “serbest piyasa ekonomisi” ve “küresel ekonomiye entegrasyon” sözü vermişti. Türkiye ve Şam arasında yeni bir mutabakat imzalanarak Türkiyeli şirketlerin faaliyet göstereceği OSB’ler kurulması ve üretim, ticaret, enerji alanlarında yeni bir koridorun oluşturulması, bankacılık faaliyetlerinin hayata geçirilmesi kararı alındı bile. Bu Türkiye kapitalizminin genişleme ihtiyacını toplamda emperyalizmin belirleyici olduğu bir bölge ve süreçte bu gerçekliğe entegrasyonla hayata geçecektir. Yani diyebiliriz ki Türkiye kapitalizmi emperyalizme bağımlı bir şekilde genişlemektedir. Suriye’ye yatırım yapan Türk firmaları teknolojik ve finansal olarak emperyalist merkezlere bağımlı bir yapıya sahip ve bu durum ortaya çıkan artık değerin emperyalist merkezlere aktarılmasını zorunlu hale getiriyor.
Ancak bu tablo sonucu az çok ortaya çıkmış durumların getirisidir. Asıl olarak bölgedeki tüm güçlerin planları İran’ın akıbetine göre yapılmaktadır. ABD’nin bölgedeki en agresif müttefiki İsrail, İran’a karşı askeri yöntemlerini de kullandığı için hem kendisine direnen güçlerin destek unsurunu ortadan kaldırmak istiyor hem de İran sonrası konjonktürden en çok payı kendisi almak istiyor. Coğrafi olarak sınırının olmaması bir dezavantaj o yüzden şimdilik Suriye içinde özellikle güneyinde nüfus alanları oluşturarak genişleme hedefini de bir yandan hayata geçiriyor. Türkiye ve Azerbaycan gibi İran’a doğrudan sınırı olan devletler ise İran sonrasının planlarında daha etkin yer almanın hesabı içinde. Azerbaycan Zengezur Koridoru vesilesiyle ABD’yle bu konuda ileriye dönük bir plan içerisinde girdi. Türkiye için koşullar daha karmaşık. İsrail’le bölgesel güç olma noktasındaki rekabetin asıl konusu bu İran’ın olası akıbetleri sonrası senaryolar kapsamında yaşanıyor. Yer yer Filistin davasını uluslararası ilişkilerde İsrail’e dönük bir sınırlama için değerlendirmeye çalışsa da somut ve caydırıcı hiçbir adım atmadı. Ancak İran’la çelişki içerisindeki bir başka önemli unsur olan Kürt hareketiyle yeni bir düzlem oluşturmasının arkasında yatan sebeplerden birinin bu olduğuna şüphe yok. Hem Kürt hareketini Suriye denkleminden kaynaklı İsrail’le doğrudan müttefik haline getirmek istemiyor hem de Ortadoğu’da yaşanacak daha karmaşık gelişmelere hazırlık yaparken kendisine daha fazla sorun çıkarmamasını istiyor. Şimdilik bu konuda kısmi de olsa yol alındı. Bu sorunları çözme beceresi Türkiye’de iktidar için aynı zamanda ABD emperyalizmine bir istikrar göstergesi olacak. Yani işin bir diğer tarafı kendi iktidar süresini uzatmak var.
Egemen sınıflar için bütün bu süreci ve Türkiye’de bu sürecin bir yansıması olarak Kürt hareketiyle devlet arasında oluşan yeni düzlemi bu tablo üzerinden değerlendirirsek ana dinamiğin ABD emperyalizminin hegemonya mücadelesi ve bölgenin yeni sömürgecilik temelinde yeniden şekillendirilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu sürecin pürüzsüz ve sorunsuz ilerlemesi Ortadoğu halkları için olumlu bir gelişme olarak değerlendirmek mümkün değildir. Ancak bu noktada dört farklı devletin sınırları içerisinde varlık gösteren ve artık bölgede basit anlamda bir gerilla hareketi olmanın çok ötesinde bir anlam ifade eden Kürt hareketinin aldığı pozisyon onun kendi özgünlüğü ve onu kuşatan uluslararası güçler dengesi içerisinde değerlendirilmek zorundadır.
Kürt hareketi de tıpkı diğer silahlı direniş hareketleri gibi silah bırakma ve entegrasyon kıskacına alınmıştır. Silah bırakma süreci daha sınırlı bir alanın yani Türkiye devleti sınırları içerisinde kalan bir alanın gerçekliği olsa da entegrasyon toplam bölge için geçerlidir. Bu noktada Kürt hareketinin ABD ile ilişkileri ve çelişkileri, başta Filistin direniş hareketi ve Lübnan Hizbullahı olmak üzere bölgedeki diğer unsurlara göre farklıdır. Rojava’da kurulan yapıyla ABD’nin dönemsel çıkarları arasında pragmatik bir uyum yakalanmış olsa da ekonomik ve siyasal yönelimleri itibariyle uzun vadeli bir ortaklık garantisi taşımıyor. Bunun yanında belirleyici bir askeri güç olarak çıkarları ABD ile çatışan gruplara mesafeli olması ve bu grupların öncülüğünü üstlenen İran’la çatışmalı durumda olması yönünden de ABD ile uyum içinde. Bu girift gerilim ve kırılgan denge Rojava’da emperyalist bağımlılık ilişkilerinin derinleşmesi ve yeni sömürgecilik temelinde yapılandırılması riskini de beraberinde getiriyor.
Bu toplam sürecin kendi içsel mantığı gereği işleyişi yukarıdan aşağıya gerçekleşmekte, dolayısıyla yaşanan gelişmeler ülkelerin kendi içlerinde süzülerek ulaşmaktadır. Bizim ülkemizde devlet tarafından “Terörsüz Türkiye” diye adlandırılan, tarafların doğal olarak farklı anlamlar yüklediği ve farklı hedeflerle yaklaştığı süreci ortaya çıkardı. Ülkenin faşist partisinin liderinin ağzından yapılan çağrıyla başlayan, PKK’nin kendini feshetme kararı alması, silah yakma töreni gerçekleştirmesiyle devam eden ve son olarak Meclis’te oluşturulan komisyonla yeni bir aşamaya ulaşan süreç üzerinde belirsizlik hala korunuyor. Ancak tekrar altını çizmekte fayda var bu süreci ortaya çıkaran dinamik halkların barış talebini taşıyan mücadele hattı ya da devletin savaş kapasitesinin gerilla hareketi karşısında yetersiz kalması değildir. Mutlaka bunların da toplam sürece bir etkisi ve katkısı vardır ancak son zamanda ne halk hareketi ne de gerilla hareketi denklemi değiştirecek bir düzeye ulaşabildi. Sürecin esas dinamiği ABD emperyalizminin belirleyiciliğinde Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerdir.
Son olarak kurulan komisyon da iktidar için Türkiye siyasetini bu gerçekliğe göre dizayn etme amacına göre işlevlendiriliyor. Komisyon açılış toplantılarında da zikredilen ve yaklaşık bir yıldır Türkiye’de iç siyasette tüm unsurları içinde ya da karşısında konumlandırarak pozisyon almaya zorlayan “iç cephe” konsepti yine bu komisyon tarafından pekiştirilecektir. Komisyonda muhalif unsur olmanın bu konseptin dışında kalmaya yetmeyeceği komisyonun İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler ve Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT) Başkanı İbrahim Kalın’ın sunum yapacağı ikinci toplantısı için gizlilik kararının oybirliğiyle alınması göstermiş oldu.
Elbette ne Kürt hareketi ne CHP ne de komisyondaki sosyalist unsurlar basitçe iktidar politikalarının arkasına yedeklenmiyor. Böyle bir ithamda bulunmak haksızlık olacaktır. Sorunun çözümü için Meclis’i işaret eden, Meclis yoluyla garanti altına alınmasını isteyen muhalefetin farklı parçaları böyle bir süreçte üstelik Meclis’teyken farklı nasıl konumlanabilirdi? CHP muhalefet içerisinde yalnızlaştırılmaya ve kriminalleştirmeye çalışılırken Kürt sorununun çözümsüzlüğünden tarafmış gibi bir görüntüyü nasıl verebilirdi? DEM Parti varlık sebebi olan sorunun birincil muhatabıyken farklı nasıl tutum alabilirdi? Bu çelişki kuşkusuz düzen siyasetinin çelişkisi ancak komisyonun ikinci oturumunun gizlilik kararının, üstelik sosyalist unsurlar da varken oybirliğiyle alınması niyetten bağımsız sürecin paralize edici etkisini göstermiş oldu. Türkiye halklarıyla iktidar arasındaki çelişkiyi derinleştirmeyen, muhalefet kapasitesini etkisizleştiren her türlü sürece şüpheyle yaklaşmaya ve mümkünse uzak durmaya özen gösterme gerekliliği de bir kez daha kendisini kanıtladı.
Ancak bu sürece yönelik eleştirel bir mesafe belirlemek, Türkiye devriminin programının en önemli parçalarından biri olan ulusal sorunun çözümüne ya da bu sorun etrafında yaşanan gelişmelere kayıtsız ve cevapsız kalmak ya da sorunu kendi içsel mantığından, halk dinamiklerinden soyutlayarak ele almak anlamına da gelmez. Daha önce Tom Barrack’ın Ortadoğu için önerdiği “Osmanlı millet sistemi” daha sonra ilk komisyon toplantısında Numan Kurtulmuş’un açılış konuşmasında Sykes-Picot’a atıfla yapılan “Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra birbirinden kopartılan, aralarına tel örgüler çekilen halklar artık yeniden birbirlerini daha yüksek sesle duymayı hak ediyor.” vurgusuyla selamlanmış olması, Tayyip Erdoğan’ın bu sürece dair yaptığı konuşmada öne çıkarttığı “Türk-Kürt-Arap” ittifakı da göndermesi de “Yeni-Osmanlıcılık” temelinde bir bölge politikası yapılandırılacağının göstergesidir kuşkusuz. Bu ileride hayata geçirilecek bir plan değil bugün hali hazırda Ortadoğu’da fiilen yaşanan da bir gerçekliktir. Sınırlar da belirsizdir, uluslararası hukuk diye de bir şey yoktur. Bu gerçekliğin ülke içine de kuralsızlaşma olarak yansıması, gericiliğin yaygınlaşması ya da halklar arası ilişkilerin dinsel temelde kurulması, yurttaşlığın tasfiyesi doğal bir kaygıyı da açığa çıkartmakta, geniş kitlelerde sürece karşı reaksiyonu da ortaya çıkarmaktadır. Ancak doğru temelde örgütlenmeyen her reaksiyon gibi bu reaksiyonların da şoven bir içeriğe sahip olması doğaldır. Bu reaksiyon çeşitli politik kanallarda kendisini ifade edebilir.
Ancak bu reaksiyonunun geri yanlarına seslenerek, sosyalizmin emperyalist-kapitalist sistemi sınırlandırdığı ve dengelediği bir konjonktürün ürünü olan devlet yapısının varlığını koruduğu ve saldırının da bu yapıya olduğu düşüncesinden hareketle sol-sosyalist bir bir politik hat çıkarılamaz. Bu yapı çoktan tasfiye edilmiştir. Bu mevziyi savunmaya çağıran politik hat da halklar arası kardeşliği ve bölgede emperyalizme karşı mücadeleyi güçlendirmez. Türkiye devleti zaten uzun süredir yeni sömürgecilik ilişkileri temelinde işbirlikçi bir yapı, halkın isyan kapasitesini baskı altında tutacak bir aygıt olarak şekillenmiştir. Dolayısıyla savunulacak bir yanı yoktur. Hatta bizzat bu devlet yapısı bugün bölgede emperyalizmin planları için kullanışlı bir aparattır.
Devrimciler ezilen halkların kendi kaderini tayin etme hakkını yalnızca ilkesel bir tutum olarak değil, aynı zamanda gerici ve faşist rejimlerin yıkılması, emperyalizmin yenilgiye uğratılması için de koşulsuz savunur. Esas ilkesel tutumumuz içinde bulunduğumuz güçler denklemi ve gelişmeler doğrultusunda bu stratejik hedefe yaklaşmaktır. Görünen o ki Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler bizi bu hedefe yaklaştırmaktan ziyade bu hedeften uzaklaştırmaktadır. İsrail rejimi kendi krizlerini savaş yoluyla ertelemekte, Suriye’de işbirlikçi gerici bir yönetim oturtulmakta, Lübnan ve Yemen’de emperyalizme karşı direniş güçleri bertaraf edilmekte, Türkiye’de Saray iktidarı ABD emperyalizminin çıkarlarını temsil ettiği oranda yerini korumak için uluslararası destek devşirmektedir.
Bu gelişmelerin de doğruladığı gerçeklik, Kürt sorunun çözümü ulusal sınırlar içerisindeki siyasal süreçlerin kapsamını aştığı ve bir “Ortadoğu sorunu” olduğudur. Bu nedenle Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerin parçası olarak değerlendirmek ve Türkiye devriminin Ortadoğu’da devrimci sürecin parçası olarak konumlandığını atlamadan düşünmek gerekir.
Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler karşısında Türkiye devletine emperyalizmden bağımsız bir varlıkmış gibi yaklaşmak ve politikalar üretmek yerine ABD emperyalizminin bölgedeki en etkili iki gücünden biri olduğunu bilerek yaklaşmak için emperyalizmin Türkiye’de içsel bir olgu olduğu, bir içsel olgu olarak Türkiye kapitalizmini yukarıdan aşağıya çarpık ve bağımlı geliştirdiği, tüm kurumsal aygıtlarının, rejiminin bu nitelikle şekillendiğini hatırlatmakta fayda var. Böyle bir bakış açısı bizi Türkiye kapitalizminin işleyiş mantığını kavramaya, onun yıkıma uğrattığı ve dolayısıyla isyancı bir eğilim kazandırdığı halk kesimlerini görmeye, Ortadoğu’yu da etkileyecek devrimci bir halk hareketinin imkanlarına götürecektir.
Bu halk kesimlerinin ve isyancı eğilimlerin tasvirini başka bir yazıya havale ederek detaylandırmanın daha sağlıklı olacağını belirtip geçerken temel çelişkinin yeni sömürgecilikle bu halk kesimleri arasında şekillendiğini vurgulayalım. Emperyalizmin ülkemizde gizli işgalini varlığının koşulu olarak yeni sömürgeciliğe karşı mücadele bölgede emperyalizmin ve işbirlikçi iktidarların varlığına karşı mücadeledir. Dolayısıyla ülkedeki ve bölgedeki temel gelişmelerin ana dinamiği olarak emperyalist sömürgeciliği hedefe koymak, siyasal pozisyonumuzu buna göre belirlemek zorundayız. Bundan bağımsız bir demokrasi sorunu da ulusal sorun da olmayacak.
Son olarak ABD emperyalizminin geniş anlamda Ortadoğu coğrafyasında inisiyatifi bu kadar ele aldığı bir süreçte 2026 yılında güncel olarak onun rakiplerini kuşatma/çevreleme işlevi gören askeri aygıtı NATO’nun toplantısının Ankara’da, yani Ortadoğu’nun kilit noktalarının yanı başında olacak olması bölgesel çatışmanın seyrinin daha planlı ve sistematik hale geleceğinin göstergesidir. Devrimciler, halk saflarında ortaya çıkan isyancı eğilimlerin emperyalist sömürgecilik kaynaklı dinamiklerini ve onu ülkemizde yaygınlaştıran işbirlikçiliği teşhir etmek, halk hareketini bu doğrultuda saflaştırmak zorundadır. Ancak bu temelde Kürt halkı başta olmak üzere Ortadoğu halkları arasında sisteme karşı mücadele temelinde bir ortak anlayış yaygınlaştırılabilir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.