Hayatla, sınıfla ve kitlelerle aramızdaki mesafenin her geçen gün nasıl biraz daha açıldığı gerçeğini görerek örgütlerimizi fetişleştirmek dahil göreli üstünlüklerimize dayalı ‘kendinden hoşnutluk’ rehavetinden kurtulmayı samimi olarak isteyip istemediğimiz. Devrimci bir silkiniş ve siyaset açısından bu kadarının yeterli olmayacağının tabii ki farkındayım. Ama bir silkiniş olarak atmamız gereken ilk adım bunlar olsa gerek
“Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji” dosyasındaki diğer yazılara ulaşmak için tıklayınız.
Türkiye solunun dün-bugün-yarın ilişkisini kuruşunun her dönem az ya da çok ‘sorunlu’ olduğu kanısındayım. Kastettiğim sorun, bunlar arasındaki ilişkinin diyalektik bir iç bağıntılılık ilişkisi şeklinde kurul(a)mayışından kaynaklanır. Aralarındaki bağlantı diyalektik bir süreklilik ilişkisi biçiminde değil, her biri sanki birbirlerinden kopuk, ayrı vagonlarmış gibi ele alınır. Genellikle dün ile bugün arasında bir ilişki kurulur ama yarın bir belirsizlik sisi içindedir, siliktir, en fazla ajitatif söylem ve sloganlarda dile gelir. Bu yaklaşımın tipik örneği olarak 1970’li yıllarda Aydınlık oportünizmi tarafından popülerleştirilen “Geçmişi olmayanın geleceği olmaz” sloganı, tarihten öğrenip ders alarak geleceğe nasıl yürümek gerektiği üzerine yoğunlaşma daveti olmak yerine ‘dün’ün temsilcisi/mirasçısı’ pozları takınarak gün’de itibar ve güç toplamanın peşinde koşan bir istismar örneğidir. Dün’e bakarak değil berrak ve tutkulu bir yarın vizyonundan geriye gelerek bugün ne yapmalı sorusuna dair üzerinde durup düşünmeye değer bir fikir ve çabanın sahibi olmak şurada dursun, hâlâ dün’e takılıp kalan yaklaşımlarla bugün de karşılaşıyoruz. Düşünebiliyor musunuz, 2025 yılına gelmişiz, dünyanın, memleketin, solun genelinin hali ortada, birileri milleti hâlâ İbrahim Kaypakkaya 1972’de işkence gördü mü, görmedi mi ya da 12 Mart ve 12 Eylül’de kimler ne ölçüde nasıl çözüldü tartışmalarına çekme çabasında.
Bu konuda asıl problem, Türkiye devrimci hareketinin örgütlü mücadelede ısrarlı güçlerinin politika yapma tarzında kendisini gösteriyor: Bugünü çözümlemeye ve ona müdahalenin yol ve yöntemlerini belirlemeye çalışırken yarın’dan gün’e gelmek yerine dün’den hareketle kalmayıp dün’de edindiğimiz düşünme tarzı, refleks ve alışkanlıklarla politika yapmaktan hâlâ kurtulabilmiş değiliz. Halbuki ne dünya -bırakalım öncesini- bundan 10-15 yıl öncesinin dünyası ne Türkiye o Türkiye.
Tarihin öyle bir kesitinde yaşıyoruz ki, ‘alışılagelen’ kavramı adeta geçerliliğini yitirdi. Yerini dün’e kadar ‘olmaz’ gözüyle bakılanın bile mümkün hale geldiği bir ‘akışkanlık’ almış durumda.
İçinde bulunduğumuz tarihsel döneme rengini veren karakteristik özelliklerin başında bütün dengelerin, geleneksel ilişki ve düşmanlıkların, yerleşik anlayış ve ölçülerin vd. altüst olduğu ‘kaotik bir geçiş dönemi’ özelliği taşıması geliyor. Dünyada da bölgede de Türkiye’de de hiçbir şeyin eskisi gibi olamadığı ama yerlerine yeninin de henüz konulamadığı/kurulamadığı bir tarihsel kesitteyiz.
Yerleşik kuralların, geleneksel konumların, aidiyet bağlarının, siyasal-moral değerlerin, ihtiyaçların, çıkarların, beklentilerin… farklılaşmasına bağlı olarak zeminin fazlasıyla kayganlaştığı akışkanlığı yüksek bir süreç bu. Dolayısıyla ‘ani’ gelişme ve sürprizlere çok açık ve gebedir. Sürecin her an her şeyin olabileceği sıçramalı karakterinden ötürü tehlikeler ve fırsatlar iç içedir, ikisi de büyük ve tarihseldir. (TİKB 5. Konferans Belgelerinden/Dünyanın Kışı, https://devrimciproletarya.org/dunyanin-kisi/)
Eski dengelerin, ölçü ve kuralların, tepkime biçimleri ve hesapların eski geçerliliklerini yitirdikleri, bu yüzden en olmaz denilen olasılıkları bile göz önünde tutarak hareket etmenin zorunluluğu ortadayken hâlâ dün’ün kafası ve alışkanlıklarıyla hareket etmek dogmatik tutuculuk olmanın ötesinde bir anlam kazanmış durumda artık. Bazılarımızı havaya zıplatacak belki ama bu düpedüz devrimci ruhun ölümü ya da can çekişmekte olduğunun göstergesi. Farklı biçimlerde ifade edilse bile devrimcilikte ısrarlı hemen herkesin bir biçimde kabul edip çözüm arar göründüğü konularda dahi (örneğin sınıfa ve kitlelere güven veren devrimci bir odak ihtiyacının yakıcılığı) iş pratiğe geldiğinde somut tek bir adım atılamıyorsa devrimci iddia ve iradenin zayıflığı dışında bir açıklaması var mıdır bunun?
Devrimcilik her şeyden önce bir irade ve ısrar işidir. Tarihi en fazla yorumlamaktan farklı olarak ‘tarih yapma’ iddiasıdır. Bu elbette bizi çevreleyen nesnel koşulları yok sayıp üzerinden atlayarak olmaz[1]. Bunun adı maceracılıktır. Fakat nesnel koşullara boyun eğerek onun izin verdiği sınırlar içinde ‘bir şeyler yapmayı’ yeterli gören bir “devrimcilik” anlayışı da devrimci değildir.
Şu ya da bu konudaki çözümleme ve politikalarının isabetli olup olmamasından da önce TDH’nin bugünkü temel problemi bu kanımca. Pratiğe yön veren stratejik bir vizyon yok ortada. Olduğu kadarıyla teoriyle pratik apayrı kanallardan akıyor. Elde avuçta kalanı korumayı esas alıp göreli ilerlemelerle yetinen iddiasızlığı bir türlü aşamıyoruz. Politika taktiğe indirgenmiş durumda; taktikler de çoğu kez ‘tepki göstermek’le sınırlı. Sınıf içinde en anlamlı pratiklerimiz bile bu temelde şekilleniyor. Bu anlamda Lenin’in “hareketin kuyruğunda sürüklenmek” olarak tanımladığı çerçeveyi aşabilmiş değiliz. İşin kötüsü, güç ve olanak yetersizliği nedeniyle yapamamaktan farklı olarak bu ‘etkisiz eleman’ konumu fiilen kabullenilmiş durumda. Bu durumu aşmayı zorlayan ısrarlı yaratıcı bir çabanın olmayışı başka nasıl açıklanır?..
“Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist stratejinin ne olması gerektiği” sorusunun yanıtını bu fotoğraf veriyor aslında.
Aramızdaki ideolojik ve programatik farklılıkların önemsiz olduğunu iddia etmiyorum. Taktik konularda da zaman zaman ters düşebiliriz. Önemli olan 2000 sonrasının yenilgi ve tasfiyecilik ortamında şekillenmiş olan politika yapma tarzını radikal bir sorgulama temelinde terk etmeye hazır olup olmadığımız. Hayatla, sınıfla ve kitlelerle aramızdaki mesafenin her geçen gün nasıl biraz daha açıldığı gerçeğini görerek örgütlerimizi fetişleştirmek dahil göreli üstünlüklerimize dayalı ‘kendinden hoşnutluk’ rehavetinden kurtulmayı samimi olarak isteyip istemediğimiz. Devrimci bir silkiniş ve siyaset açısından bu kadarının yeterli olmayacağının tabii ki farkındayım. Ama bir silkiniş olarak atmamız gereken ilk adım bunlar olsa gerek. Tabii bunlara bir de devrimci iradenin en anlamlı özeti olan “Gerçekçi ol, imkansızı iste” ruhunu eklemeliyiz. Kendiliğinden olmamakla birlikte gerisi daha kolay ve hızlı gelir.
‘Gerisi’ kapsamında:
Devrimci sosyalist hareketin bugün en acil görevi, yalnızca ajitatif-moral bir çağrı olarak değil siyasal-stratejik bir yönelim olarak ‘silkiniş’i örgütlemektir. Bu ‘silkiniş’, kuru teknik reçeteler ortaya atarak sağlanamaz. Geleceği bugünden kurmaya dönük politik adımlar atıldığı ölçüde kuvveden fiile çıkar.
Açlık sınırının altında yaşamaya zorlanan milyonların, borç ve güvencesizlikle boğuşan işçilerin, kadınların, gençlerin ve ekolojik yıkıma karşı direnenlerin taleplerini kapsayan kısa, net ve sahici bir program bu adımların başında gelir. Bu program soyut bir bildirge ve talepler yığını olmamalıdır. Emekçilerin gündelik hayatını farklılaştırmayı hedefleyen, içerdiği somut hedef ve taleplerle onları mücadeleye teşvik edecek bir çağrı ve yol haritası özelliği taşımalıdır.
Bugünün dağınıklığını aşmak için ortak bildiri ve basın açıklamalarının ötesine geçen bir ortaklaşmaya ihtiyaç var. Yalnız dünyada, bölgede ve Türkiye’deki gidişi, bu gidişin içerdiği tehlikeler kadar sıçramalı gelişme olanaklarını dikkate alacak olursak sadece dönemsel programlar temelinde güçbirlikleri ile yetinemeyiz. Devrimi örgütleme iddiasında samimiysek “ne kadar yapabiliyorsak o kadar olsun” iddiasızlığını terk edip daha merkezi ve kapsayıcı örgütsel birliklere ihtiyacımız var. Marx’ın Lassalcılarla yanlış temelde kurulan birlikteliği eleştirirken dile getirdiği gibi ilk adımda hemen kaynaşmak biçiminde olmasa bile pratik içinde buna evrilebilecek görece daha gevşek yeni örgüt formları bulabiliriz. Fakat hangi sınırlar içinde olursa olsun kuracağımız birlikteliklerin yüzü pratiğe dönük olmalı ve mutlaka bağlayıcı bir irade ve disipline dayanmalıdır. Aksi taktirde ortaklaşma sağlanmış gibi görünen platformlarda bile sık sık karşılaştığımız grupsal alışkanlık ve çıkarları merkeze koyan rekabetçilik illetini kurutamayız.
Sosyalist hareketin esas zemini burasıdır. Bugün sermayenin kalbi organize sanayi bölgelerinde, taşeron fabrikalarda, büyük şehirlerin yoksul emekçi mahallelerinde atıyor. Burada yürütülecek planlı, sabırlı, ısrarlı ve kolektif faaliyet, devrimci hareketin geleceğini belirleyecek temel hattır.
Kitlelerin kendi kaderine sahip çıkmasını mümkün kılacak yapılar, yalnızca bir “örgütlenme biçimi” değil aynı zamanda yeni bir siyasal kültürdür. Sınıfa güven veren, inisiyatif kazandıran yatay ama aynı zamanda birleşik bir direniş zemini yaratan bu örgütlenmeler olmadan bağımsız bir sınıf hattı kurulamaz.
İşçi sınıfının yeniden yapılanan öncülüğü bu dinamiklerle buluşup birleşmeden mümkün değil. Kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesi, gençliğin yaratıcı enerjisi, ekoloji hareketinin gezegeni savunan ufku… Bunların her biri, sosyalist hareketin omurgasıyla birleştiğinde sadece ülkede muazzam bir dönüşüm dinamiği ortaya çıkarmakla kalmaz küresel kapitalist barbarlığa meydan okuyacak bir güç haline de gelir.
Kürt sorunu Türkiye’nin siyasal rejimi, sınıf ilişkileri ve devletin yapısı üzerinde belirleyici bir etkendir. Bugün sosyalist hareketin önündeki temel görevlerden biri de Kürt halkının özgürlük mücadelesi ile işçi sınıfının bağımsız hattı arasında gerçek bir stratejik bağ kurmaktır. Bu bağ ne “destekçi” bir pozisyonla sınırlı kalabilir ne de “müzakere masasına” endekslenebilir. Eşitlik, özgürlük ve halkların kardeşliği perspektifi işçi sınıfının devrimci öncülüğü ile birleştiğinde hem faşist koalisyonun temel dayanaklarını parçalayacak hem de yeni bir siyasal kurucu güç yaratacaktır.
Tüm bu başlıklar “yapılabilecekler” listesinin ötesinde devrimci bir politik hattın yeniden kuruluş eksenleridir. Eğer bu iradeyi gösterirsek, geçmişin zincirlerini kırıp bugünün açmazlarını aşabilir yarını bugünden kurmaya başlayabiliriz.
Çünkü “gerçekçi ol, imkânsızı iste” çağrısı, ‘hoş’ bir slogan olmanın ötesinde devrimci iradenin kendisidir.
[1] “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar. Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker. Kendilerini ve bir şeyleri altüst etmekle, şimdiye dek hiç olmamışı var etmekle uğraşıyor göründükleri esnada, tam da böylesi devrimci kriz dönemlerinde, endişe içinde geçmişten ruhları yardıma çağırır, onların adlarına, sloganlarına, kıyafetlerine sarılır, dünya tarihinin yeni sahnesinde bu eskilerde hürmet edilen kılıklara bürünür ve bu ödünç dille oynamaya çalışırlar.” (Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i)
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.