19 Mart sürecinin solun tümünde bir ölçüde bir toparlanma yarattığı görülüyor. Bu nispi silkinme belki genel toplumsal siyasete de etki edebilmenin kapılarını açar. Gençlikte gayet net biçimde görülen devrimci hareketlere, onların tarihine, eylemlerine, önderlerine karşı ilgi de başka bir artı. Altüst oluşlara gebe ülke tarihi de bazı avantajlar sağlayabilir
“Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji” dosyasındaki diğer yazılara ulaşmak için tıklayınız.
Kürt sorununda çözüm meselesinin âniden ve içerik, özneler açısından da sürprizli bir biçimde gündeme gelişi siyaset alanında taşları yerinden oynattı. Bahçeli’nin beklenmedik çıkışıyla ve Öcalan’ı direkt muhatap alarak başlatılan süreç, her politik öznenin olgu karşısında kendine yer tayin etmesine yahut mevcut duruşunu berkitmesine sebep oldu hâliyle.
Yerel seçim öncesi dönemde yeni bir barış sürecinin söz konusu olabileceğini belirten veya öngören birkaç isim varsa da o günlerin konjonktürünün böyle bir ihtimali neredeyse tamamen dışladığı aşikârdır. O vakitler daha olası görünen şey Rojava’ya veya Güney Kürdistan’a askerî operasyonun derinleştirilmesiydi. Lâkin HAMAS’ın El Aksa Tufanı Operasyonu’nun bölgedeki etkileri bu iki zıt tahmine de mantıkî bir zemin sunuyordu. Ancak yerel seçim döneminde HAMAS’ın huruç harekâtının yarattığı kökten, dramatik sonuçlar da henüz tam olarak su yüzüne çıkmış değildi.
Tüm bunlar bir yana, o günlerin atmosferini ve iç dengelerini, dinamiklerini göz önünde tutalım sadece. O gözlükle baktığımızda Türk devletinin askerî başarı ve moral üstünlük sağladığı ya da en azından öyle gösterildiği bir anda, içeride PKK eylemleri hemen hemen sönümlenmişken ve Kürt meselesi üzerine konuşmak tamamen yasaklanmışken “barış”tan bahsetmesinin doktrin dışı bir açılım olduğu açık. Üstelik Bahçeli’nin açılımı (22 Ekim 2024) Esad’ın devrilmesinden de (8 Aralık 2024), İran-İsrail On İki Gün Savaşı’ndan da (13-24 Haziran 2025) öncedir. Burada önden alınmış bir istihbarat bilgisinden de öte, Türkiye’nin HTŞ üzerindeki direkt yönlendirici etkisi malum olduğuna göre[1] son Baas devletinin yıkılacağına yönelik inancın belirleyici olduğu düşünülebilir.
Eşyanın tabiatı gereği bir barış ancak tavizler neticesinde gündeme gelebilir. Taviz karşılıklı, tek taraflı ya da bir tarafın daha çok verdiği bir mefhum olabilir. Şimdilik görünen, PKK’nin daha çok geri adım attığı bir sürecin yürüdüğüdür. Bu güç dengeleri açısından ve taleplerin geldiği nokta düşünüldüğünde doğal karşılanabilir. Lâkin Kürt sorununda çözüm başlığının altının oldukça boş tutulduğunu da söylemek zorundayız. Ulusal, kültürel, politik kolektif hakların ve özgürlüklerin esamisinin okunduğu pek görülmüyor. Hatta çözümün ne üzerine inşa edileceği de. Evet, bir taraf silah bırakacak ama ne karşılığında? Bu silahlar siyasal bir talep uğruna ateşlendiğine göre namluların susması da “eyleme karışmamış” gerillaların ülke içindeki toplumsal hayata yeniden “kazandırılmasından” ileri giden siyasal birtakım kazanımlar karşılığında olacaktır. Ancak şimdilik sürecin tek olumlu yanının 2015-16’da yaşanan cehennemî atmosferden sonra yeniden yasaklar ve baskılardan başka hiçbir şeyle anılmayan, sessizlik sarmalına terk edilen Kürt sorunu hakkında konuşmanın daha serbest bir hâle gelişi gibi görünüyor. Ve DEM Parti’nin tekrar “normal” bir siyasal özne oluşu. Bir ulusal kurtuluş hareketinin azamî taleplerden vazgeçip yahut bunları dondurarak asgarî taleplere dönmesinin olağan görülmesi gerektiğini düşünüyorum. Sosyalizm için silah kullanan bir hareketin politik mahiyetiyle etnik tandanslı olanınki farklı olacaktır. Hele ki yok sayılan bir halkın muhatap alınmaya başlanması mevzubahisse. Fakat yine de sürecin şu an göründüğü kadarıyla asgarî kazanımları dahi pek sağlayamadığı anlaşılıyor. Muhtemelen açıklandığından çok önce temel bazı özneler üzerinden başlayan görüşmelerin vaatlerinin neler olduğunu tam bilemesek de görünen hayli sınırlı bir kazanım ve pamuk ipliğinde bir uzlaşmadır. İYİP hariç Meclis’teki tüm partilerin katıldığı çözüm süreci komisyonunun meseleye dahli belki talep, öneri ve atılacak adımları daha da netleştirecek ve şekilsiz görünen söylemsel varlığı bir nebze de olsa ciddiyete kavuşturabilecektir.[2]
Tüm bunların bir anda ve yüksek perdeden oluşuysa hem tarafların bu süreçte yaşadığı yıpranmanın boyutunu hem de Türkiye’de siyasette iktidar cenahının hâlâ ne kadar muktedir olduğunu özetlemekte. Süreç çağrısının faşist partinin şefine yaptırılmasını ve devamla meselenin esas olarak faşist parti tarafından üstleniliyor gösterilmesini de Erdoğan siyasasının kudreti üzerinden okumak gerek. Bu vaziyetin -Kürt sorununun çözümüne geniş bir muhalefetin bulunduğu ülkemizde- toplumu çözüme ikna için ona adeta onu şoke ederek ve “savunmasız”/“tezsiz” bırakarak gitme taktiği olarak okuyoruz.
Bunun bir parçası olmak, MHP’ye iktidar ortağı olma nimetinden faydalanmayı sürdürme şansı sunsa da, sürecin partinin rakip kardeşleri ZP, Anahtar Parti ve çökmenin eşiğine gelen İYİP’e taze kan pompalayacağı da aşikâr. Yeni çözüm sürecini “bitmek üzere olan terör örgütünün ömrünü uzatmak” biçiminde yorumlayan BBP’nin durumuysa AKP yancılığına indirgenmiş karakteriyle karmaşıktır.[3]
Aşikâr ki iktidar, toplumsal rıza ve desteği önemli ölçüde kaybetmiştir. Fakat buna karşın siyasal manevra kabiliyetini ve siyasete egemen olma kudretini hâlâ sürdürüyor.[4] Yani çökkün bir hükûmetten söz etmediğimizi bilmeliyiz. CHP’nin 19 Mart sonrası pratiğinin zorladığı sınırlar ve onu da aşan yaygın eylemlilikler Erdoğan rejiminin baskı duvarını esnetmiş ve aşındırmışsa da nihai bir sondan bahsedebilmek için henüz çok erken. İşbu konjonktürde gerek Gezi’de olduğu gibi (ve Gezi’den daha çok) son isyan sürecinde de Kürt ayağının eksik kalışı; gerekse de Cumhur İttifakı’nın bir biçimde DEM Parti’yi de kapsayabilir oluşu muhalif siyaset adına yeni sorunları da masaya, sahaya getiriyor. Politik atmosfer anlamında sıcak geçme ihtimali olan güz aylarında muhalefette milliyetçi sapmanın daha da belirginleşmesi riski söz konusudur.
Öte yandan bir çökertme operasyonu olarak CHP’li belediyelere operasyonların ve genel kayyım siyasetinin devam ettiği bir düzlemde iktidarın vadettiğinin ne menem bir demokrasi olduğu da bir soru değil bir cevap olarak salınıyor. Bu vaziyet ve çözüm sürecinin içeriksizliği Kürt siyasetini de bir bunalıma, zaafa doğru sürüklüyor. Bu zaaf ve bunalımın bir tarafında da Öcalan’ın “güçlü Türkiye” mesajları duruyor. Zaten giderek milliyetçileşmekte/ pragmatikleşmekte olan PKK ve DEM Parti tabanı nezdinde Öcalan’a duyulan sevgi olmasa bu yönelimin ağır sonuçları olabilirdi. Tabanın önemli bir bölümünün hem PKK’nin hem de DEM Parti’nin birçok siyasal eğilimini tatmin edici bulmadığı, bir rahatsızlık olduğu zaten aşikâr. PKK’nin bayraktan orak çekici çıkardığı günden beri süren ideolojik deri değişiminin bugün geldiği noktada tabanın bir bölümünde İsrail muhipliğine dahi yol açtığı gözlemleniyor.[5]
Öncelikle savaşan ve bedel ödeyen bir örgüt üzerine yazarken, örgütsüz, savaşın fiilen tarafı olmayan ve altı işgünü arasına sıkıştırmaya çalıştığı yazılarla değerlendirme yapma uğraşında olan biri olarak eleştiri konusunda sınırlarını bilme hassasiyeti taşıdığımı belirtmeliyim. Bu sadece Kürt hareketi için değil, tüm devrimci örgütler, hatta yasal sol partiler için de geçerli. Hatta konumum dolayısıyla hariçten gazel okumuş olma riskini de göze alarak yazıyorum. Bu durumun zaafları ve yer yer yaratabileceği gerilimler de okurun zannımızca malumudur. İsteğimiz okurun yazılarımızı haddini ve konumunu bilen bir okuma yazma heveslisinin fikir beyanları, katkı çabası olarak değerlendirmesidir.
Bu peşrevden sonra sık sık Devrimci Sol’un eski dergisinin ismini hatırlatan yeni çözüm sürecine dair solun tutumuna kısaca bir bakalım.
Hâliyle yeni süreç Kürt hareketine yakın, mesafeli, uzak olan tüm solu etkiledi. Burada asıl ilgi çekici olan Kürt hareketiyle ittifak hâlinde olan solun tavrı ve süreçten nasıl çıkacağıdır. Örneğin ESP’nin Kürt hareketine ve Öcalan’a sert eleştiriler yönelttiğini görüyoruz ama bunun sahadaki sonuçlarının ne olacağını henüz bilemiyoruz. Benzer eleştiriler DEM Parti ve PKK ile siperdaş olan diğer devrimci örgütlerde de görülüyor. Rojava sahasında emperyalizmle şu veya bu biçimde ilişkileniş zaten bir iç ideolojik kriz ve kırılma sebebiyken, yeni çözüm sürecinde Öcalan tarafından dillendirilen ve Marksist Leninistlerin hoş görmesi mümkün olmayan açılımların da başka fay hatlarına sebep olacağı açık. Sürecin şekline ve mahiyetine dairse zaten bir teyakkuz hâli var. Filistin’deki güncel duruma içkin tutum alış farklılıkları da bir eleştiri çerçevesini ve gerginlik zeminini önceden oluşturmuştu. Öcalan’ın (TİP’i de kapsayan) yeni bir parti açılımı yapacağına yönelik söylentiler doğru çıkarsa durumlar daha da karmaşıklaşacak.
Eleştiri ve tutumda Marksist zeminde durmaya çalışanların sesinin pek duyulduğu söylenemez. Bu, bu örgütlerin yalnızca taban, çeper ve etki kaybına uğramasından değil onların metinlerinin donmuş birer kanon olarak görülmesinden de kaynaklanıyor. Hatta bazen daha ileri gidip “sırf söylemiş olmak için söylenen” şeyler olarak ilgi görmüyor bu yazılanlar. Eleştirileri yazan örgütlerden bazıları Rojava’da sıcak savaşın içinde oldukları hâlde geniş bir kitlece “hariçten gazelciler” biçiminde kodlanmakta. Zira insanlar sağlarına sollarına bakınca devrimci örgütleri pek göremiyorlar. Kürt halkı ve onu temsil eden örgüt de kendilerine bir alternatif sunmaya mahir bir oluşum göremiyor. Durum böyleyken en donanımlı kritik dahi bâki kalan gökkubbede bir hoş sedâdır.
Solda meselenin iki zıt tarafındaysa süreçle birlikte ulusalcılığın veya liberalleşmenin/Kürt hareketine iltihakın vitesini yükseltenler var bir de. Bu çizgilerden medet umup genişlemeyi ya da en azından ayakta kalmayı düşünenler. Ulusalcı bagajı, imajı ve voltajı yükseltenler sansasyonel bir gündem olmayı başarmışlarsa da buradan başarı devşirme muradı ham hayal gibi duruyor. O başarıya erişilecekse bile sağcılaşmada hızla mesafe kat edilen -tabanın, kadroların da uyumlandığı- bu aşamanın sola muazzam bir faydası olmayacağı bir kehanet değil. CHP’nin “bi’ tık” soluna yerleşmede birbirleriyle rekabet eden iki parti söz konusudur yalnızca.
Lâkin eninde sonunda baktığımızda, tüm solun sorunu güç olamama ve -hangi sözü söylerse söylesin, nerede durursa dursun- bunun yarattığı bunalım ve krizlerle boğuşma gerçeğine gelip dayanıyor. Bu duvara çarpıp çarpıp duruyor sol. Her toslamada biraz daha güç yitiriyor. Belki de -genleri dolayısıyla- reel sosyalizmin çöküşünden en az etkilenmiş sol olan Türkiye sosyalist hareketinin devrimci damarı (1980-’87 dönemi hariç) en çok görünmezleştiği dönemeci tecrübe ediyor.
Oysa toplumun kılcal damarlarında önce işçilerin sonra gençliğin gösterdiği açık yollar var. Türkiye hiç olmadığı kadar bir bölüşüm şokuyla karşı karşıya. Adaletsizliğin varlığını teslim etmeyen neredeyse hiç kimse yok. Büyük bir fiyat, ücret, kira, konut sorunu uzun süredir devam ediyor. Toplumun bir bölümünü sadece geleneksel hassasiyetlerle, rant müşterekinden verilen kimi küçük paylarla ve alt-emperyalizm destanları satarak yanında tutabilen, dayandığı zemin giderek çürüyen bir iktidar var. Kendi teşkilatlarından, orada dönen işlerden yaka silken AKP’liler sır değil. Siyasi baskı, özgürlük sorunu, gericileştirme, gayrimeşruculuk, eğitimde kalitesizlik, işsizlik, uzun iş saatleri, sağlıkta iflas, kalitesiz ve pahalı gıda, pahalı ulaşım, insan yerine konmama, proleterleşme trendi, iş cinayetleri, kadının ikinci sınıflaştırılması, yozlaşma, cahilleştirme saldırısı, doğa talanı, güvencesizlik, güvenliksizlik, ihmalin bilinçli bir politikaya dönüştürülmesi, tekelci rant, türedi zenginler, milliyetçilik tuzağı hepsi gözle görülür sorunlar.
Sınıfa giderek bu sorunlarla mücadele etmek yükselme ve genişleme için sağlıklı bir alan açıyor. Ama önce solun kendi varlığında vücut bulan sorunları aşması gerekli. 19 Mart hareketinde örgütlü sosyalist solun çoğu (sol) Kemalist olan gençlerin zaman zaman gerisine düşmüş olması problemin o kadar da basit olmadığını ifşa etti. Aynı devinim, neredeyse on yıl süren boşluk döneminde hem solun hem de kitlelerin eylem becerisi, tecrübesi, atikliği ve radikalizminde de ne kadar geriye düştüğünü gösterdi. Resmen sıfırdan başlandı. Tıpkı başka siyasi meselelerde sıfırdan başlanan bir manzaranın sübut edişi gibi. Eh, bu kadar devrimci ve onlara selam verenler bu on yılda boşuna hapislere atılmadı tabiî. Görece etkin olunan son yılın 2016 olduğunu düşünürsek 2025’e dek dokuz sene geçmiş oluyor. 12 Eylül 1980’den 1989’a kadar geçen süreci ve o zaman dilimi içinde ne çok şeyin değiştiğini bir düşünün. 1984 Kürt hareketi için, 1987 sosyalist hareket için bir milattır. Her hâlükârda 2016’dan bu yana çok uzun bir sürenin oldukça sessiz, hemen hemen hareketsiz geçtiği ortada. Çok ciddi bir geri çekilme yaşandı. Bu geri çekilmede üstelik bir deneyim ve tutum aktarımı da yapılamadı nesiller arasında. Hâliyle her şeye sanki 1968’deymişiz gibi en başından (taa Kemalizm değerlendirmesinden) başlanması normal. Bu dönemin bir kendine özgülüğü de yasal(cı) sol oluşumların öne çıkmış oluşu. Bunu da bir gerileme olarak kodluyoruz.
Yine de 19 Mart sürecinin solun tümünde bir ölçüde bir toparlanma yarattığı görülüyor. Bu nispi silkinme belki genel toplumsal siyasete de etki edebilmenin kapılarını açar. Gençlikte gayet net biçimde görülen devrimci hareketlere, onların tarihine, eylemlerine, önderlerine karşı ilgi de başka bir artı. Altüst oluşlara gebe ülke tarihi de bazı avantajlar sağlayabilir.
Kürt sorununda sözüne kulak verilen olmak dâhil.
Not: Kuyu tipi hapishanelerde derinleştirilmiş tecride karşı açlık grevleri ve ölüm oruçları sürüyor. Serkan Onur Yılmaz, kritik günleri çoktandır aştı. F Tipi tecridin geldiği noktada görüldüğü gibi Türkiye gibi ülkelerde hapishaneler sorununun sadece devrimcilerin problemi olmadığı açıktır. Elde olan her imkânla tutsaklara ses olunmalı.
[1] HTŞ’nin “fetih planı” Ekim’de hazırlanmış ancak Türkiye’nin itirazıyla ertelenmiştir. Öncesindeyse Erdoğan’ın Esad’la barış çabası biliniyor. Erteleme meselesi için bakınız: “Rebel Groups Overrun Aleppo, Reigniting Syrian Civil War and Challenging Assad”, The Soufan Center, 2.12.2024 https://thesoufancenter.org/intelbrief-2024-december-2/ (18.08.2025 tarihinde erişildi)
[2] Komisyonda Barış Annelerinin Kürtçe konuşmasına yasak getirilmesi, sürecin samimiyeti ve içeriği üzerine düşündürücü gelişmelerden biri oldu. Komisyonda alınan gizlilik kararına katılımsa TİP ve EMEP’in eleştirilmesine sebebiyet verdi.
[3] BBP için genel seçim tam bir fiyasko olsa da partinin yerel seçimlerde kendi sınırları içinde değerlendirildiğinde önemli bir başarı elde ettiği söylenebilir. İdeolojik partilerin her zaman bir potansiyeli olduğunu gösteren güzel bir örnek. Durmadan gerilese de Saadet de aynı potansiyeli haizdir.
[4] Önemsenmiyor lâkin AKP’nin ciddi rakibi Yeniden Refah’ı nasıl etkisizleştirmeye çalıştığı, Yeniden Refah’lı belediyeleri kendine katma stratejisi de dikkatle takip edilsin. Bu hamleler dahi iktidarın şu görece zafiyete uğramış vaziyetinde bile hâlâ ne kadar kabiliyetli ve güçlü olduğunu gösteriyor. Tamamen kurumsallaşmış bir tek parti rejimiyle karşı karşıya olduğumuz bir saniye dahi unutulmasın. Hüda-Par’ı yanında tutma da bu siyasal yeteneğin bir parçasıdır.
[5] PKK’nin ve DEM Parti’nin resmî tavrı da yayın organlarından, bildirilerden takip edilebileceği gibi Filistin konusunda gitgelli ve karmaşık oldu. Yekpare bir tavır alış da söz konusu olamadı. Filistin davasına tereddütsüz destek veren bir iki yazı hariç HAMAS’la İsrail’i eşitlemeye kadar ileri gidildi. Kürt halkındaysa dünya ve demokrat kamuoyunda Filistin bu kadar gündemdeyken Kürdistan’ın neden bu denli meşru bir gündem olmadığı meselesi duygusal ve milliyetçi tepkilere yol açmaktadır. Hareketin Filistin kamplarında büyüdüğü unutulmuş Avrupa’daki kimi Kürt eylemlerinde İsrail bayrağının sallanmasının birçok DEM Parti seçmeni tarafından onaylandığı görülmüştür. Bu örgütsel değil ama ideolojik “Barzanicileşme”nin Kürt siyasi hareketi için bir tehdit olduğunun altı çizilmeli. Ortada bir endoktrinasyon zaafı vardır. Kürt halkını laikleştirme ve feministleştirmeyle övünen hareketin onun elli yıllık sosyalist yönelimini de törpülediği neticesi ortaya çıkıyor. Bunun kuşkusuz hareketin emperyalizmle girdiği ilişkilerin bir sonucu olduğunu söylemek lâzım. “Lenîn li pêşiya me”den Marksizm’i aşmaya…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.