Marksizm’in künhüne vakıf olmak şurada dursun onu düpedüz tahrif ederek “Marksizm’in geçersizliğini ispatlayıp aşma” iddialarına ‘hoşgörü’ ve ‘anlayış’ gösterilemez
[Aşağıdaki makale, yayına hazırlanmakta olan Devrimci Proletarya dergisinin Eylül-Ekim sayısı (13. Sayı) için kaleme alınmıştır]
“Hayal kuran bir locus communis (alelade, harcıalem kişi)’den daha bıktırıcı bir yavanlık yoktur dünyada…” (Marx, Grundrisse, sf.142)
Sömürünün ve sınıfların ortadan kalktığı eşitlik ve özgürlük dünyası olarak komünizm (ve onun ilk/başlangıç aşaması olarak sosyalizm) tarihsel amacına bilimsel bir temel kazandıran Marksist teori hiçbir zaman ‘tamamlanmış eksiksiz bir teori’ olduğunu iddia etmedi. Tam tersine, onun temellerini atan kurucu önderlerimiz ‘gençlik dönemi’ eserlerinden itibaren teorilerinin her şeyden önce bir felsefe (diyalektik materyalizm) ve o yöntem temelinde geliştirdikleri bir tarih anlayışı (tarihsel materyalizm) olduğunu her fırsatta vurguladılar. Marx’ın 1843 Eylülü’nde Arnold Ruge’a yazdığı mektuptaki şu alt çizme, bu yaklaşımın en açık ve özlü ifadelerinden biridir:
Biz, dünyaya ‘mücadelelerinize son verin, onlar ahmakça; biz size gerçek mücadele sloganını sağlayacağız’ demiyoruz. Biz, dünyaya yalnızca uğruna mücadele edilen şeyin gerçekte ne olduğunu ve bilincin, o istemese bile elde edilmesi gereken bir şey olduğunu gösteriyoruz.
Gotha Programı’nın eleştirisi sırasında “Komünist bir toplumda devlet hangi şekli alacaktır? Başka bir deyişle, böyle bir toplumda devletin bugünkü fonksiyonlarına benzer hangi sosyal fonksiyonlar bulunacaktır?” sorusuna “Bu soruya ancak bilim cevap verebilir ve halk kelimesini devlet kelimesiyle bin bir şekilde çiftleştirerek bu mesele bir arpa boyu ilerletilmiş olmaz” uyarısında bulunarak kehanetten kaçınmaları; kapitalizmi yıkan devrimci proletaryanın sınıflarla birlikte devletin de sönümlenerek ortadan kalkacağı komünizme ulaşana kadar ‘bilinen anlamda devlet olmayan’ bir devlete (proletarya diktatörlüğü) ihtiyacı olduğunu Komünist Manifesto’dan itibaren vurgulamalarına karşın bu devletin nasıl örgütlenmesi gerektiğine dair somut çerçeveyi Paris Komünü pratiğinden çıkardıkları sonuçlar temelinde formüle etmeleri ya da teorinin temellerini attıkları ilk dönemde (1850’ye kadar) proleter devrimin öncelikle kapitalizmin en fazla geliştiği Avrupa ülkelerinden başlayarak birleşik bir devrim şeklinde gelişme çizgisi izleyeceği görüşünde olmakla birlikte ilerleyen yıllarda bunun istisnalarının ve farklı yolların olabileceği görüşüne varmaları gibi verilebilecek başka sayısız örnekten kolaylıkla görülebileceği üzere Marksizm hiçbir zaman donmuş-statik bir öğreti olmayıp kendini yenileyip düzeltme olanağını içinde taşıyan dinamik bir öğretidir.
Marksist teorinin temel taşı olan Kapital’in tamamlanamamış olması bile Marksizm’in ‘ucu kapalı, eksiksiz bir teori’ olmadığının (ve Marksistlerin de böyle bir iddiada bulunamayacaklarının) kanıtı olsa gerektir.
Kaldı ki bizatihi Marksizmin ruhunu oluşturan diyalektik materyalist yöntem ve materyalist tarih anlayışı böyle dogmatik bir tutuculuğa izin vermez. Doğası gereği kendisini sürekli yenileyen bir sistem olarak kapitalizmin örgütlenişi ve işleyişindeki farklılaşmalar temelinde dünya-tarihsel koşullardaki değişim, Marksist teoriyi de pratiğin denek taşında sınamanın yanında eksiklerini giderme, yeni sorunlara yanıt oluşturacak şekilde geliştirme yükümlülüğünü beraberinde getirir.
Zaten tarihsel bakımdan ömrünü çoktan doldurmuş bir sistem olarak kapitalist emperyalizmin ideolojik, ahlaki ve moral bakımlardan da çürümüşlüğü her yanından fışkırırken sosyalizmin proletarya ve emekçi sınıflar tarafından bile hâlâ bir alternatif olarak görülmemesinin, Marksist teorinin prestiji ve çekim gücünün bu denli düşük olmasının temel nedenlerinden biri -bir bakıma başta geleni- teoride yaşanan donmadır. 1950’lerden beri süregelen bir donma halidir bu.
Bırakılan bu boşluk, onu değişik yönlerden tahrif edip didikleyerek “Marksizmin geçersizliğini, sosyalizmin imkansızlığını kanıtlama” çabalarına giren anti-komünist girişimlere meydanı boş bulma olanağı ve cesareti kazandırmıştır. Bu boşluğun herkesten önce kendisi aydınlanmaya muhtaç karmakarışık zihinler tarafından nasıl istismar edilebileceğine dair Engels’in bundan tam 147 yıl önce yaptığı şu uyarı hâlâ güncel ve geçerlidir:
“… partinin gelişmesinden doğan bir teori gereksinmesi, kimilerinin Marx’ı anlamamış olması yüzünden, bu teoriyi karışıklık yaratacak bir adamda aramaya götürür.” (Anti Dühring, sf.22)
Bu tespitin ardından, “sosyalizm öğrettiğini ileri süren karmakarışık bir kafa” olarak tanımladığı Dühring’in saçmalıklarının dönemin parti yöneticileri arasında bile etkili olmasının nedenini şöyle açıklar:
“…sosyalizmin insanlık tarihinde ne anlama geldiği üzerine açık bir görüşten yoksun olarak savaşım veriliyordu. …marksizm, bir dünya görüşü olarak değil ama siyasal eylemin bir yol göstericisi olarak kavranıyordu. Bundan ötürü, sosyalizmden yana olduğunu söyleyen ve bütün bilgi alanlarına değinen bir Dühring’in bazı yöneticileri o denli etkilemiş bulunması şaşırtıcı bir şey değildir.” (Anti Dühring, sf.39, abç)
Size de güncelliğini hâlâ koruyan çok isabetli tespit ve uyarılar olarak görünmüyor mu?
Marksist harekette 1950 sonrası yaşanan düşünce donmasının da belirleyici nedenleri arasında yer alan Kruşçevci revizyonist darbe ve arkasından ivmelenen bürokratik yozlaşma anti-Marksist ve anti-sosyalist eğilim ve saldırılara cesaret verdi. Bunlar içinde dünya burjuvazisi ve gericiliğin neredeyse Marksizmin tarihi kadar eski klasik aptalca yavelerini tekrarlayanların cürmü nispeten sınırlı kaldı. Bu klasik anti-komünizm, 1970’lerin ortalarına -hatta 1980’lerin başında atağa kalkan neoliberal döneme- kadar defanstan pek çıkamadı. Fakat bir Soğuk Savaş stratejisi olarak özellikle Fransız felsefe ve siyaset bilimi çevrelerinde serpilip popülerleşmesi için ölçüsüz olanakların sunulduğu post modern akademik Marksizm’in yarattığı tahribat büyük oldu ve bu sinsi saldırının etkileri hâlâ sürüyor. Eurokomünizm, Markusçuluk, Sartrecılık gibi öncülleri olmakla birlikte Althusser, Derrida, Foucault, Lyotard, Bourdieu, Deleuze, Guattari bu anti Marksist akımların sembol isimleridir. Yıldızları neoliberal hegemonya döneminde parlayan (“parlatılan” demek daha doğru olur aslında) Ernest Laclau-Chantall Mouffe ve Hardt-Negri ikilisiyle Agamben, Kojin Karatani gibiler ya da Zizek gibi her kalıba kolayca girebilen şöhret meraklısı pop-filozof da bu zincire eklenebilir.
Tabii ki bunların hepsi aynı kalite ve kalibrede değillerdir; ileri sürdükleri tezler ve görüşler arasında tabii ki farklar vardır, bazılarınınki ufuk açıcı işlev görebilecek dikkate değer düşünce kırıntıları içerir. Fakat hepsini kesen ortak özellik Marksizm karşıtlığıdır. Bunların hepsi ‘Marksist’ olduklarını iddia etmez ama hepsinin Marksizm ile bir derdi vardır. Bazıları kendilerini “Marksizmin alternatifi” olarak pazarlarken bazıları ‘Marksizm’i eleştirerek aşma’ iddiasıyla boy göstermişlerdir. Tezlerinin içeriği, Marksizmin bütünlüğü ve derinliği yanındaki parçayla sınırlılığı, sığlığı ya da soluksuzluğu, bu anlamda Marksizm kadar tarihsel bir dayanıklılığa sahip olup olmamalarından da önce Marksizm’i utanmazca tahrif ederek kendilerine alan açmaya çalıştıkları için gerici, anti-komünist bir karaktere sahiplerdir. Marksizm’i kendi temel kaynaklarından değil de onların aynasında kırılmış aktarmalardan öğrenerek boylarından büyük lâf etmeye soyunanlar da aynı (üstelik komik) duruma düşmekten kurtulamazlar.
Marksizmin gerçekten boşluk bıraktığı ya da güncellenmeyi gerektiren eksiklerini tamamlama iddiasıyla ortaya çıkan her girişim elbette artniyetli düşmanca bir tutum olarak görülemez. Bunlardan sadece, o teoriyi inşa edip emperyalizm çağına taşıyanların sahip oldukları muazzam entelektüel birikim ve olağanüstü zekalara hakaret anlamına gelen bir sığlık ve haddini bilmezlik içinde olmamaları beklenir. “Eksiklerini tamamlama hatta aşma” iddiasıyla ortaya çıktıkları o teoriyi onun-bunun ağzına düşürecek şekilde ucuzlatıp ayağa düşürmemeleri istenir. Ne var ki Marksizm’in künhüne vakıf olmak şurada dursun onu düpedüz tahrif ederek “Marksizm’in geçersizliğini ispatlayıp aşma” iddialarına aynı ‘hoşgörü’ ve ‘anlayış’ gösterilemez.
“Marksizmin geçersizliğini ispatlama” ya da onu “aşma” girişimlerinin tarihi, -dediğimiz gibi- Marksizmin tarihi kadar eskidir. Bunların ezici bir çoğunluğu kurucu önderlerimiz ve onların mirasçısı yoldaşlarımız tarafından yerin dibine sokulup tarihin çöplüğüne fırlatılmış, bazılarını da hayat ıskartaya çıkarmıştır. Fakat bu girişimlerin arkası hiç kesilmemiştir. Özellikle de Marksist hareketin içinden vurulduğu, bu arada proletarya hareketinin de ağır darbeler yiyip geriye çekildiği koşullarda bu girişimler adeta patlama yapar. Bernsteincılık ve II. Enternasyonal oportünizminin 1848 Devrimleri ve 1871 Paris Komünü’nün yenilgisi sonrasında boy vermesi, Rusya’da 1905 Devrimi’nin yenilgisi ardından yükselen tasfiyecilik ortamında taraftar bulan ve ‘Marksizmle dini kaynaştırma’ iddiasıyla ortaya çıkan Tanrı-Kur’culuk, 1968 sonrası atağa kalkan post-Marksizm ve onun 1980 sonrası çeşitlenip sahneye çıkan ardılları… buna örnek verilebilecek kesitlerdir.
Marksizm’e saldırarak dikkat çekip popülerlik kazanma modası 1989 çöküşü sonrası adeta patlama yaptı. Andıklarımız dışında kenarda kıyıda kalmış ne kadar fantastik tez, teori, proje varsa kıymete bindi (aile çevresi dışında neredeyse unutulmaya yüz tutmuş Bookchin’in keşfedilmesi de bu dönemdedir). Yükseliş döneminde (1990’lar) “tarihin sonu”nu ilan edecek kadar kendinden geçen neoliberal birikim modelinin duvara toslayıp pullarının dökülmesiyle (2008 sonrası) bu dalga da hız kesti. ‘Marksizmi itibarsızlaştırarak aşma’ girişimleri tamamen son bulmamakla birlikte inişe geçti. Hatta geçmişte tu kaka edilen Marksizm ve onun kimi temel tezleri yeniden popülerlik kazandı. Örneğin “radikal demokrasi” fantezisi başta olmak üzere neredeyse bütün post-Marksist zırvalıklar tarafından “geçmişte kaldığı” iddia edilen sınıflar ve sınıf mücadelesi gerçeği -bazılarının kafalarına hayat tarafından vurularak- yeniden görülüp kabul edilir oldu. Öyle ki, Marksizmin kapitalizm çözümlemelerinin yetkinliği emperyalist burjuvazinin temsilcileri tarafından bile teslim edildi.
Gel gör ki, bugün Türkiye’de tam tersi bir gelişmeye tanık oluyoruz: Marksizm’e saldırıp onu karalayarak kendine geçerlilik kazandırmaya çalışan bir “aşkın teori” ve “teorisyenlik” iddiasıyla karşı karşıyayız. Engels’in Dühring için yaptığı tespitteki gibi “karmakarışık bir kafa”nın entelektüel derinlik ve genişlikten yoksun, dahası bilimin, felsefenin, sosyolojinin, ekonomi-politiğin, antropolojinin… temel bulgu ve tezlerini dahi umursamayan bir ‘rahatlıkla’ ileri sürdüğü bir bulamaç “21. Yüzyılın Manifestosu”, “insanlığın yolunu aydınlatan kurtuluş reçetesi” vs. olarak karşımıza çıkarılıyor. 26 yıldır İmralı’da çok katı bir tecrit altında tutulan PKK önderi Abdullah Öcalan’ın omurgasını değişik post-Marksist eğilimlerin harmanı tezlerin oluşturduğu görüşlerinin son versiyonunu oluşturan Perspektif metniyle onu “amentü” belleyerek adeta dört koldan Marksizm’e ve bilimsel sosyalizme yönelik bir saldırı kampanyası açılmasını kastettiğimiz anlaşılmış olmalı.
Bir yönüyle böyle bir tartışmaya belki de hiç girmemek gerekiyor. Neden derseniz, derin anlamlara sahipmiş izlenimi yaratan gizemli bir havada sansasyonel tez ve görüşler ileri sürerek ‘sarsıcı’ olmayı esas aldığı her halinden belli, bilimsel ve tarihsel gerçekleri bile çekinmeden eğip bükebilen, ciddiye alınabilecek bir bütünlük ve iç tutarlılıktan yoksun böyle bir fikir karmaşasıyla boğuşmanın geliştirici bir yanı yok. Bırakalım “Abdullah Öcalan okunmaz, çalışılır” diyenler Öcalan çalışsın, isteyenler bu konuda düzenli atölye çalışmaları örgütlesin. Harcadıkları zaman da enerji de onların.
Bu tartışmanın yararsızlığı ikinci olarak onun tam da dikkatleri “cambaza çekerek” İmralı’nın kaskatı tecrit duvarları arkasında sadece güvenlik bürokrasisi mensuplarından oluşmayıp akademik kariyer sahibi mentörlerin de işin içinde oldukları anlaşılan “yetkililer”le kotarılan “yeni açılım”ın siyasal-tarihsel anlamı, özü ve olası sonuçları üzerinde yoğunlaşmayı-tartışmayı perdelemeye hizmet eden bir sis bombası özelliği taşımasından kaynaklanıyor. Kırk yıldan beri ödenen onca bedelden sonra KÖH’ün kaderi üzerinde tayin edici adımların atıldığı şu kritik tarihsel momentte Öcalan’ın gençliğinde ablasına attığı tokatla kadın sorunu arasında bağ kurmanın anlamsızlığını, doğa ile insan, varlık ile bilinç, toplumsallık ile dilin gelişimi vd. arasındaki ilişkilerin tepetaklak edilmesini ya da Marksizm ve Marksist hareketin tarihine ilişkin bilgi yetersizliği ile onu “aşma” iddiasının büyüklüğü arasındaki çelişkileri vd. sergilemeye çalışmanın sırası değil. Zaten bunun muhataplarımız üzerinde bir etkisi, dolayısıyla faydası da yok.
Öte yandan Marksizm ve onun bilimsel bir temele oturttuğu proletarya sosyalizmine karşı düpedüz gerici bir kampanyanın köpürtülmeye çalışılması gibi büsbütün kayıtsız kalamayacağınız bir saldırganlık var ortada. Kimsenin Marksist olma ya da onu benimseme mecburiyeti yok elbette. Ama onu hedefe çakıp “aşma” iddiasıyla ortaya çıkılıyorsa, Marksizm-Leninizm’i benimsemiş komünistler olarak asgari bir entelektüel ciddiyet ve gerçeğe saygı beklemek hakkımız. Kapital’i baştan sona okumadığını itiraf eden biri onun eksik ciltlerini tamamlama iddiasıyla ortaya çıkıyorsa, daha da vahimi bu “rahatlık”ta keramet bulunup Marksizm’e olmadık etiketlerin yakıştırıldığı bir karalama/gözden düşürme kampanyası açılıyorsa Marksizm-Leninizm’i benimsemiş proletarya sosyalistlerinden bu haddini bilmezliğe seyirci kalmaları beklenemez.
Burada sorun muhataplarımızı ikna ederek “Marksizm’e kazanmaya çalışmak” falan değildir. Yani “bırakınız yapsınlar…” demekle de yetinmeyip iyice belirginleşen farklı düzlemler arasında “asgari bir müşterek damıtma” imkanlarına yoğunlaşmayı öneren liberal rahatlık, Marksizmin devrimci ruhu ve özüyle olduğu kadar Marx, Engels ve Lenin’in tarzıyla da bağdaşmaz.
Yalnız işin tek zorluğu, çoğunda Marksizm’e dair cehaletin paçalardan aktığı bu pervasızlık yığını içinden hangisini neresinden tutacağını bilemeyecek olmanızdır. (*) Marx’ın Dühring yandaşlarının yayınladıkları dergide (Zukunft/Gelecek) yayınlanan yazılara ilişkin tanımıyla hemen hepsi “alçakgönüllü bir kendini beğenmişlikle” malûl “alıklık ve yavanlıkla” uğraşmak aynı zamanda sinir sağlamlığı gerektirmektedir. O nedenle yine o büyük dehadan esinlenerek kestirmeden, ‘eğer Marksizm sizlerin onu anladığınız gibiyse biz Marksist değiliz!’ deyip yolumuza devam etmek belki de en iyisidir.
(*) Öcalan’ın Perspektif’ini yüceltme adına kaleme alınan Marksizm karşıtı makalelerin haddi hesabı yok. Bir fikir edinilebilmesi için bunlardan bir-kaç örnek aktarmakla yetineceğiz:
Toplumları ve sistemleri tartıştığımızda, genellikle iki ana bakış açısıyla karşılaşırız: Bir yanda mevcut durumu acımasızca eleştiren, sorunları tüm çıplaklığıyla ortaya koyan bir perspektif; diğer yanda ise geleceği tasavvur eden, umut aşılayan ve pozitif bir değişimi hedefleyen bir yaklaşım. Bu iki yol, insanlık serüveninde birbirini tamamlayan ama çoğu zaman çatışan dinamikler sunar.(…) Marx’ın ve onun takipçilerinin kapitalizme yönelttiği eleştiriler, şüphesiz ki tarihin en çarpıcı analizlerinden bazılarını içerir. (…) Peki, sürekli olumsuzlukları dile getirmek, bizi gerçekten daha iyi bir geleceğe mi taşır? Yoksa sürekli bir “kötüye gidişat” algısı mı yaratır? Bu soru, eleştirel düşüncenin faydasıyla, umutsuzluğa sürüklenme riski arasındaki ince çizgiyi ortaya koyar.
İşte tam bu noktada, “demokratik modernite” yaklaşımının sunduğu ikinci bir yol belirir. Bu bakış açısı, “yarının nasıl inşa edilmesi gerektiği ile ilgili bir hat çizer.” Eleştirel olmaktan ziyade, geleceğe odaklanır ve bireyi, toplumu sürekli olarak iyi göstererek motive etmeyi hedefler. Bu yaklaşım, potansiyelimize, işbirliğimize ve pozitif değişimin mümkün olduğuna vurgu yapar. Sonuca ulaşma konusunda insanı mutlu eden, bireyin ve toplumun gelişimine inanarak ileriye doğru adımlar atmayı teşvik eden bir felsefedir. (Mesut Balcan, Eleştiri ve inşa arasında: Toplumsal dönüşümün iki yüzü, abç, https://www.sendika.org/2025/07/elestiri-ve-insa-arasinda-toplumsal-donusumun-iki-yuzu-730556)
***
Solun içinde bulunduğu bu kriz, yalnızca taktiksel değil; stratejik, hatta paradigmatiktir. Bugün artık birçok sol çevre, iktidarı ele geçirmenin ötesinde bir toplumsal dönüşüm perspektifi geliştiremediği için, halkların taleplerine yanıt veremez hale gelmiştir. Bu kriz, birkaç boyutta kendini gösteriyor.
İlki, solun devlete dair düşünsel tutumunun hâlâ iktidar merkezli oluşudur. Devrim, çoğu zaman iktidarın el değiştirmesi olarak düşünülürken, toplumun dokusunun dönüşümü arka plana atılmıştır.
İkincisi, halk sınıflarının özneleşmesini sağlayacak araçlar yerine, merkeziyetçi partiler ve bürokratik örgütlenmeler tercih edilmiştir. Bu tercihler, zamanla halkla sol arasında bir mesafe doğurmuştur.
Üçüncüsü ise, kimlikler, kültürler, cinsiyet ve yerel özgünlükler gibi çoğulu içeren dinamikler, solun tekçi ilerlemeci anlayışı içinde yeterince yer bulamamıştır. Bu da özellikle etnik, kültürel ve toplumsal cinsiyet temelli hareketlerle solun bağını zayıflatmıştır.
Bu noktada Önder Apo’nun geliştirdiği Demokratik Modernite yaklaşımı aslında sosyalist düşünceye de yeni bir yol haritası sunuyor. (Sinan Cudi, Sosyalizmde paradigma sorunu ve solun krizi, abç, https://www.ozgurpolitika.com/haberi-sosyalizmde-paradigma-sorunu-ve-solun-krizi-200736)
***
Yine son görüşmelerde Öcalan’ın “Marx’ın yarım bıraktığı eseri tamamlamak istiyorum. 5 yıldır bunun için çalışıyor, hazırlanıyorum. Hatta taslağı kafamda hazır.” dediği belirtiliyor. Öcalan Marksizmle nasıl bir ilişki kuruyor? Neyi tamamlamak istiyor?
Marksizm kendisini diğer sosyalist akımlardan ayrıştırırken bilim vurgusu yapıyordu: Bilimsel sosyalizm! Bilimsel olma iddiasını taşıyan her teoride aramamız gereken bazı özellikler olmalıdır. Mesela yanlışlanabilecek esneklikte olmalıdır. (Neoliberalizmin esin kaynaklarından Karl Popper’in temel tezidir bu görüş-nba) Genişleyen bilgi evreninde yenilenebilecek kadar açık olmalıdır. Maddi gerçekten hareket etmeli, ondaki değişimlere bağlı olarak değişime açık olmalıdır. Mutlak sabitlerden öcü görmüş gibi kaçmalıdır. Süreklilik ve kopuş arasındaki diyalektik ilişkiyi çift yönlü olarak anlamalı, evrensel ve yerel arasındaki bağıntıyı benzerlik ve ayrımlarıyla aynı anda kavrama yeteneğinde olmalıdır. Buradan hareketle bir bilim olma iddiasıyla ortaya çıkan Marksizmi, sabit, donuk, dogmatik değil tersine akışkan, canlı ve dinamik olarak ele almak kaçınılmazdır. Yani Marksist anlamda ifade edersek sosyalizm olmuş bitmiş bir teorik bütün değil genişleyen bilgi evreninde kendini süreklilik ve kopuş içinde yeniden ve yeniden kuran bir kavrayış olarak düşünülmelidir. Böyle ele aldığımızda Marksizm ile Öcalan paradigmasındaki ilişki daha sağlıklı bir temele oturabilir. Öcalan, Marksizmi resmi bir ideoloji haline getiren, onu zaman ve mekân dışı bir sabit olarak ele alan dogmatik kalıpları kırmış; tarihsel süreçte ortaya çıkan boşlukları, ezilenler liginin içinde doğan başka birikimler ve yenilenen bilgi evreniyle doldurmaya yönelmiştir. (Cengiz Çiçek, Sosyalizmin Yeni Ufuk Arayışı, abç, https://yeniyasamgazetesi9.com/sosyalizmin-yeni-ufuk-arayisi/)
***
Öcalan’ın savunma külliyatı ve değerlendirmelerinden çıkarılacak temel sonuç bana göre şudur: Kendisinin metinleri okunmaz, çalışılır… ((Özgür Amed, Öcalan’ın Politik Raporuna Dair -1, abç, https://bianet.org/yazi/kurtler-ve-varlik-308069)
***
Öcalan’ın (…) temel tezi, toplumsal sorunların sınıfsal veya devlete dayalı ayrımlardan çok daha önce, eril ve dişil öğeler arasındaki ilişkide ve bu ilişkinin bir güç mücadelesine dönüşmesinde başladığını iddia etmesidir. Tüm sorunların odağına kadın-erkek ilişkisini koyması, Öcalan felsefesinin en özgün yanlarından biridir. Marksizme dair bazı eleştirilerini de bu gerçek üzerinden geliştirir. Bu eleştirileri marksizme katkı değil de onu reddetme üzerinden anlayanların niyeti iyi değil, olamaz. (…) Öcalan, Marksizm’in kurucuları dahil olmak üzere sosyalist liderlerin bile kadın sorununu gerçek anlamda çözemediğini, hatta kendi yaşamlarında kadınları mülkleştirdiğini veya onlara yeterince değer vermediği eleştirisini burada yapar. Zira, marksizm’in sınıf temelli tarih okuması ve proletarya diktatörlüğü fikri, reel sosyalizmin çöküşünün ana nedenidir. Kendi kişisel deneyimlerinden yola çıkarak, (kız kardeşine vurma pişmanlığı ve yaşadığı bir ilişki) geleneksel erkeklik rollerinden ve kadınla kurulan mülkiyetçi, baskıcı ilişkilerden kurtulmanın gerçek bir bireysel ve toplumsal özgürleşme olduğunu belirtir. (Özgür Amed, Öcalan’ın Politik Raporuna Dair –3,abç, https://bianet.org/yazi/toplumsal-doga-ve-sorunsallik-308142)
***
Öcalan’ın başlattığı süreçle ilgili kuşku yaratmaya çalışanlar, özellikle Kürt hareketini reel-sosyalizm parantezine sıkıştırmak isteyenlerin yaklaşımları çok sığ ve düzeysiz. Kürt hareketi reel-sosyalizm kalıplarına sığdırılacak bir hareket olmaktan çoktan çıkmıştır. Bir sol fraksiyonun düşünce kalıpları ile atılan adımları anlamak mümkün değil. (…) Bence çağrı metninin en önemli bölümü çağ tahlili ve bunun üzerine oturtulan PKK gerçeğidir. Kilit kavram da reel-sosyalizmdir. Bu tahlil anlaşılmadan bu tahlile dayanılarak atılan adımları anlamak mümkün değildir (…) 2. Dünya Savaşı sonrası Rusya’nınetki alanı olarak ortaya çıkan Doğu Bloku, ‘muazzam sosyalist deney’ olarak görüldü. Oysaki ne bu blokta ne de ‘Sosyalist Anavatan’da hiçbir dönem sosyalizm uygulanmadı.Rusya’da iktidarı ele geçiren Bolşevik Parti, daha ilk yıllarından itibaren proletarya diktatörlüğü dediği iktidar biçimini, bir parti diktatörlüğüne çevirerek bürokratik bir burjuva iktidarı kurdu (…) Birinci Doğu Halkları Kurultayı, 1-7 Eylül 1920 tarihleri arasında Bakü’de toplanır ve Komitern tarafından organize edilir. Bu toplantı her şeyden önce Ermeni Soykırımı sonrası Almanya’ya kaçan İttihat ve Terakkicilere can suyu olmuştur (…) Hitler Almanyası savaşta yenilince ve işgal ettiği ülkelerden çekilince, Kızıl Ordu ile bütün Doğu Avrupa’yı ve Almanya’nın bir parçasını işgal ederek kendi etki bölgesini kurmuştur. Doğu Avrupa’da olanları devrim olarak görenler Winston Churchill, Charles de Gaulle, Franklin D. Roosevelt ve Jozef Stalin arasında savaş sonrası yapılan pazarlıklara bir göz atma zahmetinde bulunsunlar (…) Ortaya çıktı ki sosyalist blok olarak adlandırılan bu blokta ne sosyalist ekonomiye dair en ufak bir kırıntı olduğu ne de sosyalist ahlaka dair en ufak bir kırıntının olmadığı görüldü.(Hüseyin Kalkan, Öcalan’ın çağrısı, süreç ve çağ analizi, abç, https://yeniyasamgazetesi9.com/ocalanin-cagrisi-surec-ve-cag-analizi/)
Kaynak: Alınteri
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.