Marx, “kural ve düzen toplumun salt keyfilikten ve rastlantıdan kurtulup kendisini kalıcı kılmasının bir biçimidir” der. Hukuk bu anlamıyla toplumsal ilişkilerin ve üretim sürecinin dışında bir olgu değildir. Onunla birlikte var olan ve onunla birlikte değişecek olan bir şeydir. Hatta onu takip eden bir şeydir. Daha basitleştirmek gerekirse, hukuk kurallarıyla toplumun değişmesi gibi bir durum olmaz. Toplumun değişmesi ile kuralların ona ayak uydurması söz konusu olur. Belirleyici olan her zaman için siyasal alandır
I. Kant “hukuk devletini” uçan kuş metaforu ile anlatırken “Uçarken havanın direnciyle karşılaşan kuş, havasız bir ortamda daha iyi uçabileceği sanrısına kapılır” der. Bu metaforda Kant hukuku varlığı halinde değil, yokluğu halinde hissedilecek bir şey olarak tarif eder.
Buradan devamla hukuku toplumsal sistemin bir bütün olarak kendi kendini düzenlemesinin bir ölçüsü diyebiliriz.
Komünist Manifesto’da Marx hukuku egemen sınıfın onun yaşam koşullarından çıkıp yasa mertebesine çıkartılmış iradesi olarak tanımlarken, içeriğinin de burjuva mülkiyet ilişkilerinin yansıması olarak bizzat onun düşüncesini ve ruhunu yansıtacağını söyler. Yine Marx toplumun hukuk üzerine inşa edildiği tezinin hukuki bir kurgu olduğunu, aksine hukukun verili bir zamanda ortaya çıkmış maddi üretim ilişkilerinde doğan toplumsal ilişkiler üzerine inşa edildiğini söyler.
Toplumsal ve siyasal alanda hukuk ve hukuk düzenine ilişkin çeşitli yazıları olmasına rağmen, Marx ve Engels tarafından, sonraki süreçte genel bir hukuk teorisinin geliştirilmemesi (bu bilinçli bir tercihtir) spekülatif bir zemin yaratır.
El yazmaları
Marx’ın erken dönem hukuk üzerine ürettiği ilk yazı 1844 “El yazmaları” Hegel’in Hukuk Felsefesinin İlkeleri bölümüdür. Burada genel bir hukuk öğretisinden ziyade, Hegel’in tin ,töz, devlet, devlet idealizmi, hükümranlık, despotizm, aile ve sivil toplumla ilgili kavramlaştırdığı konular üzerine Marx’ın aldığı notlar ağırlık oluşturur.
Genç Marx’ın Marksist dünya görüşünü formüle etmeden önceki döneminde demokrasi çözümlemesi de ilginçtir.
Demokrasi bütün siyasal ana yapıların çözülmüş bilmecesidir.[1] … Siyasal ana yapı gerçekten neyse o olarak, yani insanın özgür ürünü olarak ortaya çıkar. Bazı bakımlardan bunun anayasal krallığa da uyduğu söylenebilir, ama demokrasinin özgül farkı şudur ki, genel olarak siyasal ana yapı halkın varoluşunun bir uğrağından başka bir şey değildir, devleti oluşturan şey kendi-için siyasal ana yapı değildir. Hegel devletten hareket ediyor ve insanı devletin bir öznelleşmesi olarak düşünüyor. Demokrasi insandan hareket ediyor ve devleti insanın bir nesnelleşmesi olarak düşünüyor.
Tıpkı dinin insanı değil ama insanın dini yaratması gibi, siyasal ana yapı da halkı yaratmaz ama tersine halk siyasal ana yapıyı yaratır. Belli bir bakış açısından, Hıristiyanlığın bütün öteki dinlerle ilişkisi neyse, demokrasinin de bütün öteki siyasal biçimlerle ilişkisi odur. Hıristiyanlık en üstün dindir, dinin özünü, yani özel bir din olarak tanrılaştırılmış insanı dile getirir. Aynı biçimde demokrasi de bütün siyasal ana yapıların özünü, yani özel bir siyasal ana yapı olarak toplumsallaştırılmış insanı dile getiriyor.
Cins kendi türlerine göre neyse, demokrasi de öteki siyasal ana yapılara göre odur, ama şu farkla ki cinsin kendisi burada, gerçeklikleri özlerine uygun düşmeyen öteki türler karşısında özel bir tür olarak görünüyor.
Eski Ahit’e göre Yeni Ahit neyse, bütün öteki devlet biçimlerine göre demokrasi odur. İnsanın varoluş nedeni yasa değil, ama yasanın varoluş nedeni insandır; yasa demokraside insanın varoluşudur, oysa bütün öteki rejimlerde insan yasanın varoluşudur. Demokrasinin temel farkı işte budur.”
Yine Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde Marx, anayasayı, bir uzlaşmanın somutlaşması olarak görür. “Bu sadece çeşitli farklı grupların anayasa yapmak için bir araya getirme anlamında bir siyasi uzlaşma meselesi değil, her şeyden önce bir sınıf uzlaşmasıdır” der. Ve ardından 1688 İngiltere ve Fransa örneklerini verir.
Aynı dönemde genç Marx’ın hukuka bakış açısını ortaya koyan diğer bir belge ise Köln Mahkemesi’nde yaptığı savunmadır.
Vergi reddi davası olarak bilinen 8 Şubat 1849’da duruşması yapılan Ren Bölgesi Demokratlar Komitesi davasında, savcılık Marx, Karl Schapper ve Avukat Schneider’i 1848 yılında Ren eyaletindeki tüm demokratik kuruluşların vergi ödemeyi reddetmeye davet etmesi ve “herhangi bir yerde ve herhangi bir biçimde verginin zorla toplanmasına karşı” direnme çağrısı yapmaları[2] nedeniyle, Marx ve arkadaşlarını isyana kışkırtmakla suçluyordu.
Dava Köln’de açıldı. Marx bu davada yaptığı savunmada “Toplum yasa üzerine kurulmaz; bu bir hukuk kurgusudur. Aksine, yasa toplum üzerine kurulmalı, bireylerin heveslerinden farklı olarak, belirli bir zamanda hüküm süren maddi üretim tarzından kaynaklanan toplumun ortak çıkarlarını ve ihtiyaçlarını ifade etmelidir” derken, burada feodal düzen kalıntısı olan büyük toprak sahipleri ile yeni gelişen sanayi burjuvazisi arasındaki çatışmaya dikkat çekmiştir. Yine bu savunmasında , Napolyon tarafından hazırlanan Fransız Medeni Kanunu’nu (Kod Napolyon ) örnek verir. “Elimde tutmakta olduğum bu Kod Napolyon’u modern burjuva toplumu yaratmamıştır. Tersine 18. yüzyılda doğan ve 19. yüzyılda gelişen burjuva toplumu, hukuksal ifadesini bu kanunda bulmaktadır. Toplumsal koşullara uygunluğu ortadan kalktığı anda, bu kanun bir kağıt parçasına dönüşecektir” der.
1859’da yazdığı Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkıya Önsöz’de ise “Kafamda biriken kuşkuları gidermek için ilk giriştiğim çalışma, Hegelci Hukuk Felsefesini eleştirici bir gözle yeniden gözden geçirmek oldu… Araştırmalarım, beni, —devlet biçimlerinde olduğu gibi— hukuki ilişkilerin de, ne kendilerinden ne de ileri sürüldüğü gibi insan zihninin genel evriminden anlaşılacağı, tam tersine, bu ilişkilerin köklerinin, Hegel’in 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürleri gibi, ‘sivil toplum’ adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları ve sivil toplumun anatomisinin de, ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna götürdü” dedikten sonra, ünlü diyalektik bakış açısını kısaca formüle eder:
Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesiyle örtüşür. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç biçimleriyle örtüşen bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi yaşamın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.
Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde devindikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler.
Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler.
O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, çok ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile hukuksal, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik biçimleri ayırt etmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi yaşamın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir. İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar.
Yine aynı dönemde bir siyasal durum yazısı niteliği taşıyan Louis “Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”nde Fransa 1848 Anayasası’nın özgürlükler açısından getirdiği hileye dikkat çekerek, mutlak özgürlük saydığı her durumda kamu güvenliği (yani burjuvazinin güvenliği) gerekçesi ile özgürlüğü ortadan kaldıran bir istisna halini getiren Anayasa’nın polis tuzakları ile dolu olduğunu söyler.
Bunların dışında Engels’in yazı ve eleştirilerinde kimlik bulan Marksist çözümlemelere gelirsek, ilk olarak kapitalizmin tasfiyesi ve sosyalist iktidarla birlikte devletin alacağı biçimi anlatan ve 1878’de yayınlanan Anti-Dühring’den başlamak gerekir.
Anti-Dühring
Engels şöyle der:
Devletin gerçekten de tüm toplumun temsilcisi olarak sahneye çıkması anlamına gelen ilk eylem, yani üretim araçlarına toplum adına el koyulması, aynı zamanda, onun bir devlet olarak son bağımsız eylemidir. Bir devlet iktidarının toplumsal ilişkilere müdahalesi art arda tüm alanlarda gereksizleşir ve ardından kendiliğinden uykuya dalar. Kişilerin yönetilmesinin yerini, şeylerin idare edilmesi ve üretim süreçlerinin yönetilmesi alır. Devlet ‘ortadan kaldırılmaz’, yok olup gider. [3]
Bundan sonra Marksist literatürde tüm tartışma bu zemin üzerinden devam eder. Yani kapitalizmin tasfiyesinden sonra devlet nasıl bir biçim alacak, onun varlık sebebi olan hukuk kurulan ileri düzende nasıl bir biçim alacaktır ya da onunla birlikte yok olup gidecek midir?
Sosyalizmin son 100. yılını etkileyen en önemli soru/sorunlardan biri budur.
Sovyetler Birliği örneğinden sonra, devlet ortadan kalkmadığı için hukukun sönümlenmesi değil, sosyalist bir devlet ve sosyalist devletin hukuku tartışma başlıklarından biri haline gelirken, burjuva dünya görüşünün bahşettiği kavramlar olarak kabul edilen “hukukun üstünlüğü”, “hukukun egemenliği” ya da “hukuk devleti” gibi kavramların yeni sosyalist devlet modelinde yeri ne olacak gibi sorular peşi sıra gündeme gelmiştir.
Başka bir ifade ile sosyalist bir devletin bir hukuk üstüne oturup oturamayacağı meselesi, yani sosyalist yasallık diye çevirebileceğimiz bu konu, devrimin ilk günlerinden itibaren önemli tartışma başlıklarından biri olmuştur.
Anlaşılabileceği üzere, klasik Marksizm hukuku sosyolojik olarak ele alıyordu ve erken dönem Sovyet hukuku da bu çizgi üzerinden hareket etmiştir. Devrimin hemen ertesindeki hukuki anlayış, hukuku normlar değil, ilişkiler bütünü olarak ilan ediyordu. Burada 1937’de tasfiye edilen, klasik Marksizm’in tipik temsilcisi olan Evgeny Pasukanis’in hukuk teorisine ayrı bir başlık açmak gerekir. Bunun öncesinde Pasukanis’in 1936 Anayasası’nı hazırlayan ekip içerisinde olduğunu belirtmek gerekir.
Evgeny Pasukanis
Pasukanis hukuk biçimini tanımlarken, Marx’ın meta üretimi sürecindeki düşünce pratiğini izliyor ve şöyle diyordu:
Hukuk biçimi, meta biçimi gibi, sınıfsal bir yapıya, gelişmiş bir meta-para ekonomisine, çeşitli toplumsal birimlerin çıkarlarının karşıtlığına ve özel ile kamusalın ayrılmasına sahip bir burjuva toplumunda en yüksek gelişimine ulaşır. Bu anlamda, insanın insan üzerindeki gücü, ister bir tür “genel irade” şeklinde isterse başka bir şey şeklinde ifade edilsin, soyut ve tarafsız bir hukuk yoluyla kişiliksizleştirilmiş bir biçimde uygulanmaktadır. Meta üreten bir toplum için, bir kişinin başka bir belirli kişiye tabi kılınması kabul edilemez bir tiranlık olacaktır, çünkü bu, bir meta üreticisinin rekabet yasalarını ihlal ederek diğerine tabi kılınmasına benzeyecektir.[4]
Marx’ın izleyicisi olarak, sömürü ilişkilerini gizleyen biçimsel eşitlik fikrini eleştiriyor; biçimsel olanı gerçek olanla karşılaştırırken, burjuva hukukunun özünün en açık şekilde yargısal süreçlerde somutlaşacağını söylüyordu.
Ceza yargılamasından örnek verirken “Hapis biçimindeki cezanın temel cezalardan biri haline geldiği yer burjuva toplumudur, çünkü… suçun önceden belirlenmiş soyut bir özgürlük parçasıyla ödenmesi fikrinin ortaya çıkması için, toplumsal zenginliğin tüm somut biçimlerinin en basit ve en soyut biçime – zamana göre ölçülen insan emeğine – indirgenmesi gerekiyordu” diyordu. Buna dayanarak, “Ürünün biçimi ve ondan doğan hukuk biçimi toplumda iz bırakmaya devam ettiği sürece, yargısal uygulama gücünü ve özünde saçma olan gerçek anlamını, yani hukuk dışı bir bakış açısıyla her suçun ağırlığının bir terazide tartılıp aylarca veya yıllarca hapis cezasıyla ifade edilebileceği fikrini koruyacaktır sonucuna varılmaktadır” diye devam ediyordu.
Kısacası “hapis cezası fikri, insan emeğinden çıkmıştır” diyordu.
Pyotr İvanoviç Stuçka
Aslında “meta mübadelesi hukuku” adı verilen bu akımın ilk ve en önemli sözcülerinden biri de Pyotr İvanoviç Stuçka’dır. Bu okulun temel tezine göre Marx’ın toplumsal ilişkilerin kökenini araştırmak için kullandığı mübadele ilişkilerini, hukuka yansıtmak gerekir. Hukuk sosyalist toplumda sosyalist hukuka dönüşmez. Devlet gibi o da sönümlenecektir.
Kirilenko ve Pasukanis tarafından da geliştirilen bu tez önce, bu tezi savunanlarca 1936’dan sonra reddedildi. Ama öncesinde oldukça rağbet görüyordu. Stuçka döneminden başlamak üzere, bu tez üzerinde ciddi tartışmalar olduğunu ifade etmek gerekir.
Zaharovich Steinberg’in 18 Mart 1918’de Adalet Halk Komiserliği (Adalet Bakanlığı) görevini bırakmasından sonra göreve gelen Stuçka’nın önderliğinde Sovyet adli sisteminin temelleri atılmıştır. Stuçka Lenin’in de büyük desteğini alan “1 no’lu mahkemeler hakkında kararnamenin” hazırlayanlarının başında geliyordu.
Kararname iki bölümden oluşuyordu:
1) Eski mahkemenin dağıtılması.
2) Bütün eski yasaların yürürlükten kaldırılması.
Kararname eski mahkemeleri dağıtırken, Halk Mahkemeleri (yerel ve bölgesel) ve Devrim Mahkemeleri olarak iki tür mahkeme kurulmasını öngörüyordu: Halk Mahkemeleri genel hukuk mahkemeleri olarak kuruldu. Devrim Mahkemeleri ise en önemli davalar, özellikle karşı-devrimci suçlar için oluşturuldu.
Kararname ile adli soruşturmacı, savcılık denetimi, jüri ve özel avukatlık kurumları kaldırıldı. Sulh Yargıçlığı kurumu “askıya alındı”. Eski sulh yargıçları kendileri yerel Sovyetler tarafından seçildiği takdirde “yerel” yargıç olma hakkını elde ettiler. Mahkemeler kararnamesine Stuçka’nın hazırladığı “Devrim Mahkemelerinin Örgütlenmesine Dair Kılavuz” da eklendi. “Devrim Mahkemeleri, kararlarında, devrim düzenini ihlal edenlerle mücadele araç ve tedbirlerini seçmekte serbesttirler” şeklinde önemli bir hüküm içeriyordu.
Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’nin (RSFSC) 12 Aralık 1919 tarihli Ceza Hukuku Rehber İlkeleri’ndeki hukuk tanımında bile görülebilir: “Hukuk, egemen sınıfın çıkarlarına uygun düşen ve onun örgütlü tarafından korunan bir toplumsal ilişkiler sistemidir (düzenidir)”. Bu kanunun 22 maddelik Sovyet rejiminin ideolojik ve politik olarak ceza yargılaması sistemine nasıl baktığını gösteren bir metin olduğunu görüyoruz. Metnin nitelik itibariyle, sadece ceza hükümlerini değil, muhakeme usulünü de içermesi nedeniyle, bu metni bir Ceza ve Ceza Muhakemesi Kanunu olarak tanımlamak da mümkündür. Ancak sonrasında 1922 yılında Ceza Kanunu’ndan bağımsız olarak, 483 maddelik ayrı bir Ceza Muhakemesi Kanunu’nun da yürürlüğe sokulduğunu göz ardı etmemek gerekir.
Aynı şekilde 1 Haziran 1922 tarihinde 222 maddelik RSFSC Ceza Kanunu’nun yürürlüğe sokulduğunu da ifade etmek gerekir.
Bu kanunun 6. maddesi “…..hukukun üstünlüğünü tehdit eden, toplumsal açıdan tehlikeli her türlü eylem veya eylemsizlik suç olarak kabul edilmektedir” demek suretiyle hukukun üstünlüğü kavramını yeni sosyalist devlet modelinin içerisine sokmuştur.
1919 tarihli “Ceza Hukuku Rehberi İlkeleri” ismindeki kararnamenin iç savaş koşullarında ortaya çıktığını belirtmek gerekir. Stuçka tarafından yayımlanan bu kararnamede, hangi eylemlerin suç teşkil edeceği belirsiz bırakılarak, 5. maddede “suç”, ceza hukuku tarafından korunan toplumsal ilişkiler düzeninin ihlali olarak tanımlanırken; 7. maddede “ceza”, yetkililerin, ikincisini ihlal edenlerden (suçlular) belirli bir sosyal ilişki düzenini sağladığı zorlayıcı etki önlemleridir diye tanımlanıyordu.
En ilginç düzenlemelerden biri 10. madde de ifade edilmiştir. Bu madde ile işkence yasağı getirilip “sınıflı bir toplumda bir ceza seçerken, suçun, suçlunun yaşadığı sosyal ilişkiler şeklinden kaynaklandığı akılda tutulmalıdır. Bu nedenle ceza, “suçluluk” için bir ceza değildir, suç için bir kefaret değildir. Bir savunma tedbiri olarak, ceza amaca uygun olmalı ve aynı zamanda işkence belirtilerinden tamamen yoksun olmalı ve suçluya yararsız ve gereksiz acı çekmemelidir” denirken, suçun toplumsal ve sınıfsal bir olgu olduğu konusundaki Marksist ilke tekrar ediliyordu.
Bu kararnamede suç ve cezalar tarif edilmemekle birlikte, alenen kınama, fiziksel yoksunluk oluşturmayan bir eylemde bulunmaya zorlama (örneğin, bilinen bir eğitim kursuna gitmeye), boykot kapsamında yapılan duyuru, dernekten geçici veya sürekli olarak çıkarma, verilen zararın tazmini, görevden alınma, şu veya bu görevde bulunma veya şu veya bu işi yapma yasağı, malın tamamının veya bir kısmının müsadere edilmesi, siyasi haklardan yoksun bırakma, devrim veya halk düşmanı ilan etmek, özgürlükten yoksun bırakma yerlerine yerleştirilmeden zorla çalıştırma, belirli bir süre için veya bilinen bir olayın meydana gelmesine kadar süresiz olarak hürriyetten yoksun bırakma, yasadışı ilan etme gibi cezalar ise örnek olarak veriliyordu. Suçun ağırlığına göre bu cezaların birkaçının birlikte uygulanmasının mümkün olduğu da yer alıyordu.
“Ölüm cezası” ise örnek ceza kategorisinde yer almamakla birlikte “Halk mahkemeleri ölüm cezasını uygulamaz” şeklinde bir “not” başlığı altında yer alıyordu.
Her ne kadar bu kararnamede suç türleri tarif edilmemiş ise de iç savaş süreci içerisinde “rüşvet, kaçakçılık, asılsız ihbar, yağma, hırsızlık, kamu malını yağma” gibi suçlarla ile ilgili farklı kararnameleri de görüyoruz. 1922’de kabul edilen kanunla birlikte ise modern ceza hukukunun gerektirdiği şekilde suç ve cezaların düzenlendiği bir sisteme geçilmiştir.
Marx, “kural ve düzen toplumun salt keyfilikten ve rastlantıdan kurtulup kendisini kalıcı kılmasının bir biçimidir” der. Hukuk bu anlamıyla toplumsal ilişkilerin ve üretim sürecinin dışında bir olgu değildir. Onunla birlikte var olan ve onunla birlikte değişecek olan bir şeydir. Hatta onu takip eden bir şeydir. Daha basitleştirmek gerekirse, hukuk kurallarıyla toplumun değişmesi gibi bir durum olmaz. Toplumun değişmesi ile kuralların ona ayak uydurması söz konusu olur. Belirleyici olan her zaman için siyasal alandır.
1917 Ekim Devrimi ile ortaya çıkan sosyalist bir iktidarın, büyük bir iç savaş koşullarında, yeni bir devlet örgütlenmesi içerisinde kendi kurum ve kuralları ortaya çıktığını biliyoruz.
Bu yeni bir devlet biçimidir. Ama diyalektik olarak toplumların gelişme sürecinin tüm tarihsel birikimini bünyesine katarak tarih sahnesine çıkmıştır.
1917 Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren irade, eski Rus imparatorluğu sınırları içerisinde, yeni bir devlet kurmak amacıyla yola çıkmamıştı. Ama bekledikleri Avrupa devrimi gerçekleşmeyince, eski Rus toprakları üzerinde yeni bir devlet, sosyalist toplum ve onun hukuku bir gerçeklik olarak ortaya çıktı.
Max Weber “Modern devlet, belli bir alan içinde fiziksel şiddetin meşru kullanımını tekelinde bulunduran insan topluluğunu ifade eder. Yani bütün siyasal birlikler gibi, sosyolojik olarak ancak kendine özgü somut araçları açısından tanımlanabilir: O da fiziksel güç ve şiddet kullanımıdır” der.
Sergei Kirov
1 Aralık 1934 tarihinde Leningrad Parti Şefi Sergei Kirov, Leningrad parti binasında birlikte olduğu kadının kocası tarafından öldürülür. Olay aslında basit bir kıskançlık cinayetidir. Nikolaev karısını takip etmiş, sonra aşığını karısıyla birlikte iken vurup öldürmüştür.
Cinayetten birkaç saat sonra Ceza Muhakemesi Kanunu’nda yapılacak değişiklikle, terör suçlarında soruşturmanın en geç 10 gün içinde tamamlanması, iddianamenin ancak duruşmadan bir gün önceden sanığa tebliğ edilebileceği, davanın tarafların katılımı olmadan görülebileceği ve verilen kararlara karşı temyiz yolunun kapalı olduğu, af dilekçesi verilmesine dahi izin verilemeyeceği, ölüm cezası verildiğinde cezanın derhal infaz edileceği hüküm altına alınmıştır.
Bu toplam 5 maddelik küçücük değişikliğin sonucu olarak, sadece İstihbarat Polisi (NKVD) sorgu tutanağı ile “Troyka” denilen üçlü kurulların sadece dosya üzerinden verdiği onayla yaklaşık 650 bin kişi infaz edilmiştir.
Hukukun Sovyet tarihi sahnesinden çekilip kitlesel tasfiyelerin başladığı dönemde 1936 Anayasası’nın yürürlüğe sokulduğunu da bir ironi olarak kaydetmek gerekir .
1936 Anayasa taslağı raporunda Stalin “Yasaların istikrarına her zamankinden fazla ihtiyacımız var “ diyordu.
Troçki, “Bürokratik bir aparat olarak devlet, proletarya diktatörlüğünün ilk gününden itibaren sönümlenmeye başlar. Parti programının sesi böyle söyler. Fakat bugünkü Sovyet devletinin doğasını yorumlanırken bir şey bariz görünür… Varlığın ikinci on yılında ölmemekle kalmamış, sönümlenmeye dahi başlamamıştır. Daha kötüsü, şimdiye kadar duyulmamış bir şiddet aparatına dönüşmüştür” diyordu.. Meksika’da öldürülmeden bir yıl önce.
Yasa mitolojideki kendi kuyruğunu yiyen ejderha Ouroboros gibi ortadan kalkmış, ama istikrarını tüm Sovyet ülkesine hakim kılmıştır.
[1] Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Karl Marx, Sol Yayınları
[2] Hukuk ve Marksizm Rehberi
[3] Anti-Dühring, Engels, 3.bölüm
[4] Genel Hukuk Kuramı ve Marksizm- Evgeny Pasukanis
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.