Toplumsal anlamda “insan-makine” sorunu, salt sibernetik bir sorundan oldukça farklıdır. Bu anlamda mesele, insandan daha akıllı, daha güçlü ve daha mükemmel bir makine yaratmak değil, yaşayan insanı, kontrolünden çıkıp onu köleleştiren, kendisi tarafından yaratılan tüm makineler dünyasından daha akıllı ve daha güçlü kılmaktır; insanı bir hammadde ve teknik ilerleme aracı olmaktan, “üretim uğruna üretim”in bir bileşeni olmaktan çıkarıp bu üretimin en yüce amacına, kendi başına bir amaca dönüştürmek ve toplumsal makineyi yerine, insanın rasyonel iradesinin aracı ve organı rolüne geri koymaktır
Bu makale, Evald Ilyenkov, Anatoliy ve Vasily Davydov’un Amerika ve Sovyetler Birliği’ndeki birçok sibernetikçinin insan beynini modelleyerek bir “düşünen makine” yaratabileceklerine dair fetişistik inancı üzerine 1966 tarihli derin bir Marksist eleştiri metninin çevirisidir. Yazarlar, sibernetiğin önemini inkar etmemekle birlikte bu teknokratik dogmalara karşı çıkmaktadırlar. İlyenkov, Arsen′ev ve Davydov, Sibernetik Bilim Konseyi üyeleriydi ve bu konularda birçok tartışmaya katıldılar; özellikle İlyenkov’un sibernetiğin gelişim doğrultusuna bilim felsefesi temelinden müdahalesi dolaysızca devrimci ve politiktir. İki yıl sonra Ilyenkov, bu argümanların bazılarını İdoller ve İdealler adlı kitabında geliştirdi. Bu makale, bugün kapitalizmin yapay zeka hakkındaki modern şişirme, mistifikasyon ve mitolojilerinin eleştirilmesi bağlamında da güncelliğini korumaktadır.
Felsefe, modern teknolojinin ve teorisinin bu önemli dalı olan sibernetiğin gelişimine kesin olarak tanımlanmış sınırlar dayatmakla en azından ilgilenmez. “Bilginin sınırlarını” belirlemek genellikle nankör bir iştir ve neo-Kantçı felsefenin aksine, Marksist-Leninist felsefenin karakteristiği değildir.
Sibernetiğin gelişiminin “sınırları” herhangi bir yerde belirlenmişse, bu felsefeden değil, düşünmenin doğası, düşünmenin beynin maddi mekanizmaları ve dış dünyayla bağlantısı hakkındaki, bir zamanlar sibernetiğe de girmiş ve ilerlemesini engellemiş olan yanlış fikirlerden kaynaklanmaktadır. Felsefe bu konuda yargılarını ifade etmelidir. Sibernetiği hiçbir şekilde kısıtlamamak veya ona bir şey dayatmamak, aksine, yolundaki sorunlu engelleri kaldırmak, ona en geniş yolu açmak.
Düşünmenin doğası, beyinle ve nesneler dünyasıyla bağlantısı [“предметный мир”] sorunu felsefeyi uzun zamandır meşgul etmektedir. Ve filozofların bu konuda sibernetikle paylaşacakları bir şeyler vardır. Bir insan kadar, hatta daha mükemmel bir düşünme makinesi hayal eden birçok sibernetikçi, düşünenin beyin olduğu fikrinden yola çıkar. Bu nedenle, yapay düşünmeyi elde etmek için beynin bir modelini oluşturmanın yeterli olduğunu düşünürler. Maalesef hayır. Çünkü düşünen beyin değil, beynin yardımıyla insandır. İkisi arasında büyük bir fark göremeyen teorisyenler için Feuerbach, yüz yıldan uzun bir süre önce basit bir düşünce deneyi yapmayı önermişti.
Beyni insan vücudundan ayırmaya çalışın, bir tabağa koyun ve bakın – düşünecek mi? Elbette, tıpkı herhangi bir telgraf direği veya uzak gezegenlerin kayalarına yayılmış küf kadar az düşünecektir. Mesele şu ki, düşünme gibi bir işlevin ortaya çıkması için, yapısal olarak buna adapte olmuş beyne ek olarak başka bazı maddi ön koşullar da gereklidir. Özellikle, bu beynin dış dünyayla duyusal-nesne temasını sağlayan organlar, gözler, kulaklar, dokunsal eller ve diğer “dış reseptörler” gibi şeylerdir. Ya da sibernetiğin diliyle söylersek, beynin düşünebilmesi için sürekli bir “bilgi” akışına da ihtiyacı vardır. Aksi takdirde, hızla yavaşlar (uykuya dalar).
Ama belki de yapay bir algı organları sistemi yardımcı olabilir? Diyelim ki, varsayımsal yapay beynimize bağlı süper mükemmel bir “algılayıcı” var. Hatta varsayalım ki bu beyni bağımsız ve aktif yaşamını sağlayan diğer tüm organlarla donattık; yani insan organizmasının bir bütün olarak yapay bir modelini oluşturduk. Bu modelin, bu yapay yaratığın hangi malzemeden, demirden mi, yoksa proteinden mi yapılacağının bile önemi yok.
“Düşünecek mi?” Hayır. Bilim bu konuda olgusal kanıtlara sahiptir. Sağlıklı bir beyne ve diğer organlara sahip, ancak düşünmeyen organizmalar defalarca gözlemlenmiştir. Düşünmüyorlardı çünkü organizmanın dışında bulunan, düşünme için önemli ve maddi bir ön koşul olan gelişmiş bir insan medeniyeti eksikti. Mowgli ve Tarzan yalnızca film yapımcılarının ve şairlerin hayal gücünde var olmadı. Hayvanlar tarafından beslenip büyütülen bu Tarzanlar, insanlar tarafından bir veya iki kereden fazla yakalandı. Ve bu Tarzanların Hollywood’daki adaşlarına çok az benzerliği vardı. Aslına bakarsanız, bunlar hiç de insan değildi. İki ayak üzerinde bile yürüyemiyorlardı. Bunlar yalnızca düşünmeye değil, aynı zamanda temel bilinç belirtilerine bile sahip olmayan hayvanlardı. Materyalist felsefe ve psikoloji, düşünme yeteneğinin beyni olan bir insana miras kalmadığı, bu yeteneğin insanda genel olarak, biyolojik olarak “kodlanmadığı” temel gerçeğini uzun zamandır ortaya koymuştur.
“Miras alınır” ama, nesilden nesile tamamen farklı bir şekilde aktarılır: Emekle yaratılan nesneler dünyasının biçimleri aracılığıyla, medeniyetin bedeni aracılığıyla. Bireysel bir beynin düşünme yeteneğini kazanması için, sahibinin çocukluktan itibaren toplumsal-insan ilişkileri sistemine dahil edilmesi ve sistemin talep ve normlarına uygun olarak geliştirilmesi gerekir. Ancak, kültür normlarına uygun olarak çevresindeki ve dünyadaki şeylerle aktif olarak hareket etmeyi öğrenerek, insan insan olur; iki ayak üzerinde yürüme, konuşma ve düşünme yeteneğini kazanır.
Birinin düşünmek için beynini, emek için ellerini ve konuşmak için dilini kullanabilmesi, başından sonuna kadar yüzde yüz toplumsal bir üründür, toplumsal insanın etkinlik taşıyan [“деятельная”] bir işlevidir. Bu işlev, bireyin bedeninin kendi içindeki morfolojik organizasyonuyla değil, bilim dilinde “insanlar arasındaki toplumsal ilişkilerin bütünü” olarak adlandırılan son derece karmaşık sistemin organizasyonuyla tanımlanır. Ve bu sistem, karşılıklı ilişkilerle birbirine bağlı insan kitlesine ek olarak, üretimde bu ilişkilerin yalnızca oluştuğu emek araçları, makineler ve tüketim mallarının tamamını da içerir. “Düşünme”, bu sistemin etkinlik taşıyan bir işlevidir. Yapısından, “morfolojisinden”, örgütlenmesinden, ihtiyaç ve yeteneklerinden türetilmiştir. Düşünen bireyin kendisi bu sistemin yalnızca bir organıdır.
Bu nedenle, tek bir bireydeki düşünme yeteneğinin gelişme derecesi ve ölçüsü, onun bireysel morfolojik özellikleriyle değil, tamamen farklı koşullarla belirlenir. Ve her şeyden önce, bu bireyin kişisel olarak özümsediği, kişisel bir varlığa dönüştürdüğü o kültür alanının hacmiyle belirlenir. Bu alan yine bedeninin biyokimyasal özellikleriyle değil, yalnızca toplumsal koşullarla, yani işbölümünün biçimiyle belirlenir. Düşünme, her zaman medeniyetin bireysel olarak gerçekleştirdiği ve tüm insanlar için ortak olan bir işlevi olmuştur ve olmaya devam etmektedir. İşte bu yüzden, insan zihnine en az benzeyen yapay bir zihin yaratmak için, yalnızca ayrı bir insanın modelini değil, daha ziyade, on beş milyar beyin hücresiyle tüm bireyin, kendi başına ayrı bir nöron kadar az düşünebilen tek bir “hücre” olduğu görkemli kültür gövdesinin bir modelini yaratmak gerekecektir…
İşte bu yüzden, insan zihnine eşit yapay bir zihin yaratmak istiyorsanız, tek bir yapay varlık değil, kendi kültürüne sahip, yani “doğal” -insan- kadar zengin ve dallanmış bir makine medeniyetine sahip, bu tür varlıklardan oluşan bir topluluk yaratmalısınız… Diğer şeylerin yanı sıra, bu yapay medeniyet, insan medeniyetine göre kesinlikle bağımsız olmalı, insan yardımı olmadan gelişmelidir. Aksi takdirde, kendi kendine yetmeyen, insan kültürünün ve insan zihninin türev bir ürünü olarak kalacak ve yapay zihin de insan zihninin yalnızca bir “parçası” olarak kalacak, hedefleri, araçları ve malzemeleri ona bağlı kalacaktır. Ve bu sistem, insanın ve insanlığın hedeflerinden bağımsız olarak kendi hedeflerini takip etmelidir. Başka bir deyişle, “kendi başına bir amaç” olmalı, kendi “kendini geliştirmeyi” tek görev ve hedef olarak görmeli, kendisinin genişletilmiş bir yeniden üretimini gerçekleştirmelidir. Aynı zamanda kendi içindeki çelişkilerini de geliştirmelidir, çünkü aksi takdirde kendi kendine hareket etme yeteneğinden, faaliyet için gerekli uyarandan mahrum kalacaktır. Dolayısıyla, en azından insan zihnine eşdeğer yapay bir zihni tek bir makineye yerleştirmek, Dünya üzerinde insan medeniyetimizle rekabet eden bütün bir makine medeniyeti yaratmak anlamına gelir. Soyut olarak akıl yürütürsek, bu yapılabilir, ancak düşüncenin doğasını anlamada gerçek materyalizm (tıbbi veya sibernetik “materyalizm” değil) tarafından bilimsel bir şekilde ortaya çıkarılan belirli koşullar ve önkoşullar altında.
Farklı bir yol izlemek mümkün olsa da, hazır, doğal olarak gelişmiş insan medeniyetimizin tam bir üyesi olarak dahil edilebilecek ve insan zihinsel kültürü temelinde “düşünen” bir varlığa dönüşebilecek böyle bir makine yaratmayı deneyebilirsiniz. Ancak bu durumda, bu varlığın tıpkı bizim gibi, yaşayan insanlar gibi yaratılması gerekir. İstisnasız, yaşayan bir insanın hazır kültüre katılmasını ve onu özümsemesini sağlayacak tüm organlarla donatılmış olması gerekir. Karşı cinsten birine cinsel aşk yaşamayı ve karşılıklı duyguya neden olmayı sağlayan organlar da buna dahildir. Aksi takdirde, şiir ve sanat gibi insan zihinsel kültürünün bu alanına açılan kapı bu yapay varlığa kapalı kalacaktır. Sonuç olarak, yaşayan insanlar düzeyinde düşünemeyecek ve insanlar ailesinde yalnızca kusurlu bir ucube olarak kalacaktır, çünkü sanat ve şiir boş bir eğlence değil, bir hayal gücü geliştirme biçimidir. Ama hayal gücü olmadan gerçek anlamda yaratıcı düşünceden söz edilemez.
Ayrıca, bu yapay varlık, ne eylemlerinin “programı” anlamında, ne de başta beyin olmak üzere organlarının “yapısı” anlamında “hazır” olarak yaratılamaz ve yaratılmamalıdır. Çünkü gerçek insan beyni, “yapısal olarak”, biyolojik olarak miras alınan eylem planlarının zincirlerinden olabildiğince özgür olması ve bu nedenle sürekli değişen koşullar tarafından kendisine dikte edilen herhangi bir eylem planını uygulayabilmesiyle, “yapısının” kendisinin “işlevlere” göre oluşturulmuş, yaşam boyu süren bir oluşum olmasıyla ayırt edilir. Burada “yapı”, “işlev”in bir türevidir ve tersi geçerli değildir.
Ancak beynin yerine getirdiği işlevler, insan faaliyetinin tarihsel olarak gelişen koşullarının tamamı ve bu koşullar içindeki tüm çarpıcı çelişkili çarpışmalar tarafından belirlenir. Dolayısıyla, benzer şekilde, yapay bir beyin, önceki faaliyetinin şemalarından herhangi birini ve dolayısıyla onu sağlayan “yapısal şemayı” kökten değiştirebilmelidir. Kısacası, bu “yapı” tüm şemalarını tamamen yeniden tasarlayabilmelidir; yani kesinlikle esnek, yani evrensel, “(mümkün olan tüm) formların bir formu” olmalıdır. Gerçek bir insan ve beyni tam olarak böyledir. Dolayısıyla, bu yolu izleyen yapay bir zihin yaratmak istiyorsanız, yaşayan bir insanın mutlak bir kopyasını yapay olarak yaratma nezaketini gösterir misiniz? Ve onu yalnızca tüm “artılarla” değil, aynı zamanda insanlığın tüm “eksileriyle” de donatmayı unutmayın. Aksi takdirde onu medeniyetimizin piline bağlayamazsınız.
Akademisyen Kolmogorov bir makalesinde şöyle demişti şaka yollu: Büyük şairler düzeyinde şiir yazabilen bir otomatın, şairlerin gerçekte içinde geliştiği toplumun kültürel yaşamının tüm gelişimini modellemekten daha kolay inşa edilebilmesi mümkün değildir. (Frank vd. 1964, 57) Bunun şaka yollu değil, en ciddi şekilde ve yalnızca şairler hakkında değil, aynı zamanda matematikçiler, ulusal ekonomiyi planlamakla meşgul olan kişiler ve eğer gerçekten düşünen bir bireyse herhangi bir insan hakkında da ifade edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
“İnsanlardan daha akıllı” makineler yaratmayı hayal etmek, incelediğimiz iki yoldan biriyle yapılabilir. “Makine, makine uğruna” sloganından ilham alırsanız bu mümkündür. Tıpkı “sanat uğruna sanat”, “bilim uğruna bilim”, “teknoloji uğruna teknoloji” yaratabileceğiniz gibi mümkündür. Ancak insan uğruna, onun gelişimi uğruna değil. Eğer bilinçli veya bilinçsiz olarak, yaşayan bir insanın teknolojinin gelişimi için yalnızca bir hammadde ve bir “araç” olduğu ve kendi başına bir amaç olmadığı bakış açısıyla teknokratik önyargıların zemininde dimdik durursanız mümkündür. Buradaki alternatif kaçınılmazdır. Ya teknoloji (sibernetik veya sibernetik olmayan) yalnızca bir araç, yalnızca insan hedeflerinin gerçekleştirilmesi için bir araç olarak görülüyor ya da kendi başına bir amaç haline geliyor ve insan bir araç, bir hammadde haline geliyor.
Böyle düşünmek mümkün mü? Evet. Maalesef bazı teorisyenler gerçekten böyle düşünüyor. Ancak bu düşünce biçimi felsefi-teorik olarak haklı değil. İnsan insan, makine de makine olarak kalıyor. İnsan ve makine arasındaki karşılıklı ilişkiler sorunu öncelikle toplumsal bir sorundur ve hiç de sibernetik bir sorun değildir. Sibernetiğin hayranları arasında bazı ateşli kişiler, insanın da bir makine olduğunu ilan edip, en acil toplumsal sorunu iki makine arasındaki bir aile meselesine dönüştürdüklerinde bile bu soru ortadan kaybolmaz, gündemden düşmez… Çünkü o zaman soru gerçekten de tamamen teknik görünür. “Düşünen makine” için bilimsel bir temel oluşturmaya çalışan bazı filozoflar, matematik ve matematiksel mantığın en son başarılarına başvururlar. Ancak bu tür argümanlar dikkatlice incelendiğinde, kanıtlanabilirliklerinin bir koşulu olarak tam olarak kanıtlamak istedikleri şeyi varsaydıkları hemen görülecektir. Yani, insan düşüncesi hakkında son derece basitleştirilmiş ve yaklaşık fikirler.
İşte bir örnek. L.B. Bazhenov, “Sibernetik Aygıtlarla Düşünmenin Modellenmesi Sorununun Bazı Felsefi Yönleri Üzerine” adlı makalesinde, yapay düşünce yaratma olasılığına karşı tüm argümanların, McCulloch-Pitts teoreminin otoritesine basitçe atıfta bulunularak kolayca çürütülebileceğine ciddi olarak inanmaktadır: McCulloch-Pitts teoremi, doğal sinir sisteminin sonlu sayıda kelime kullanılarak mantıksal olarak tanımlanabilen herhangi bir işlevinin biçimsel bir sinir ağı tarafından gerçekleştirilebileceğini belirtir. Bu, bilinip tanımlandıktan sonra, sonlu biçimsel bir sinir ağı tarafından gerçekleştirilemeyecek ve dolayısıyla prensipte bir makine tarafından yeniden üretilemeyecek hiçbir düşünce işlevi olmadığı anlamına gelir. (Berg vd. 1964, 327) Bu argümanı kanıtsal olarak kabul etmek için, aşağıdaki öncülleri kesin olarak kabul etmek gerekir: 1) “düşünme”nin “doğal sinir ağının bir işlevi” olduğu, ancak “sinir ağının” bu özel işlevinin, örneğin bir diş ağrısının aksine, tam olarak ne gibi özel bir özelliğinin olduğunu belirtmeden; 2) bu belirsiz “işlev”in “sonlu sayıda kelime kullanılarak mantıksal olarak tanımlanması”, yani biçimsel olarak çelişkili olmayan bir terim ve ifade sistemi olarak temsil edilmesi gerektiği; 3) böyle bir “tanımlamanın” aslında “düşünmenin” kapsamlı bilişi [“познание”], yani mantığın bir bilim olarak gelişiminin modern aşaması olduğu.
Tüm bunlara inanılırsa, “McCulloch-Pitts” argümanı, kanıtlamak istediklerini gerçekten de kanıtlıyor. Ancak “düşünme” hakkında daha somut ve anlamlı fikirlerimiz varsa, McCulloch-Pitts teoremi, onu bir makinede modelleme olasılığını Pisagor teoreminden daha fazla kanıtlamaz. McCulloch-Pitts teoremi, temelde “sonlu sayıda kelimeyle mantıksal (burada biçimsel olarak çelişkisiz) bir tanımlamaya” uygun olan “doğal bir sinir ağının işlevlerinden” herhangi birinin “biçimsel bir sinir ağı” biçiminde gerçekleştirilebileceğini ortaya koyar. Bu teoremin kendisini tartışma riskini almayacağız. Ancak tüm bunların ardında hâlâ küçük ama çok sinsi bir soru var: “Düşünme” böyle bir işlevi oluşturuyor mu, yani böyle bir “tanıma” uygun mu? Ve burada kastedilenin tam olarak düşünmek olduğunu ve herhangi bir “sonlu” biçim veya uygulama örneği olmadığını unutmayın. Bir bilim olarak mantık, uzun zamandır tüm mantıksal biçimlerin biçimsel olarak tutarlı bir “tanımını” oluşturmanın, onu vaat etmek kadar kolay olmadığına ikna olmuştur. Dahası, mantığın bu girişimin bir sürekli hareket makinesi kadar olanaksız olduğunu iddia etmek için geçerli nedenleri vardır. Ve bu olanaksızdır çünkü aklın işleyişinin her bir biçiminin tanımının biçimsel-mantıksal tutarlılığı, tüm bu belirli mantıksal biçimlerin tam “sentezi” içindeki çelişkiyle kaçınılmaz olarak telafi edilir, bir bütün olarak mantık içinde.
Bu, “Saf Aklın Eleştirisi”nde, bir bütün olarak düşünmenin her zaman diyalektik ve çelişkili olduğunu gösteren ve mantığın bir bilim olarak tarihinde yeni bir sayfa açan I. Kant tarafından zaten mükemmel bir şekilde anlaşılmıştı. Bir süredir çelişkiyi, gerçek gelişen düşüncenin temel mantıksal biçimi olarak gören ve bu gerçek düşünmenin, her “belirli” düşünce alanındaki, her “belirli” biliş alanındaki çelişkileri açığa çıkarma ve çözme süreci olarak gerçekleştiğini kanıtlayan aynı mantık. Bu, yalnızca mantıkla değil, aynı zamanda bilimin gelişiminin gerçek deneyimiyle de kanıtlanmıştır.
Elbette, düşünmenin yapay olarak sınırlandırılmış herhangi bir uygulama kapsamının ayrıntılı bir tanımı biçimsel olarak tutarlı hale getirilebilir. Ancak bunun tek nedeni, böyle bir tanımın düşünme olmamasıdır; çünkü bilgi edinme yolunda atılan her adım, daha önce oluşturulmuş her bir “tanımlamanın” biçimsellikleriyle birlikte “kaldırılmasından” oluşur. Bundan önemli bir sonuç çıkarılabilir. Gerçek düşünmeyi gerçekten “modellemek” istiyorsanız, öncelikle “biçimsel sinir ağına” “çelişki gerilimi”ni, yani “A = A değil” durumunu taşımayı öğretmelisiniz; bu, biçimsel olarak tutarlı şemanın içinde, doğa ve tarihin gerçek ve somut olgu çeşitliliğiyle çelişkisinin, yani her yeni gerçek düşünme eylemiyle yok edilen kendi “sonluluğu” gerçeğinin her zaman ifade edildiği biçimdir.
İçinde mantıksal bir çelişki ortaya çıktığında histerik bir öz-uyarılma durumuna düşüp tüm işleyiş şemasını bozmayan, aksine ancak o zaman özel “işlevini” yerine getirmeye başlayan bir yapay zekâ yaratmayı başarırsanız, gerçek insan düşüncesini “modelleme” yolunda ilk adımı atmış olursunuz. Ancak bu olasılık, “mantıksal çelişkinin” tamamen yıkıcı bir biçim olduğu ve “sonlu” şemayı bozduğu biçimsel-matematiksel mantığın kendisi tarafından dışlanır; çelişkinin gerçek (yaratıcı-insan) düşüncenin yapıcı-düzenleyici bir ilkesi olduğu felsefe veya mantık tarafından ise hiç dışlanmaz.
Görünüşe göre tüm bunlar L.B. Bazhenov tarafından tamamen unutulmuştu. McCulloch-Pitts’in otoritesinin yardımıyla tek bir şeyi kanıtladı: Bir makinede yalnızca zekânın makine benzeri işlevlerini yeniden üretmek mümkündü, ancak zekânın kendisini hiçbir şekilde bir “işlev” olarak yeniden üretmek mümkün değildi. Bu işlevin özel niteliği, tam da herhangi bir sonlu şemanın sürekli “kaldırılması” sürecinden, bu şema içindeki mantıksal çelişkileri açığa çıkarmaktan ve bunları somut gerçekliğin, yani bu gerçekliğin kendisinin [“именно самой этой реальности”] daha fazla araştırılmasıyla döndürmekten ibaretti.
Sadece bir şeyi kanıtladı: Gerçek insana eşdeğer bir zihin, yalnızca diyalektik mantık temelinde yaratılabilir ve hiçbir durumda biçimsel-matematiksel yapılar mantığının aksiyom ve varsayımları temelinde yaratılamaz. McCulloch-Pitts teoremi de dahil olmak üzere bu aksiyom ve varsayımlar, aslında hayallerinin uygulanamazlığını kanıtlıyor. Peki “insanı” çok karmaşık, çok mükemmel bir “makine” olarak düşünebilir misiniz? Düşünebilirsiniz. Ama yalnızca bir zoologun insanı son derece gelişmiş bir “memeli” ve bir geometricinin -son derece karmaşık bir mekansal şekil- olarak gördüğü aynı hak ve sınırlamalarla. Sibernetiğin özel kavramları, insanda yalnızca makineyle paylaştığı özellikleri (nitelikleri, tanımları) kesin olarak ayırır. Makinenin kendisi de bu kavramlarda aynı şekilde soyut olarak tanımlanır.
Ancak tam da bu nedenle, ne insanın ne de makinenin somut özgüllüğü bu kavramlarla ilkesel olarak ifade edilemez. Zira başlangıçta tam da bundan uzaklaşırlar. Bu nedenle, sibernetiğin özel kavramlarında, insan ve makine arasındaki gerçek ilişkilerin iki gerçekten farklı “sistem” olduğu sorusunu ortaya atmanın, hatta çözmenin bile imkânsız olması şaşırtıcı değildir.
Sibernetik, yalnızca “insan” için değil, aynı zamanda “makine” için de evrensel bir tanım sunmamıştır ve sunamaz. Bu şeyler genellikle onun özel görev ve kavramlarının ötesindedir ve yalnızca insan ve makine arasındaki gerçek etkileşim sisteminde, tarihsel olarak yerleşik toplumsal işbölümü sistemi ve bunun getirdiği tüm sonuçlar dahil olmak üzere tanımlanabilir. Ve bu, sibernetiğin kendi iç ihtiyaçları için, kendi içinde uygulandığı sürece meşru ve doğru olan tanımların, insan ve makine için evrensel bilimsel-teorik [“научнотеоретические”] tanımlar olarak kabul edilmesiyle olur. “Bilindiği gibi, sibernetikte makine, belirli bir amaca götüren eylemleri gerçekleştirebilen bir sistemdir. Bu, canlıların, özellikle de insanların, bu anlamda makine oldukları anlamına gelir” (Berg ve Kolman 1964, 83), — diye yazar akademisyen S. Sobolev sibernetik adına (ve belki de tamamen haklı olarak [“с полным основанием”]). Bu anlamda – evet, elbette.
Ama yalnızca bu anlamda. Ve eğer kişi “bu anlamı” tek bilimsel anlam olarak kabul ederse ve sibernetiğin nihayet “makine” için gerçekten bilimsel bir tanım verdiğini ve önceki tüm tanımları bilim öncesi ve bilim dışı ilan ettiğini varsayarsa, işte olacak olan budur.
Bu anlamda insana “makine” denmesi gerekir. Ama o zaman “makineler”i bir buharlı lokomotif, bir otomobil, bir haddehane ve genel olarak mevcut veya var olan herhangi bir makine olarak adlandırma hakkını kaybedersiniz, çünkü “bilindiği gibi” bu “sistemler” herhangi bir sopa veya kaldırım taşı kadar herhangi bir uygun [“целесообразным”] eylemde bulunmaya muktedir değildir. “Belirli bir amaca götüren” eylemler hiç de onlar tarafından değil, yalnızca onları harekete geçiren ve kendi uygun iradesine göre kontrol eden insan tarafından üretilir.
Dolayısıyla, akademisyen S. Sobolev tarafından formüle edilen “makine” kavramı, yalnızca uygun (yani makul bir iradenin öznesi olarak insanı ifade eder ve başka hiçbir şeye atıfta bulunmaz. Ayrıca, belki de bazı (hiçbir şekilde hepsinin değil) sibernetikçilerin ve en çok da sibernetiğin yakınında çalışanların hayalini kurduğu geleceğin o fantastik makinelerine de atıfta bulunur. Bu kavram, mevcut gerçek makineler için geçerli değildir. Bu nedenle, bunlara da “makine” denilemez. Bu durumda, onlar için yeni bir isim bulmak gerekir. Yapılacak en kolay şey belki de bundan sonra onlara “insanlar” [“человеками” —Rusçada kullanılmayan “человек” (insan) sözcüğünün çoğul hali olan dünyevi bir şaka] demek olacaktır, çünkü bu ad, ortaya çıktığı üzere, insana “makine” denildiğinden beri işsiz kalmıştır. Ama bu bir şakadır.
Ciddi olmak gerekirse, gerçek, fiilen var olan ve hayali olmayan makineler, insanı bir sistem olarak varsayar ve bu sistem, onlardan tam da “uygun” (ve “nedensel”) belirlenime göre hareket etme yeteneğiyle ayrılır.
Bu sistemin dışında (yani, insan olmadan ve dışında), buharlı lokomotif, hesaplayan-çözen makine ve genel olarak tüm modern teknoloji, aslında bir “makine” değil, sadece paslanan bir metal yığını, doğanın basit fiziko-kimyasal yasaların (oksidasyon, aşınma vb.) etkisine tamamen tabi olan bedenlerinden yalnızca biridir. İnsan olmadan ve insanın dışında – sadece ismen bir “makine”dir ve sadece kısa bir süre için, tıpkı bedenden kopmuş bir el gibi. Fakat eğer sadece ismin kendisinden değil, hem geçmiş hem de şimdiki makinelere ve gelecekteki tüm makinelere uygulanabilen bilimsel “makine” kavramından bahsediyorsak, bilimin bir “makinesi” vardır. Makineler, “insan iradesinin organlarına ve onun doğadaki aktif tezahürüne dönüştürülmüş doğal maddelerdir. Bunlar, insan eliyle yaratılmış insan beyninin organlarıdır; nesnelleşmiş bilgi gücüdür” (Marx 1939, 594).
Bu, sibernetik tanımın aksine, aslında “makine” kavramının evrensel, bilimsel-teorik tanımıdır. Geçmiş, şimdiki ve gelecekteki tüm gerçek makineler, hiçbir aksama olmadan bu tanıma tabi tutulur. İnsan ise öyle değildir.
Elbette, üretiminde insanın beyninin ve elinin doğrudan yer almayacağı makineler de düşünülebilir. Hatta gelecekte bunun gerekliliğini göstermek bile mümkündür.
Ancak bu, meseleyi değiştirmez. Bir makine, makine olarak kaldığı sürece, yalnızca toplumsal-insan zekâsının yapay olarak yaratılmış bir organı, onun aktif tezahürünün aracı olarak kalır. Ve bu anlamda, insan beyninin bir organı, çünkü Marx her zaman “beyin” derken yalnızca bireyin bedeninin bir organını değil, aynı zamanda toplumsal-insan zekâsının, toplumsal-insan ihtiyaçlarının ve bu ihtiyaçları ideal olarak ifade eden “hedeflerin” bir organını kastetmiştir.
Peki ya bir gün, artık yukarıdaki kavram kapsamına girmeyecek; yukarıdaki “makine” tanımında listelenen ayrıntılara uymayacak bir makine yaratılırsa? O zaman, elbette, artık ona “makine” denilemez. Tamamen farklı bir şey olacak. Tam olarak ne olacak? İstediğimiz kadar hayal kurabiliriz, ama bu bilimin sınırlarının ötesinde. Ancak bu sınırlara uyulursa, insanın zekâsını gerçekleştirmenin bir aracı olarak uygun olmayan, itaatkâr bir “insan iradesi organı” olarak hizmet edemeyen bir “makine” – aklı başında herhangi bir kişi onu eritmeye, mümkün olan en kısa sürede hurdaya ayırmaya çalışacaktır. Ve böyle bir cihazı hiç yapmamak daha da kolaydır. Aklı ve hafızası yerinde olan tüm insanların bugüne kadar yaptığı şey budur; Marksist “makine” kavramına bile aşina değillerdir.
Ancak, son zamanlarda fantastik roman yazarlarının gözdesi haline gelen başka bir olası seçenek daha var. Şöyle ki: Böyle bir “makine” erimeye gönderilmek istemez, artık insan zekâsının iradesine tabi olmak istemez, sadece onun aracı olmak istemez, kendi kendini geliştirme amaçlarına hizmet etmek ister. Kendi türünün genişletilmiş yeniden üretimini uygulamaya başlar ve tüm üretim dallarını bu egoist makine hedefine tabi kılar. Yaratıcısına olan itaatini bozar ve yoluna çıkmaya, tüm üretimin hedefi ve kalbi olmasını engellemeye çalışırsa, sadece iradesinin bir aracı ve bir organı olduğunu hatırlatmak isterse onu ezmekle tehdit eder. Sibernetik ilerlemenin kötü niyetli muhalifleri tarafından icat edilmiş bir fantezi, bir öcü mü? Maalesef hayır. Eğer sadece bir fantezi olsaydı, ona hoşgörüyle yaklaşabilirdik; insanların isterlerse hayal kurmalarına izin verebilirdik. Ancak bu fantezi yalnızca gerçek makineyi yansıtır. Sorun şu ki, bu makine uzun zamandır var, onu icat etmeye ve inşa etmeye gerek yok. Uzun zamandır yaratıcısı olan insana boyun eğmemiş. Uzun zamandır kendi hedeflerinin peşinde, uzun zamandır kendi başına bir amaç haline gelmiş ve insanı kendi kendini geliştirmesi için bir araç ve hammadde olarak görüyor. Dahası, uzun zamandır insanı, beyniyle kendi “kısmi bileşeni” olarak kullanmayı, iradesini bastırmayı ve zihnini ezmeyi öğrenmiş.
Bu -maalesef hiç de fantastik olmayan- makinenin organizasyonu, yüz yıl önce ayrıntılı olarak anlaşılmış ve “Kapital” adlı ünlü bir eserde anlatılmıştı.
Kapitalizm tam da budur: Üretim uğruna üretim; kendi başına bir amaç haline gelmiş ve insanı bir araca, doymak bilmez organizmasının üretimi ve yeniden üretimi için bir hammaddeye dönüştürmüş görkemli bir makine. Milyonlarca kısmi makineden oluşan bu görkemli makine, insan aklının ve iradesinin kontrolünün ötesine geçmiş, içinde bir dişli çarkın kıskanılmayacak rolünü oynayan herhangi bir ayrı insan bireyinden daha akıllı ve daha güçlü hale gelmiştir.
Ve bu “büyük makine”, gücünü “çocuk sistemleri”nin yardımıyla kullanır; devlet bürokratik makinesinin yardımıyla, askeri makinenin yardımıyla, polis teşkilatının yardımıyla, oy verme makinesinin yardımıyla vb. Ve bu kesinlikle bir kelime oyunu değil. Bürokratik veya askeri makine, kelimenin mecazi değil, tamamen gerçek anlamıyla makinelerdir. Bunların hepsi, katı bir şekilde belirlenmiş algoritmalara göre çalışan, içlerinde katı bir şekilde programlanmış hedefleri takip eden ve herhangi bir kıyma makinesi kadar ruhsuz sistemlerdir. İnsan beyninin protein özü ise, bu düzeneklerde kısmi bir bileşen rolü oynayarak onlara “öz bilinç” kazandırır. Bürokratik, askeri ve diğer “toplumsal makinelere” sibernetiğin gözünden bakmaya çalışın; bunların bir makinenin sibernetik fikirlerine bir matbaa makinesinden veya bir pamuk hasat makinesinden çok daha iyi ve daha doğru bir şekilde uyduğunu hemen göreceksiniz. İnsanın, insanların kontrolünden çıkmış bu aygıt, bu “makine şeytanı” karşısındaki güçsüzlüğü, Batı’da türlü mitolojiler yaratan şeydir. Cahil insanlar, bu makine iblisinin gücüyle ikinci gelişten kurtuluşu bekliyorlar. Yüksek öğrenim görmüş insanlar, yaşayan yöneticilerin bilgeliğinden oldukça hayal kırıklığına uğradıkları için, günahkâr dünyaya bilimsel olarak süper bilge bir hükümdarın, bir tür elektronik Lohengrin’in ineceğine umut bağlıyorlar. İddiaya göre, böyle biri gelecek ve tüm insan ilişkilerini matematiksel bir kesinlikle hemen ayarlayacak; üretim oranlarını hesaplayacak, krizlerden kurtaracak ve genel olarak yeryüzünde cenneti kuracak, hatta herkese uygun bir eş seçecek.
Fakat hemen şüpheler bastırmaya başlar, ya bu sibernetik Lohengrin, insan ve makineler arasındaki çatışmada düşmanın tarafını tutarsa? Sonuçta, ne derseniz deyin, o da bir makine. Ve bu tür bir akıl yürütme şu sorunun etrafında dönmeye devam eder: İnsan kendi zihninden daha zeki bir yapay zihin yaratabilir mi ve bunu yapmak riskli değil midir? Sonuç olarak, bu temelde ortaya atılan sorun, bir zamanlar aşırı çalışkan teolojik skolastik dostları tarafından icat edilen eski, çetrefilli bir soruya trajik bir şekilde benzemeye başlar: Her şeye gücü yeten bir tanrı, kendisinin bile kaldıramayacağı bir taş yaratabilir mi?
Dolayısıyla, toplumsal anlamda “insan-makine” sorunu, salt sibernetik bir sorundan oldukça farklıdır. Bu anlamda mesele, insandan daha akıllı, daha güçlü ve daha mükemmel bir makine yaratmak değil, yaşayan insanı, kontrolünden çıkıp onu köleleştiren, kendisi tarafından yaratılan tüm makineler dünyasından daha akıllı ve daha güçlü kılmaktır; insanı bir hammadde ve teknik ilerleme aracı olmaktan, “üretim uğruna üretim”in bir bileşeni olmaktan çıkarıp bu üretimin en yüce amacına, kendi başına bir amaca dönüştürmek ve toplumsal makineyi yerine, insanın rasyonel iradesinin aracı ve organı rolüne geri koymaktır. Bu toplumsal bir sorundur ve bunu bir an bile unutmamalıyız. İşte bu yüzden Batılı teknik entelijansiyanın kafası, sibernetik-matematik entelijansiyası da dahil olmak üzere, “insan-makine” sorunuyla karıştırılmıştır, çünkü onu doğru bir şekilde, yani toplumsal bir sorun olarak, insan-insan arasındaki ilişkiler sorunu olarak, modern üretimin modern makineleri de dahil olmak üzere, medeniyetin maddi gövdesi aracılığıyla nasıl ortaya koyacağını bilmemektedir.
Marksist-Leninist öğretinin ışığında, genel teorik terimlerle, mevcut durumdan çıkış yolu “Kapital”de zaten bulunmuştur. Bu çıkış yolu, bilindiği gibi, insan ve insan arasındaki tüm ilişkiler sisteminin komünist dönüşümünde, toplumun her üyesinin, yalnızca ayrıcalıklı kesimlerinin değil, kapsamlı gelişme, entelektüel ve fiziksel kültürün tüm zirvelerine ulaşma için tüm gerçek, maddi ve manevi güvenceli koşullara sahip olacağı ilişki biçimlerinin yaratılmasında yatmaktadır; bu koşullar altında, yalnızca seçilmiş şanslı olanlar değil, her birey, gelişimi sırasında evrensel, toplumsal-insanî, zeki iradenin tam teşekküllü bir temsilcisi haline gelecek ve hiç kimsenin kendi adına hareket etme hakkını tekeline almasına izin vermeyecektir. Marx ve Lenin’in gösterdiği gibi, ancak bu koşullar altında, toplumun üstünde duran özel bir insan yönetim aygıtına -devlet mekanizması ve onun yardımcı sistemlerine- olan ihtiyaç ortadan kalkar; insanları yöneten özel bir aygıt tamamen ortadan kalkar ve onun yerini nesnelerin, makinelerin (insanlar tarafından-çn) yönetimi alır. Ve aynı teoriye göre, insanlar kendilerini, tam bir özyönetim temelinde yönetmelidir.
İnsanları “yukarıdan” yöneten devlet mekanizmasının ortadan kaldırılmasının ön koşulu ve olmazsa olmaz koşulu, bilindiği gibi, her insanın yeteneklerinin tam ve kapsamlı bir şekilde geliştirilmesidir, çünkü yalnızca bu tür insanların “yukarıdan” yönetilmesine gerek kalmayacaktır. Bu olmadığı sürece, özel bir aygıt olarak devlete hâlâ ihtiyaç vardır. Bu, V.I. Lenin’in “Devlet ve Devrim” adlı kitabında, ve başka bilimsel çalışmalarında mükemmel bir şekilde açıklanmıştır. Bu kitabı okuyan herkes için, komünizmin genel çizgisinin, işbölümünün özel bir alanı olan, insanları yönetmek için özel bir aygıt olan devletin yıkılmasına doğru giden bir yol olduğu açıktır. Bazı insanlar, tüm sorunun mevcut devlet organlarını düşünen, planlayan ve yöneten makinelerle, buzdolabı gibi kutularla değiştirmek olduğunu düşündüklerinde, bir tür sibernetik-bürokratik yanılsamanın, mitolojinin zeminine basıyorlar.
Komünizmin, mevcut ilişkiler sisteminin matematiksel-elektronik olarak iyileştirilmesi yoluyla, yani mevcut durumu sürdürme yoluyla, devlet mekanizmasının mevcut yönetim işlevlerinin demokratik olarak örgütlenmiş bir insan topluluğuna değil, başka makinelere aktarılması yoluyla inşa edilebileceğini düşünüyorlar. Ve bu, klasik bürokratların yanılsamasından daha iyi veya daha akıllıca olmayan, tamamen teknokratik bir yanılsamadır. Yüzde yüz bürokrat elbette bir makineyle değiştirilebilir. Ve onu emekliye ayırmak daha da kolaydır. Ve boş pozisyonu aynı işlevlere sahip bir makineyle değiştirmek yerine, onu ortadan kaldırmak, böylece yönetim işlevlerinin demokratik olarak örgütlenmiş yaşayan insanlardan oluşan bir topluluk tarafından devredilmesine doğru bir adım atmak. Zira ancak bu yol, “kontrol ve muhasebe işlevlerinin giderek basitleşerek her biri tarafından sırayla yerine getirileceği, daha sonra bir alışkanlık haline geleceği ve sonunda nüfusun belirli bir kesiminin özel işlevleri olarak ortadan kalkacağı bir düzenin” yaratılmasına yol açar (Lenin 1965, 50).
Sonuçta, inşa ettiğimiz dünyada, şu veya bu kısmi işlevi yerine getirmeye mahkûm “matematikçiler”, “garsonlar”, “politikacılar”, “kemancılar”, “filozoflar” ve benzeri karakterler değil, bu dünyada yaşayacak ve karşılıklı ilişkilerini kuracak olanlar, bu kapsamlı şekilde gelişmiş insanlarla birlikte yaşayacaklar. Her biri herhangi bir “belirli işlevden” daha geniş ve daha zengin olan, örneğin matematiğe bir matematikçinin gözünden değil, bir insanın gözünden bakabilen insanlar. Günümüzde ise durum genellikle tam tersidir ve kendini en yüce erdem olarak gören mesleki kretenizm (dar görüşlülük/zeka geriliği-tçn) çok ciddi ve bulaşıcı bir hastalıktır. Toplumsal düşünce açısından mitolojiye olan eğilimin, özellikle de sibernetiğin -kendi yerinde çok iyi bir bilim iken- her derde devaya dönüşme arzusunun bağlantılı olduğu hastalıktır. Aşırı, “pervasız” sibernetikçiler arasında ara sıra ortaokulu dar meslekçiliğin derinleşmesi yoluna, köreltme yoluna, özel yetenekli dâhiler için özel ayrıcalıklı okullar yaratma yoluna vb. doğru yönlendirme çağrılarının yapılması da tesadüf değildir.
Sibernetik mitolojinin, matematiksel yeteneklerin yapay seçilimi, kalıtsal olarak yetenekli bir matematik eliti yetiştirme, sibernetik çağın bir tür soylu sınıfı vb. hayalleriyle, matematiksel yeteneklerin “genetik-biyolojik kodlaması” ve diğer, en hafif deyimiyle, saçmalıklarla kaynaşması hiç de tesadüf değildir. Öte yandan, bilimsel komünizmin teorik olarak geliştirilen “kişiliğin kapsamlı gelişimi” tezi, bu mitolojinin destekçilerine kaçınılmaz olarak bir “ütopya”, “şiir” vb. gibi görünmeye başlar. Ne yazık ki bu bir kurgu değildir. Bu fikirlerin, Marx ve Lenin tarafından geliştirilen toplumsal ilerlemenin yolları ve olasılıkları hakkındaki bilimsel anlayıştan ne kadar uzak olduğunu kanıtlamaya pek gerek yoktur. Ancak bunu ciddi ve yüksek sesle söylemek gerekir. Sibernetik -bu hayati bilimsel ve teknik disiplin- kullanılarak yeni bir tanrı ve onun diğer nitelikleriyle yeni bir din yaratılmak istendiğinde ne olacağının açıkça anlaşılması gerekir.
Bilimsel komünizm teorisinin özetlediği toplumsal perspektifler temelinde ilerlersek, mevcut durum, tam mutluluk için insandan daha akıllı bir makineden yoksun olmamız gerçeğiyle değil, tam tersine, toplumun her üyesinin, her insanın tam ve kapsamlı gelişimi için tüm koşulları yaratmaya henüz zamanımız olmamasıyla, yaşayan insanların hâlâ çoğu zaman salt makine işlevlerini yerine getirmeye zorlanmasıyla karakterize edilir. Komünizm, teknik ilerleme açısından, insanın bu tür işlevlerden tamamen kurtulmasını hedef olarak görür.
İşte bu yüzden sibernetik burada da ne yapacağını, nasıl yapacağını, tam olarak ne tür makineler inşa etmesi gerektiğini çok iyi biliyor; böylece yaşayan insanı monoton makine emeğinin yükünden, bir damgaya, bir şablona, sabit kodlanmış bir programa göre çalışmaktan mümkün olan en kısa sürede kurtarabilir. Böylece yaşayan bir insan, boşalan tüm zamanı gerçek insan emeğine, bilimsel, teknik, sanatsal, sosyal yaratıcılıkla ilgili emeğe ayırabilir. İşte bu yüzden her yaşayan insan, sibernetiğin kendisine çok yakın bir gelecekte makine benzeri iş yükünden kurtulma ve bu emeği makinelere aktarma sözü vermesine sevinir.
Ve tam da aynı sebepten dolayı, toplumumuzdaki her yaşayan insan, sibernetik ilerlemenin aşırı çalışkan bazı dostlarının, insandan daha akıllı bir makine hakkında masallar uydurup elektronik bir Puşkin, elektronik bir Botvinnik (15 yıl dünya satranç şampiyonluğunu elinde tutan Sovyet satranç ustası-tçn) ve elektronik bir Şostakoviç yaratmayı ve bakanlığı, ekonomiyi insanlardan daha iyi yöneteceği iddia edilen bir kutuyla değiştirmeyi vaat ettiklerinde, doğal ve tamamen meşru bir protesto hisseder. Bu tür konuşmaları dinlerken, bu kadar nazikçe bakılan makineye bile imrenirsiniz. Çünkü dünyadaki yaşayan insanların büyük çoğunluğunun maalesef hâlâ mahrum kaldığı bu erdemlerle onu yüceltmek isterler; tüm yaşayan insanların gerçek insani gelişmenin boyutlarına ulaşmalarına yardımcı olmak yerine.
Her insan beyni, doğru koşullar altında düşünme yeteneğine sahip, hazır ve oldukça mükemmel bir sistemdir. Öyleyse onu toplumsal olarak yaratmak ve deyim yerindeyse tam kapasiteyle çalışabileceği uygun koşulları yaratmaya daha fazla özen göstermek daha kolay değil mi? Sonuçta, “doğal” olanı geliştirmek yerine yapay bir beyin inşa etmeye çalışmak, Uzak Doğu’daki tuğla fabrikaları için sentetik kum üretmek üzere son derece karmaşık teknolojik süreçler kullanacak Karakum Çölü’nün ortasına bir fabrika inşa etmeye benzer. Hiç de daha akıllıca veya daha ekonomik değil, ancak böyle bir görev gerçekten de süper yaratıcı bir kimya mühendisini cezbedebilir. İnsandan daha akıllı bir makineyi, insan beynine benzer elektronik bir beyni değil, yaşayan her insan beyninin gerçek çağdaş insan kültürü düzeyinde çalışmasını hayal etmek çok daha mantıklıdır; ancak ne yazık ki şimdilik makine işleriyle dolu olduğu için bunu hâlâ yapamıyor.
Yapay zekâlı bir varlığın yaratılması ise bir mittir ve bu da ne yazık ki belli bir miktarda emek ve kaynak tüketir ve sibernetiğin doğrudan görevlerini çözmesine engel olur. Felsefe ise sibernetiğin mitlerden kurtulmasına yardımcı olmalıdır, özellikle de sibernetiğin yaşamın, komünizmin maddi-teknik temellerini oluşturmanın ihtiyaçlarının önüne koyduğu, gerçekten büyük ve asil, büyüleyici ve ilham verici birçok gerçek görevi olduğu düşünüldüğünde. Akademisyen A.I. Berg bu konuda haklı olarak birçok kez konuşmuştur. Kimse sibernetiğin ve bilgisayar teknolojisinin gelişimine sınır koyma konusunda kötü niyetli bir arzu duymaz, kimse meraklılarının hayalinin kanatlarını kesmek istemez. Ancak bir hayal, yalnızca bilimin, özellikle de felsefenin halihazırda geliştirdiği, aklı başında bilimsel fikirlerle iş birliği içinde çalıştığında iyidir. Düşünme, irade, amaç, düşünmenin beyinle, duyusal nesne etkinliğiyle ve dünyayla bağlantısı, ideal ile maddi olan arasındaki ilişki vb. gibi açık diyalektik-materyalist kavramlarla ittifak halinde.
Ne yazık ki, bazı sibernetikçiler bu konuda modern felsefe ve psikolojiden alabilecekleri her şeyi hesaba katmıyor ve sıralanan sorunları kendi yöntemleriyle çözmeye çalışıyorlar. Kendi özel kavramlarını kullanarak hem “düşünme”yi, “makine”yi, “ideal”i ve “hedefi” bilimsel olarak yeniden tanımlamak istiyorlar. Bunun nasıl sonuçlandığını gördük. Öte yandan, bu durum felsefe ve psikolojiyi, sibernetiğin de taleplerini karşılamak için beyin ve düşünme, irade ve akıl, hedef ve ideal, makine ve insan ve diğer birçok kavramın daha somut ve net bir şekilde tanımlanmasıyla ilgilenmeye zorluyor. Dolayısıyla, sibernetiğin gelişim olasılıklarını sınırlamaktan değil, yalnızca bazı temsilcilerinin felsefi dikkatsizliği nedeniyle sibernetiğin etrafında ortaya çıkan “mitolojinin” saçmalığından bahsediyoruz; ancak bu mitolojinin aynı zamanda mevcut toplumsal işbölümü sistemi biçiminde nesnel temelleri de var. Marksist felsefe ile sibernetik arasında daha yakın ve yaratıcı bir temas kurmaktan bahsediyoruz.
Orijinal kaynak: Makale ilk olarak, Moskova’daki 1965 Materyalist Diyalektiğin Modern Sorunları Toplantısı’nda sunulan birkaç makale derlemesinden biri olan “Lenin’in Yansıma Teorisi ve Modern Bilim” (Konstantinov vd. 1966, 263–84) adlı kitapta yayınlanmıştır. İlyenkov bu makeledeki fikirleri daha sonra İdoller ve İdealler başlıklı kitabında geliştirmiştir.
Yazarlar:
Arsen’ev, İlyenkov’un arkadaşıydı ve II. Dünya Savaşı’nda onunla birlikte savaştı. Felsefe eğitimi almamış olmasına rağmen, daha sonra felsefe ve psikoloji çalışmalarına yoğunlaştı. Davydov, eğitim ve çocuk gelişimi alanlarında etkili bir psikolog ve filozoftu. İlyenkov diyalektik mantık ve yönteme önemli katkılarda bulunan büyük bir Sovyet felsefecisidir. Sovyetlerde bilim, teknoloji, eğitim, psikoloji alanlarındaki çalışmalarla da ilgilendi, bilim ve bilgi felsefesi alanında da çalışmalar yürüttü. 1950’lerden itibaren Sovyet aydın, akademisyen, bilim insanı, teknisyen, yönetici çevrelerinde yaygın ve baskın olan pozitivizm, teknokratizm, kaba materyalizm, idealizm gibi akımlara karşı yoğun bir mücadele verdi. 1960’ların sonlarından itibaren diyalektik mantık konusundaki derin ve etkin uzmanlığını bilimsel pozitivizm ve teknoloji fetişizmine karşı mücadeleye çevirdi.
Rusça orijinalinden İngilizceye çeviren:
Iurii Maksymets, yazılım geliştirme ve bilgisayar bilimleri uzmanı. Bilgi teorisi, Sovyet felsefesi ve yapay zeka başlıca ilgi alanları.
İngilizcesi için kaynak: International Marxist Magazine. Quarterly international magazine;
4. Vol. No. 14. Populi Publishers, 2025. AI agenda. Ed: Lars Ulrik Thomsen
[International Marxist Magazine’de yer alan İngilizcesinden Fuat Yücel Filizler tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.