Devletlerin, işgali sona erdirmek, soykırımı durdurmak ve Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını ilerletmek için Filistin’i tanımalarına gerek yok; gerekli olan, İsrail’e karşı silah ve enerji ambargosu uygulamak, ticareti ve yatırımı durdurmak, İsrail’i Birleşmiş Milletler’den çıkarmak, İsrailli savaş suçluları ile suç ortaklığı yapan şirketleri ulusal mahkemelerinde yargılamak ve Başbakan Benjamin Netanyahu’yu Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin tutuklama kararına uygun şekilde tutuklamak için kararlı bir iradedir
Birleşik Krallık, Fransa ve Kanada dahil olmak üzere giderek artan sayıda devlet Filistin devletini tanıma yolunda ilerliyor. Bu adım, stratejik olarak değerlendirildiği takdirde Filistin halkının haklarını ileri taşımak için bir potansiyele sahip olsa da, aynı zamanda Gazze’deki Filistin halkına yönelik soykırımı normalleştirme, İsrail’in sömürgeci yönetiminin statükosunu istikrara kavuşturma ve gerçek bir özyönetim ihtimalini engelleme riskini de taşıyor.
Bu yeni devlet tanıma girişiminin en büyük vaadi -sonuncusu 2011-2012’de gerçekleşmişti- İsrail’e tavizsiz destek veren ABD’ye karşı birleşik bir cephe oluşturmaktır. 1967 Savaşı’nın ardından İsrail’in başlıca müttefiki haline gelen ABD, küresel süper güç konumunu kullanarak İsrail’i hesap verme sorumluluğundan sistematik olarak korudu ve Filistin’in kendi kaderini tayin hakkına yönelik çok taraflı çabaları baltaladı. Son dönemde ABD’nin İsrail’e verdiği destek; kesintisiz silah sevkiyatı, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (ICC/UCM) İsrailli liderler için çıkardığı tutuklama emirlerine karşı yaptırımlar uygulanması ve en önemlisi, ateşkese karşı beş BM Güvenlik Konseyi vetosu şeklinde tezahür etti. Devlet tanıma hamlesi ise, Avrupalı devletler tarafından ABD politikasına karşı yürütülen ilk eşgüdümlü girişimdir ve bu ivme kesinlikle gereklidir. Ancak bu tanıma girişimi hem yetersizdir hem de Filistin halkına ait olan vazgeçilemez hakları görmezden gelmektedir.
Üçüncü taraf devletlerin önlemeyi veya sona erdirmeyi reddettiği soykırımın 22. ayında ortaya atılan devlet kurma girişimi, şu anda İsrail’i kendisinden kurtarma yönünde bir ödül haline gelmektedir. İsrail’in geleneksel müttefiklerinin eleştirileri de dahil olmak üzere küresel sahnede artan izolasyonu göz önüne alındığında, bu diplomatik çaba, Yahudi yerleşimcilerin Filistin’de egemenlik kurmak ve sürdürmek için Filistinlilerin ortadan kaldırılmasını gerektiren üstünlükçü bir ideoloji olarak Siyonizm ile kritik bir hesaplaşmayı engelleme riski taşıyor. Bu Siyonist ideoloji, en belirgin şekilde 1948’de ve en grotesk şekilde bugün Gazze’de kendini göstermektedir. Filistinlilerin kendi kaderini tayin etme hakkının tam kapsamına dikkat edilmeden Batı Şeria ve Gazze’de bir Filistin devletinin tanınması, Nakba’yı normalleştirecek ve neredeyse iki yıldır süren ve eşi görülmemiş bir zulüm içeren sömürgeci soykırımı kolaylaştıran mantığı olduğu gibi koruyacaktır. Bu, soykırımı bitmek bilmeyen düşmanlar arasındaki düşmanlıkların patlaması olarak yeniden çerçevelendirecek ve yaklaşık 11 milyon mülteciyi kalıcı sürgüne mahkum ederken, Yahudi İsraillilerin yüzde 56’sının zorla sınır dışı edilmesini desteklediği yaklaşık 2 milyon Filistinli vatandaşı ise kalıcı işgale mecbur bırakacaktır.
Benzer bir durum 1993 Oslo Anlaşmaları’nın ardından da yaşandı. İsrail, herhangi bir anlamlı hesap verme yükümlülüğü veya denetim mekanizması içermeyen barış anlaşmalarını imzalayarak “barış ortağı” görünümü kazandı ve küresel ekonomik ilişkilerini normalleştirdi. O zamandan bu yana, İsrail yerleşimci-sömürgeci genişlemesini daha da hızlandırdı; bunun en simgesel örneği, son dönemde Knesset’in Batı Şeria’nın ilhakına yönelik oylamasıdır -ki bu da hiçbir yaptırımla karşılaşmadı. Filistin devletinin tanınması, yaptırımların ve hesap verebilirliğin yerini almaz, ancak bu da ciddi bir risk oluşturmaktadır, çünkü devletlerin mevcut yasal yükümlülüklerini ve görevlerini yerine getirmek yerine Filistin’i tanıma eğiliminde olması muhtemeldir.
Uluslararası hukuk uyarınca devletlerin Filistin’e ilişkin yükümlülükleri son derece açıktır. Ocak 2024’te Uluslararası Adalet Divanı, devletlerin önleme yükümlülüğü olan makul bir soykırım ihtimali bulunduğuna hükmetti, ve Temmuz 2024’te, BM’nin birincil yargı organı, İsrail’in Gazze ve Batı Şeria’daki varlığını hukuka aykırı bularak uluslararası boykotu zorunlu kıldı. 2016’nın sonlarında ise Güvenlik Konseyi, 2334 sayılı kararıyla İsrail’in Batı Şeria’daki işgalci faaliyetlerini açıkça kınadı. Dahası, sayısız BM Genel Kurulu kararı ya da uzman insan hakları kuruluşlarının, İsrail’in Filistinlilere yönelik sistematik ihlallerini sert biçimde eleştiren raporlarını burada saymadık bile. Üçüncü taraf devletler, soykırımın ve işgalin kârlı olmaktan çıkarılması için kesin ve tavizsiz yaptırımlar uygulamak zorundadır. Bunun içinse, İsrail’i hem küresel pazardan hem de uluslararası kuruluşlardan dışlamak üzere uluslararası işbirliği gereklidir.
Devletlerin, işgali sona erdirmek, soykırımı durdurmak ve Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını ilerletmek için Filistin’i tanımalarına gerek yok; gerekli olan, İsrail’e karşı silah ve enerji ambargosu uygulamak, ticareti ve yatırımı durdurmak, İsrail’i Birleşmiş Milletler’den çıkarmak, İsrailli savaş suçluları ile suç ortaklığı yapan şirketleri ulusal mahkemelerinde yargılamak ve Başbakan Benjamin Netanyahu’yu Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin tutuklama kararına uygun şekilde tutuklamak için kararlı bir iradedir. Bugüne kadar, dünyanın ekonomik açıdan en gelişmiş devletleri, devlet tanıma bildirisini imzalamak, birkaç yerleşimciye yaptırım uygulamak ve sınırlı insani yardımda bulunmak gibi yükümlülüklerini yerine getirmekten kaçındılar. Ve şimdi, devlet olma çabaları bu görev ve yükümlülükleri daha da ortadan kaldırabilir.
Bu olasılığı en açık biçimde gözler önüne seren örnek İngiltere’dir. İngiltere Başbakanı Keir Starmer, İsrail’in soykırımı sona erdirmediği ve “iki devletli çözüm olasılığını yeniden canlandıracak uzun vadeli sürdürülebilir bir barış” taahhüdünde bulunmadığı takdirde Filistin’i devlet olarak tanıyacağı tehdidinde bulundu. Oysa bir ateşkesi sağlamak için tanıma tehdidinde bulunmak son derece absürt bir yaklaşımdır; çünkü bu, iki yasal zorunluluğu, hem soykırımı önleme yükümlülüğünü hem de İsrail’in Gazze ve Batı Şeria’daki hukuka aykırı işgaline son verme yükümlülüğünü, müzakereye ve koz olarak kullanılmaya açık siyasi meselelere dönüştürür. Tanınmanın bedeli ne mi? Birkaç bin kişinin daha ölmesi ve sakat kalması, iki milyon kişinin daha açlık çekmesi ve bu grotesk Açlık Oyunları’nın sadistçe bir ay daha uzatılması -hepsi de suçlarıyla yüzleşmemiş bir imparatorluğun keyfi hesaplarına hizmet etmek için.
Gerçekleşmesi ihtimalinde dahi, Avrupa’nın Filistin’i tanıması çoğu zaman sembolik ve tutarsız olmuştur. Bazı ülkeler (örneğin Çek Cumhuriyeti, Macaristan) Soğuk Savaş sırasında Filistin’i tanımış, ancak daha sonra bu tanımayı geri çekmiş veya fiilen geçersiz kılmıştır. Bu da, yaptırımlar ya da tutarlı bir politik çerçeve olmadan yapılan tanımaların ne kadar içi boş olduğunu ortaya koymaktadır. Öte yandan, İrlanda’nın yakın tarihli tanıması, siyasi fırsatçılık riskini açıkça gözler önüne sermektedir. İrlanda, Filistin’i tanıma adımını, yerleşim yerlerine yönelik ticaret yasağının yürürlüğe girmesini, silah geçişi yasağını ve İsrail tahvillerinden çekilmeyi geciktirmek için kullanmıştır.
Geçen hafta Fransa ve Suudi Arabistan öncülüğünde New York’ta toplanan Filistin Sorununun Barışçıl Çözümüne Yönelik Yüksek Düzeyli Uluslararası Konferans’ın şartları, bu riskleri teyit etmekte ve daha da derinleştirmektedir. Tarafların, Amerika Birleşik Devletleri’ni yatıştırma yönündeki görünür arzusu; yalnızca soykırımcı bir devlet ile onun yok etmeye çalıştığı halk arasındaki derin güç eşitsizliğini göz ardı etmelerine yol açmamış, aynı zamanda bilinçli bir biçimde tarihsel gerçeklikten uzaklaşmalarına da neden olmuştur.
Söz konusu belge, Oslo Barış Süreci’nin itibari olarak sona erdiği 2005 yılında da kolaylıkla hazırlanabilirdi. Bu belge, Filistinlilerin kendi kaderini tayin etme hakkının dayanaklarını ve üçüncü taraf devletlerin sorumluluklarının esaslarını bilinçli biçimde dışarıda bırakıyor. Tazminatlar, yalnızca insani yardıma indirgenmiş, geri dönüş hakkı ile hesap verebilirlik mekanizmaları ise tümüyle göz ardı edilmiş durumda ve müzakereler ileriye dönük tek seçenek olarak sunuluyor. Dahası, İsrailli rehinelerin serbest bırakılması bir yükümlülük olarak ele alınırken, Filistinli siyasi tutukluların serbest bırakılması yalnızca müzakere konusu yapılabilecek bir gündem maddesi olarak yer alıyor. Öte yandan Filistin Yönetimi belgede en az yedi maddede övülerek devletin yönetimini üstlenmekle görevlendiriliyor –bu da fiilen yerleşimci-sömürgeci yapının yanında işleyecek bir polis devletinin zeminini hazırlıyor.
Belgede, Gazze’ye yönelik kuşatma ve sistematik savaş, Batı Şeria’daki yerleşimci yerleşimlerin genişletilmesi ya da ABD destekli Doğu Kudüs ve Suriye Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliği iddialarından hiç bahsedilmiyor. Taraflar, Yahudilerin nehirden denize kadar olan topraklar üzerinde mühansır egemenliğe sahip olduğunu ilan eden, köklü insan hakları örgütlerine göre İsrail rejimini açıkça apartheid rejimi haline getiren İsrail’in 2018 Ulus Devlet Yasası hakkında yorum yapmayı reddediyor. Belgenin üslubu, bağımsızlık talep eden ezilen ulusları bastırmak için sömürge dönemlerinde kullanılan medenileştirme retoriğini yansıtıyor; hatta Filistin okul müfredatına dair otoriter hükümler dahi içeriyor.
Ağustos 2025 itibarıyla 149 ülke Filistin devletini tanımaktadır ve Kasım 2012’den bu yana Filistin, Birleşmiş Milletler’de “üye olmayan gözlemci devlet” statüsündedir. Ancak bu tür tanımaların, Filistinlilerin Nakba koşullarını hafifletmede ya da bugün Gazze’de yaşananların en acımasız evresini engellemede pek bir etkisi olmamıştır.
Filistin’in tanınması, soykırımla tanımlanan şimdiki zaman ile sürdürülebilir bir gelecek arasındaki eksik kalan köprü değildir. Eksik olan, Filistin’in sömürgeleştirilmesine ve bu girişimle kurulan ekonomik ve siyasi bağlantılara karşı çıkacak bir siyasi iradedir. ABD, Avrupa ve Körfez ülkeleri ve beraberindekiler İsrail’in savaş çabalarını aktif olarak desteklemiştir. Örneğin, Arap Birliği, Mısır, Ürdün ve Katar, İsrail’e yaptırımlar uygulamayı amaçlayan Lahey Grubu gibi alternatif mekanizmalarla işbirliği yapmayı reddetmiş, ancak girişimin sığ doğasını ortaya koyacak biçimde tanıma seçeneğine öncelik vermiştir. Bu sırada, Avrupa ülkeleri İsrail’e silah ve enerji ihracatına sıkı sıkıya tutunurken, temel uluslararası hukukun adil bir şekilde uygulanmasını talep eden savunuculara yönelik sert baskılar uygulamış, “terörist” yaftasıyla hedef almıştır.
Soykırımı sona erdirmek, işgali bitirmek ve İsrail’in ırkçı ve sömürgeci rejimini dağıtmak için yeterli hukuk vardır. Uluslararası yasal yükümlülüklerin netliğine rağmen, ekonomik açıdan güçlü devletler neredeyse iki yıldır somut adımlar atmaktan imtina etmektedir –üstelik çağdaş tarihin en dehşet verici, canlı yayınlanan soykırımı dünyanın gözleri önünde sürerken. Şimdi ise, İsrail’in işlediği soykırımı, ırksal üstünlükçü rejimini ve en ağır uluslararası suçlar olarak her iki suça ortaklıklarını hesaba katmadan Filistin devletini tanıyarak bu sorumlulukların tamamını bertaraf etmeye çalışmaktadırlar.
Kendi kaderini tayin hakkının temel dayanakları ve devlet sorumluluğuna ilişkin uluslararası normların yerine getirilmesinden ziyade devletleşmeyi öncelemek, Filistinlilerin mücadelesine adalet sağlamaz; aksine, bu mücadeleyi çarpıtır. Bu yaklaşım, kendi kaderini tayin hakkını devlet kurmakla eş değer tutarak -daha önceki birçok sömürgecilik karşıtı mücadeleyi sekteye uğratan- tehlikeli bir denklem yaratır. Geçen hafta New York’ta tanık olduğumuz gösteri, gerçek bir özyönetim hakkını boğmayı amaçlayan sömürgeci girişimin bir başka bölümüdür. Siyasi ivmenin her zamankinden daha kritik olduğu bu dönemde, Filistin devletinin bu koşullarda tanınması yetersizdir ve ciddi riskler barındırmaktadır. Filistinliler çok daha fazlasını ve çok daha iyisini hak ediyor.
[Jadalliya’da yer alan İngilizce orijinalinden Didem Kris tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.