Yusuf Akçura, 1904’de yazdığı Üç Tarz-ı Siyaset başlıklı makalesinde, Osmanlı’nın son döneminde imparatorluğun önündeki siyasal seçenekleri Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük olarak saymıştı. Şimdi, 121 yıl sonra, yeni bir yol çatısında “hangi siyaset tarzı?”, “hangi Cumhuriyet?” sorularıyla yüz yüzeyiz
“Terörsüz Türkiye”nin bir devlet projesi olarak, devlet-Öcalan ikilisinin inisiyatifinde başlatıldığı açık. Şişeden çıkarılan cinin öngörülen rotayı izlemesi ise pek olası görünmüyor.
Proje ya da “süreç”in mayalandığı koşulları kısaca ve hızlıca sayalım.
Bir: Dünya çapında sürmekte olan emperyalist hegemonya ve giderek şiddetlenen yeniden paylaşım kavgası, Ortadoğu ve Avrasya’da İsrail’in tetikçiliğinde dayatılan “Amerikan Barışı” olayın jeopolitik çerçevesini çiziyor. Çin ve Rusya, doğrudan olmasa da çeşitli biçimlerde taraflar[1]. Hindistan’dan Azerbaycan’a onlarca devlet, cihatçı çetelerden aşiretlere irili ufaklı onlarca aktör hareket ve çatışma halinde. Irak’ta istikrar ve düzen kurulamıyor. Suriye enkazını, HTŞ-Colani eliyle yeni bir üniter devlet altında toparlamak neredeyse imkânsız. Bu koşullarda iğreti Amerikan Barışı’nın sürmesi, Ortadoğu’da barışçıl yollardan yeni bir düzen kurulması mümkün görünmüyor. Tek cümleyle özetlersek, bu coğrafyada egemen eğilim, ne yazık ki, düzen ve barış değil, belirsizlik ve boğazlaşmadır.
İki: Erdoğan Türkiye’si, kesin ve artık geri dönüşsüz bir netlikle ABD-AB-NATO-İsrail tarafında konumlanmıştır. Yalnızca Ortadoğu’da değil, Doğu Akdeniz, Karadeniz ve Kafkaslarda Azerbaycan ile el ele bu emperyalist kutbun bölge stratejisiyle uyumlu, savaşçı bir “dış” siyaset izliyorlar.
Üç: Erdoğan’ın Kürt başlığını toplumsal muhalefeti Kürtlük-Türklük ekseninde bölerek iktidarını sürdürme stratejisinin araçlarından biri olarak kullanmak istediği açıktır. Türkiye’yi seçme-seçilme hakkı dahil tüm siyasal hak ve özgürlüklerin yok edildiği totaliter bir İslam devletine dönüştürmek için iktidar blokunun takviye edilmesi, bunun için de en azından Kürtlerin bir bölümünün desteğinin kazanılması ya da tarafsızlaştırılması gerekiyor. Dolayısıyla, “Terörsüz Türkiye” yalnız ülke çapında toplumsal muhalefetin bölünmesini değil, Kürt hareketinin bölünmesini de amaçlıyor.
Dört: Türkiye, Irak, Suriye ve İran’a dağılmış 40-50 milyon civarındaki otokton/yerleşik nüfusu ve diasporasıyla Kürtlük, kendi içinde, farklı sınıfsal ve ideolojik öğeler, örneğin, “Büyük Kürdistan”ı amaçlayan ilkel milliyetçi, İslamcı, İsrail yanlısı oluşumları da barındırıyor. Bu çerçevede, Kürtlüğü ve Kürt siyasal hareketini Öcalan-PKK’sinden ibaret görmek doğru değil. Öte yandan, sürümdeki süreçte asli taraf olan, ağırlık koyan, inisiyatifi geliştiren bu harekettir. Mevcut tablodaki en katmanlı dinamik olarak kendisi için ve kendisinden öte çözümler dayatıyor. Kurucuları, önderleri, geniş bir coğrafyaya yayılan milyonlarca üyesi, taraftarları ve destekçileriyle ağırlığını yoksul, mülksüz kent ve kır emekçilerinin oluşturduğu, kadınları siyasetin ön sıralarına taşımış seküler bir halk hareketidir.
Beş: Öcalan’ın mahpusluk ve tecrit koşulları nedeniyle İmralı’da eşit taraflar arasında bir müzakere yürütülmüyor. Metinleri, açıklamaları değerlendirirken bunu hep akılda tutmak gerekiyor. Devlet-Öcalan ilişkisinin buna rağmen “dikte eden-kabul eden” yalınlığında yol almadığını anlıyoruz. Bir kez, tarihsel ve küresel/konjonktürel boyutlarıyla Kürt ve Türkiye sorunlarını o masaya sığdırmak, o masada çözmek mümkün değil. Sığmaz ve sığmıyor. İkincisi, Öcalan’ın, siyaseti her koşulda reel güç ilişkileri üzerinden okuyan ve yürüten pragmatik siyaset tarzı ile hareketin geniş bir coğrafyada örgütlü özgücü -bu iki etken bir arada- Kürt siyasal hareketine geniş ve almaşıkları olan bir hareket alanı sağlıyor.
Soruna tarih/zaman, sınıf ve sınır bilinciyle yaklaşmak gerekiyor.
Tarih bilinci, geçmişin bugünü kuran, ama aynı zamanda eskiyen, dönüşüp başkalaşan öğelerini ayırt etme, geçmişten süzülüp gelenlerle yeni ve dinç dinamikleri amaç yolunda seferber etme gücü verdiği için önemlidir.
Yaşanmış tarihin herhangi bir uğrağına dönerek bugünkü sorunlara çözüm bulmak ise olanaksızdır.
Örnek olsun, ABD’de Trump yönetiminin özellikle ekonomik cephede gerileyen ABD hegemonyasını ihya etmek üzere başvurduğu gümrük duvarlarını yükseltme yönelimi, karşılaşılan sorunu geriye, merkantilist dönemlere dönerek tersinden çözme girişimidir. Hiçbir geleceği ve kalıcılığı yoktur. Bunun gibi, önümüzde Kürt sorununu “Osmanlı millet sistemi”ne dönerek çözmek türünden bir seçenek de yoktur.
Bana göre, sınıf mücadelesi teorisi yalnız tarihi değil, bugünü anlamanın da anahtarıdır. Sürecin en önemli handikaplarından biri, neredeyse tüm siyasal taraflar açısından sınıf gerçekliğinin ve mücadelesinin yok sayılmasıdır. Buna döneceğim.
Günümüz hegemonya ve yeniden paylaşım savaşlarının temelinde, sermayenin küresel hareketi ile ulus-devletler gerçekliği arasındaki uzlaştırılması giderek olanaksız hale gelen çelişki, onun temelinde de hiçbir devletin, hiçbir sermaye öbeğinin dışına çıkamayacağı ileri derecede tümleşik dünya pazarı gerçekliği var.
Küresel sermaye-ulus devlet çelişkisinin süreç bağlamında bizi yakından ilgilendiren yansıması, son 30-35 yılda Yugoslavya, Afganistan, Irak, Libya, Suriye vb. örneklerinde görüldüğü gibi birçok ulus devletin parçalanıp çökertilmesi, kimi devletlerin de Yunanistan örneğinde olduğu gibi “şube devletçik”lere dönüştürülmesidir. Bugünkü dünya, Sovyetler Birliği’nin olduğu yüzyıl önceki dünyadan çok farklıdır. Ezilen uluslara emperyalizmden bağımsız devletler olarak var olma, yaşama olanağı sunan koşullar önemli ölçüde ortadan kalkmıştır. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH), Self-Determinasyon ulusal soruna her durumda çözüm sunan bir anahtar ilke olmaktan çıkmıştır.
Ulus devlet, insanları, din ve inanç temelli kullar olmaktan çıkarıp belli bir coğrafyada yurttaş ve yasa önünde eşit bireyler olarak yaşayacakları bir “vatan”da buluşturmuş, ama ne uluslara ne de yurttaşlara özgürlük sunabilmiştir. Sınırda kapitalizm, ulusları bağımsızlaştırma potansiyelini de yitirmiştir.
Başat çizgilerini özetlemeye çalıştığım koşullarda Türkiye’deki tüm siyasal akım ve eğilimler yeniden biçimlenip kümeleniyor.
Yusuf Akçura, 1904’de yazdığı Üç Tarz-ı Siyaset[2] başlıklı makalesinde, Osmanlı’nın son döneminde imparatorluğun önündeki siyasal seçenekleri Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük olarak saymıştı. Şimdi, 121 yıl sonra, yeni bir yol çatısında “hangi siyaset tarzı?”, “hangi Cumhuriyet?” sorularıyla yüz yüzeyiz.
23 yıllık Erdoğan iktidarının Türkiye’yi getirdiği yeri, tam olma iddiası taşımadan birkaç cümleyle özetleyelim: Tükettiği kadar üretemeyen, sanayisizleşen, ekonomisi küresel finans merkezlerine, siyaseti ABD ve AB’ye bağımlı, küreselleşip semirmiş tekelci sermayenin ulusal gelirden aslan payı aldığı, tarikatların holdingleştiği, yolsuzluk ve kayırmacılığın gemi azıya aldığı, bölüşüm şoklarıyla emekçilerin beslenemez/geçinemez duruma geldiği, toplumu bir arada tutan ideolojik-kültürel bağların inceldiği, kamusal hizmet ve kâğıt üzerinde olsun hukuk eşitliği işlevleriyle devletin çözüldüğü, Erdoğan için yolun sonunun göründüğü, devrimci koşulların olgunlaşmakta olduğu bir ülke.
Erdoğan’ın başladığı işi tamamlamak ve erkteki ömrünü uzatmak üzere belirlediği tarz-ı siyaset üç sütun üzerinde yükseliyor.
Bir: Alt-emperyalistleşme, silahlanma ve savaş. Türkiye, 86 milyona yaklaşan nüfusuyla, sermaye ihraç eden “yerli” küresel sermayesiyle, üretim ve tüketim kapasitesiyle, eğitimli/ucuz emek ve asker gücüyle, son yıllarda silah sanayiinde kat ettiği yolla ve en önemlisi stratejik coğrafi konumuyla hegemonya ve paylaşım savaşı içindeki büyük güçlerin hesaba katmak zorunda oldukları önemli bir ülkedir. Bunun farkında olan AKP iktidarı, ABD-AB uydusu ve taşeronu alt-emperyalist bir rol için hem emperyalist büyük güçleri hem de Türkiye’yi kıvama getirmeye çalışıyor. Rusya ve İran karşıtlığı, Avrupa’ya göçe karşı dalgakıranlık, “Avrupa güvenliği”nin koçbaşı olmaya gönüllülük bu çerçevede Erdoğan Türkiye’sinin emperyalist merkezlere sunmaya hazır olduğu ek hizmetlerdir. “1000 yıllık kardeşlik”, “birlikte büyük ve güçlü Türkiye” bu siyasetin halka dönük propaganda söylemleridir. Etkisiz oldukları söylenemez.
Yukarıda saydığımız avantajlarına rağmen, verili “iç” ve “dış” koşullarda Türkiye’nin götürü taşeronluk ihaleleri dışında bölgesel ya da alt emperyalist bir konumuna yükselmesi olanaklı ve olası görünmüyor. Bu yönelişin yarattığı tehlike ise gerçek ve yakındır: Türkiye’nin ABD-NATO emrivakisiyle kendisini küresel ya da bölgesel savaşların içinde bulması!
İki: Sünni İslamcılığa daraltılmış ümmetçilik, bunun somut anlatımı olarak yine Sünni-İslam eksenli “Türk-Arap-Kürt birliği,” aynı eksende Kürtlerle bağlaşıklık AKP’nin emperyal amaçlarını gerçekleştirmek, iktidarını sürdürmek üzere kuşandığı ideolojik-siyasal silahlardır. “Yeni-Osmanlıcılık” açılımları, 2011 sonrasında Mısır ve Suriye’de izlenen Müslüman Kardeşler’e angaje siyaset gibi “yeni” söyleminin de, Arap ve Türk dünyasında (yalnızca ülkemizdeki Türk milliyetçilerini değil, Kafkaslardaki ve Orta Asya’daki Türki cumhuriyetleri de kast ediyorum) reel bir siyasal karşılığı yoktur. Erdoğan’ın 12 Temmuz konuşmasındaki tek “Arap” muhatap Suriye’deki HTŞ güruhudur. Bu güruhla ittifak ise Erdoğan-Fidan ikilisinin Suriye ve Kürt siyasetinin merkezine yerleştirdikleri, Türkiye’yi savaşa sürükleyecek, içeride de “süreci” berhava edecek bir saatli bombadır. Özetle, Sünni ümmetçilik bu siyaset tarzının en zayıf noktasını, Aşil topuğunu oluşturuyor.
Üç: Türkiye’de Anayasa, Anayasa Mahkemesi, bağımsız yargı, seçme-seçilme hakkı ve ülke çapında hukuk/yargı birliği lağvedilmiştir. Bir cümleyle özetlemek gerekirse, iktidar kendi varlığını da borçlu olduğu düzen legalitesinin dışına çıkmıştır. Bu, eskisi gibi yönetemediklerinin açık, yadsınamaz kanıtlarından biridir. Toplumsal muhalefetin sorunu ise aynı noktada, düzen partilerinin legalite dışına çıkmış bir iktidara karşı o legalitenin içinde kalarak muhalefet etme açmazından, sol/sosyalist hareketlerimizin ise ikilemi aşacak bir varlık gösterememesinden kaynaklanıyor.
Türkiye genelinde bu durum sürerken, Kürtlerle “barış ve demokrasi”, Bese Hozat’ın deyişiyle “Amed’de barış/demokrasi, İstanbul’da faşizm” olanaksızdır. Kaldı ki, bu iktidar, Kürtlere Amed’de ya da Kürt coğrafyasının herhangi bir parçasında “demokrasi” bir yana, “barış” getirmiş, hatta vaat etmiş değildir. “Kürt varlığının tanınması”nı, Kürt sorununun, Kürtlerin kolektif ulusal-siyasal kimliğinin ve taleplerinin kabulüyle değil de, Öcalan-PKK muhataplığına indirgeyerek bu süreci tamama erdirmek mümkün değildir.
Özetle, süreç keskin ve dramatik dönüşlere açık, kırılgan bir karakter taşıyor. Suriye/Rojava merkezli gelişmeler nedeniyle komisyon doğarken ölür ya da Bahçeli Cumhur İttifakı’nı bozup erken seçim yolunu açarsa şaşırmamalıyız.
Sonuç olarak, Erdoğan’ın tarz-ı siyaseti çubuğu barış ve “demokratikleşme”ye değil, inkâra, çatışmaya, savaşa doğru büküyor.
Emperyalist müdahale ve parçalanma tehdidine karşı ulus devlet kalesine sarılmayı savunan eğilim, sol cumhuriyetçi, sosyal demokrat, seküler milliyetçi ve ırkçı milliyetçi çeşitleriyle yeni süreçteki önemli kümelerden birini oluşturuyor. “Kemalist Cumhuriyet’in kuruluş kodlarına dönelim”in bu eğilimin ortak paydasını, strateji ve siyaset çağrısını oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bu siyasal-toplumsal toplam, türdeş olmadığı gibi siyasal düzeyde bir blok ya da cephe biçiminde cisimleşmiş de değil. Ama tarihten güncelliğe akan toplumsal bir canlılığı var.
Laik ve seküler Türkiye’nin, Ortadoğu’daki emperyalizm güdümlü din mezhep savaşlarının dışında kalan tek örnek olması, bu kendi içinde çeşitlilik gösteren toplama tarihten gelen, toplumun bilinç altına yerleşmiş, günümüzde yükselmekte olan bir ilgi yaratıyor. 19 Mart sonrası kitle eylemlerinde, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye bağıranlarla kurt işareti yapan gençlerin yan yanalığı, bazen aynı kişinin ikisini birden yapması ilginçtir; görmezden gelmemek gerekiyor.
Öte yandan, ulus devletin, demokrasinin, cumhuriyetin tarihsel olarak geçici kategoriler olduğunu, kapitalizmin teorik, tarihsel ve pratik sınırlarına dayandığı bir dünyada bu kategorilerin zamanın sorgulaması altında içerik ve anlam değişikliklerine uğradıklarını görmek gerekiyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu, bir yandan kapitalizmin yollarını açarken, bir yandan da bu topraklarda yaşayan insanların kulluktan yurttaşlığa geçmesine yaptığı katkı, toplum yaşamının sekülerleşmesi ve laik devlet yolunda gerçekleştirdiği dönüşümler nedeniyle toplumsal anlamda ileri bir adım, bir burjuva devrimi olarak değerlendirenlerdenim. Her konu, Lozan da tartışılabilir, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu gayri meşru saymak, öncesine dönüş çağrıları yapmak ise tarih dışı ve apolitiktir.
Bu Cumhuriyet’i burjuva/kapitalist karakterini bir yana koyarak idealize etmek, tükendiğini, çürüyüp çözüldüğünü görmeyip “kazanımlarını koruma”yı bir siyaset tarzı olarak öne sürmek de tarih dışı ve apolitiktir. Kapitalist Türkiye Cumhuriyeti ilk sermaye birikimini Ermeni’si, Rum’u, Yahudi’si ile Osmanlı gayri Müslimlerinin varlıklarına el koyarak sağlamış, etnik temizlik yapmış, Kurtuluş Savaşı’nı birlikte yürüttüğü Kürtleri, Alevileri ve komünistleri ulus devletin, erkin dışına itmiştir. Bu kalıtı, tarih bilinciyle, ideolojik-kültürel yenilenmeyle aşmadan, bu topraklarda yaşayanların barış içinde ortaklaşacakları yeni bir cumhuriyet kuramayız.
Bu iki yönlü eleştirel yaklaşıma itirazı olanları, bir parantez açarak, Cumhuriyet’in kuruluş kodlarıyla ilgili, biri büyük ölçüde nesnel, ikisi daha çok öznel/siyasal üç olgu üzerine düşünmeye çağırıyorum.
Bir: Zafer Toprak’ın mutlaka okunması gereken Türkiye’de Milli İktisat 1908-1918 (Doğan Kitap, İstanbul, Aralık 2012) kitabında kanıtlarıyla gösterdiği gibi, Balkan yenilgisinden sonra bu topraklarda çok dinli, çok uluslu bir ulus inşasının toplumsal-ideolojik-siyasal koşulları ortadan kalkmış, devlet eliyle Müslüman-Türk burjuvazisi yaratmak “tek yol” haline gelmiş; 1923 Cumhuriyeti’ne geçiş bu temelde gerçekleşmiştir. [3]
İki: Sosyolojik ve ideolojik harcı Müslüman-Türklük olarak karılan ulus inşa süreci “Osmanlı millet sistemi”nden evet bir kopuşun, ama aynı zamanda bir sürekliliğin öyküsüdür. Bu Cumhuriyet’te “millet” en başından beri Sünni Müslüman Türk milleti olarak tanımlanmıştır. Fikir babalığını tarihçi İbrahim Kafesoğlu’nun yaptığı, ilk kez 1970’li yıllarda Aydınlar Ocağı tarafından ortaya atılan “Türk-İslam sentezi” Türkiye Cumhuriyeti’nin o günden bugüne adı da konulmuş resmi ideolojisidir. Bu sentez, “AKP karşı devrimi”nin eseri değil, onun devralıp kullandığı bir mirastır.
Üç: 1923 Cumhuriyeti’ni laik temelde inşa tercihi Cumhuriyet dönüşümünün kanımca en önemli, en ileri kazanımı, ama aynı zamanda en çelişkili özelliğiydi. Rönesans’ı, Reformasyon’u, Aydınlanma’yı, Sanayi Devrimi’ni yaşamamış, matbaayla 250 yıl gecikmeyle tanışmış bir toplumda yukarıdan kuruculuğun aktif ya da pasif toplumsal dirençle karşılaşması kaçınılmazdı. Mustafa Kemal’in çok partililiğe geçiş girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanması, dinin aslında laiklik tanımına aykırı biçimde ama kanımca kurucular cephesinden haklı nedenlerle devlet tarafından kontrolü için kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) zaman içinde din devletine geçişin etkili aracı haline gelmesi bu çelişkinin sonucudur.
Parantezi kapatıyor, ulus devleti ve Cumhuriyet’i, sol/sosyalist yorumla savunanların dikkatini iki noktaya çekmek istiyorum.
Birincisi, yukarıda belirttiğim küresel sermaye-ulus devlet çelişkisine rağmen, ulus devlet bugün hâlâ sınıf ve iktidar mücadelelerinin temel siyasal birimi olma özelliğini koruyor. Bunu yadsımak, mekânsız siyaset düşü görmek olur. İnce ayrım ise şu noktadadır: Devrimciler ve komünistler için hiçbir kapitalist ulus devlet, hiçbir temel sorunda ipiyle kuyuya inilecek bir özne değildir.
İkincisi, Kemalist Cumhuriyet’in ihyasının değil de bir emek cumhuriyetinin peşindeysek, bu hedefe bu Türkiye’de, ancak Kürt emekçileriyle bağlaşarak, bunun toplumsal psikolojik ve siyasal gereği olarak da seküler Kürt kolektif siyasal kimliğinin meşruluğunu kabul ederek ulaşabileceğini görmek gerekiyor.
Geniş bir toplum kesimi tarih dışı ve yanlış bilinçle Türkiye ve Kürt sorunlarına 1923 cumhuriyetinin ihyası ile çözüm arasa da, böyle bir arayışın önü kapalıdır. Ölmüş atı kırbaçlayarak canlandırmak olanaksızdır.
Öcalan’ın ulus devletin teorik-tarihsel sınırları ile ilgili saptamasını, Kürt hareketinin önüne ulus devletleşme yerine her parçada “demokratik cumhuriyet”, “pozitif entegrasyon”, dört parça için “konfederal cumhuriyet” hedefleri koymasını, silahlı mücadelenin alternatifi olarak “demokratik siyaset” önermesini Kürtlerin ve Türklerin bu topraklarda barış içinde bir arada yaşama istenç ve olanaklarını güçlendirecek açılımlar olarak değerlendiriyorum. Kuşkusuz tüm bu kavram ve önermeler tartışmaya, eleştiriye açıktır. Ama ciddiye alınmaları gerekir.
Sorun ve tehlikeleri satırbaşları halinde sıralayalım.
Bir: Burjuva ya da liberal demokrasi, bunların beşiği olan Avrupa’da bile çözülürken, Türkiye, İran, Irak ve Suriye devletlerinin demokratikleşeceklerini ummak boş hayaldir. Kürt hareketinin kendinde bu devletleri demokratikleştirecek bir güç vehmetmesi de hiç gerçekçi değil. Farklı uluslardan emekçilerin birleşik mücadelesinin yaratacağı devrimci enerjiyle mevcut rejimleri zorlamak, ölümü göstererek sıtmaya razı etmek ise mümkündür.
Tarihsel dönüm noktalarında gerçekten “büyük” düşünüldüğünde düzen içi çözümler gündeme gelebilir, örneğin “barış” sağlanabilir. Günümüzde dünyayı, bölgeyi ve Türkiye’yi “küçük” düşünen cahil ceberrutların yönetmesi bu olasılığı da zayıflatıyor.
İki: Sınıf çelişkilerinin bu ölçüde keskinleştiği bir tarihsel anda soyut devlet-toplum çelişkisini öne çıkarmak bir başka önemli sorundur. Abdullah Öcalan, Marx’ı ve Marksizm’i eleştirirken, tarihe ve siyasete, sınıf karşıtlığı, sınıf mücadelesi üzerinden değil, “devlet-komün karşıtlığı” üzerinden yaklaşmayı öneriyor.[4] Marksizm’in gücü, tarihin ve kapitalizmin en yetkin, en ileri eleştirisi olmasından geliyor. Öte yandan, her eleştiri karşıt eleştiriyi hak ediyor. Bu bağlamda Öcalan’ın Marksizm’e, reel sosyalizme, sınıf mücadelesine ilişkin eleştirileri eleştiri konusudur; yapılıyor ve yapılacaktır. Bu yazı ve süreç açısından önemli ve kritik olan ise, bu önermenin yol açması muhtemel sınıfsal paradigma değişikliğidir. Kapitalizm içinde komün adacıkları tezinin, teorik tartışma şimdilik bir yana, günümüz küresel ekonomi politiğinde, dünya ve bölge gerçekliğinde hiçbir karşılığı yoktur. Kürt siyasal hareketinin komünistler, daha önemlisi Kürt emekçileri için en önemli haklılık, meşruluk ve güç kaynağı olan sınıfsal karakter ve taleplerinin yararcı siyasal açılımlar uğruna geri çekilmesi bu hareketin kendisine ve emekçi toplumsal muhalefete zarar verecektir.
Üç: Amerikan Barışı ve İsrail saldırganlığı Kürt siyasal coğrafyasında bu güçlerle bağlaşıklığı Kürt ulusal devletleşmesi için bir fırsat olarak gören eğilimleri güçlendirmiştir. Öcalan önderliğindeki Kürt siyasal hareketinin bugüne dek bu fırsatçılığa prim vermemesi olumludur. Öte yandan, Suriye’deki gelişmeler nesnel olarak İsrail ile Kürt hareketi arasında bir rezonans yaratıyor. ABD ve İsrail, Türkiye’yi Rojava’daki “şahinleri” tasfiye ederek Barzani benzeri bir çizgiye çekeceklerine ikna etmeye çalışıyorlar. Son haftalardaki gelişmeler Kürt hareketinin bu dayatmaya boyun eğmediğini gösteriyor; ama uzlaşma olasılığı tümüyle ortadan kalkmış değil.
Dört: Bu bağlamda, Kürt hareketinin Filistin-Gazze direnişine, İsrail soykırımına reel siyasal kaygılarla ilgisiz ve yabancı kalma tutumu bir başka sorun kaynağıdır. 20. yüzyıldaki Vietnam direniş ve dayanışmasının 21. yüzyıldaki eşdeğeri olan Filistin direnişi ile dayanışma, Gazze soykırımına karşı mücadele, kâr-zarar anlamında rasyonel aklın değil, mücadeleye tarihsel haklılık, devrimci ruh, ilkesellik, ahlâk ve vicdan kazandıran aklın buyruğudur.
Beş: Büyük Kürt sosyolojisinde, tarihsel ve kültürel derinliği olan güçlü bir Sünni-İslamcı damar var. Birinci tarz-ı siyaset bu damarı öne çıkarmak, belirleyici kılmak için elinden geleni yapıyor. Öcalan ve PKK hareketi dinci ya da İslamcı olmadığı gibi, tarihsel biçimlenişiyle bu damarın dışında, onu zayıflatıp önemli ölçüde asimile ederek var olmuş seküler bir harekettir. “Muhatap devlet”le müzakerenin, Kürt hareketinin söyleminde ve eyleminde yol açtığı “bu toprakların medeniyeti İslam medeniyetidir” ya da “1000 yıllık kardeşlik” vurguları ise sürecin bundan sonraki seyri üzerine haklı soru işaretleri doğuruyor.
Buraya dek sorunun Osmanlı millet sistemine, Kemalist Cumhuriyet’in kuruluş kodlarına ya da tarihin herhangi bir anına dönerek çözülemeyeceğini göstermeye, Kürtler ve Türkiye açısından doğurduğu olanaklar ve tehlikeleri dikkat çekmeye çalıştım.
Modern ulusçu, ulus devletçi, kapitalist küreselci siyasetlerde de, toplumlara, halklara barış ve demokrasi içinde birlikte yaşama vaat eden bir potansiyel, hatta böyle bir amaç bulunmuyor. Kapitalizm küreselleşirken evrensellik iddia ve kapasitesini yitirmiş bir dünya sistemidir. Kendi tikelliğini (kısmîliğini) tüm dünyaya, evrensellik olarak dayatıyor. Sınıfsal, ulusal, cinsel, ekolojik vb. tüm muhalefet kolektifliklerini askeri ve ekonomik şiddet yöntemlerine başvurarak kendi içlerinde ve bir bütün olarak bölmek, atomlaştırmak sınırda kapitalizmin günümüzdeki yönetme ilkesidir.
Dünyayı değiştirmek isteyenlerin de, toplumsal yaşamın sermayenin yasallığı ve mantığı üzerinden devamını sağlayan her türlü ilke, erk ve otoriteye karşı antikapitalist çizgide ideolojik-siyasal, eylemli ve birleşik mücadele yürütmesi gerekiyor. Bilişim teknolojisindeki gelişmeler; ceplerimizdeki bilgisayarlar başta olmak üzere yüzlerce aygıt, komünist kültürleşme ve devrimcilik bilincinin küresel çapta yeniden üretilmesinin koşullarını, araçlarını oluşturuyor. Birlikte bilme, birlikte hedefleme, birlikte değiştirme praksisi olan devrimci bilincin küresel zemini güçleniyor.
Devlet sınıflarla, toplumsal işbölümüyle birlikte doğdu. “Din-devlet” ve “ulus-devlet” geçici devlet konaklarıdır. Din devlet, tarih ve dünya bütünü ölçeğinde geride kaldı. Vadesi dolmuş ulus devletin ise uzatmaları oynadığı zamanlardayız. O da gidicidir. Ne yazık ki, “hemen şimdi” değil. Çünkü, devletsizliğe “devletsiz” geçiş, sınıfları yok etmeden devleti yok etmek olanaksızdır.
Oraya, yani komünist topluma kadar olan mücadelenin ise bu perspektifle, bugünün somutluğunda söylersek her türlü ulusçuluktan, ulus devletçilikten arınmış bir mücadele çizgisinde geliştirilmesi gerekiyor.
Ana temaya dönerek bitirirsek, Türkiye Cumhuriyeti’nin dile, dine, mezhebe, etnisiteye değil, tüm toplumsal ve kültürel öğelerin kendi renkleriyle kolektif kurucu olarak yer alacakları bir emekçi cumhuriyeti olarak yenilenmesi için mücadele etmek gerekiyor.
[1] Bu iki büyük devletin en küçük hareketleri bile dünya çapında “kelebek” ötesi etki ve sonuçlar doğuruyor. Enerji ve ticaret yolları ekonomi politiğinin ve küresel jeopolitik çatışmanın merkezlerinden biri Avrasya’dır. Yalnızca, Çin’in Kuşak ve Yol’u ile ona alternatif IMEC (Hindistan Ortadoğu Avrupa Ekonomik Koridoru) rekabet halinde olmaları bile büyük güçleri bu coğrafyadaki tüm gelişmelerin tarafı haline getirmeye yetiyor.
[2] Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, Lotus Yayınevi, İkinci Baskı, Ankara, Aralık 2005.
[3] Bu sürecin daha geniş bilgi ve çözümlemesi için: Haluk Yurtsever, Dünya’da ve Türkiye’de Komünist Ufuk, Yordam Kitap, İstanbul, 2023, s. 453-513
[4] Öcalan 26 yıldır İmralı’da mahpus. Kürt halkını ayağa kaldırmış bir siyasal önder ve taktisyen olarak çetin koşullarda teorik ve siyasal konularda çalışıyor, program ve tezler üretiyor. Beğenir ya da beğenmezsiniz, bu çaba saygıyı hak ediyor. Ama, insan Öcalan’dan eleştirdiği Marx’ta olduğu türden bir tevazu beklemeden de edemiyor. Marx, titiz, mükemmeliyetçi, ama aynı zamanda kuşkucu ve alçakgönüllü bir teorisyendi. Ölümünden üç yıl önce, 1880’de sonradan 100 cilt olarak yayımlanan eserlerinin çoğu yazılmış hazır dururken, bir yayıncının tüm eserlerinin yayımlanmasıyla ilgili önerisini, “önce yazılmaları gerekir” diye yanıtlıyor.
Kaynak: https://newleftreview.org/issues/i48/articles/martin-nicolaus-the-unknown-marx
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.