15 Ağustos 1933’te Bağdat ve Musul çevresinde gerçekleşen Simele Katliamı, Irak devletinin yeni kurumsal kimliğini biçimlendiren, etno-dinsel sınırları belirleyen ve bu sınırları şiddet yoluyla tesis eden bir dönüm noktasıydı. Bu yönüyle Simele, siyaset teorisinde “kurucu şiddet” (constituent violence) olarak adlandırılan bir örneği temsil eder: Devletin kuruluş sürecinde, toplumsal bütünlüğü sağlamak ve ulusal kimliği tanımlamak amacıyla uygulanan ve meşru sayılan şiddet biçimleri. Bu tür olaylar, yalnızca mevcut düşmanları yok etmeyi değil, aynı zamanda kimlerin “vatandaş”, kimlerin “öteki” olduğunu belirlemeye yarayan ideolojik ve hukuki sınırları da çizme işlevi görür
1933 Simele Katliamı, yalnızca Irak devletinin azınlıklarla olan ilk şiddetli teması değil, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan etnik homojenleştirici zihniyetin Ortadoğu’daki yeni ulus-devletlerde nasıl sürdüğünü gösteren yapısal bir örnektir. Bu çalışma, katliamın tarihsel kökenlerini, faillerini ve Türkiye Cumhuriyeti’nin dolaylı etkilerini analiz ederken; homojenleştirici milliyetçiliğin sürekliliği tezini incelemektedir.
1933 yazında Irak’ın kuzeyindeki Dohuk vilayetine bağlı Summayl (Simele) köyünde yaşanan trajedi, yalnızca modern Irak tarihinin değil, aynı zamanda ulus-devletleşmenin Ortadoğu coğrafyasındaki şiddetli doğum sancılarının da bir yansımasıdır. 11 Ağustos sabahı, yeni kurulan Irak ordusunun motorize makineli tüfek birliği köye girerek, aralarında çocukların da bulunduğu yaklaşık 305 Süryani erkeği soğukkanlılıkla katletti. Katliam sadece bununla sınırlı kalmadı; kadınlara yönelik sistematik tecavüzler izledi, çocuklar öldürüldü ve toplamda 64 Süryani köyü yağmalanarak yok edildi [1],[2].
Bu şiddet eylemi, lokal bir isyan ya da askeri zorunluluk gerekçesiyle değil; bir etnik veya dini topluluğun belirli bir coğrafi bölgeden sistematik, zorlayıcı ve şiddet içeren yöntemlerle uzaklaştırılmasını amaçlayan, önceden planlanmış bir “etnik temizlik” operasyonu olarak gerçekleştirilmiştir. Uluslararası literatürde “etnik temizlik”, demografik homojenlik yaratmak amacıyla uygulanan bu tür kitlesel tahliye, tehcir ve yok etme politikalarını tanımlamak için kullanılmaktadır[36]. İngiliz idaresinden kalan istihbarat subayı R.S. Stafford, bu saldırıların spontane değil, doğrudan Irak ordusu tarafından “önceden karar verilmiş bir imha eylemi” olduğunu açık biçimde raporlamıştır[1]. Aynı zamanda, katliam sonrası Irak ordusu zafer geçitleriyle onurlandırılmış, Musul ve Bağdat’ta düzenlenen askeri törenlerde, kesik başları sembolize eden kanlı kavunlarla süslenen zafer takları kurulmuştur[2].
Tarihin ironisi, bu yeni devletin kurucu şiddetini uygulayan isimlerin birçoğunun, Osmanlı askeri geleneğinden gelen subaylar olmasıdır. Katliamı yöneten Kürt Albay Bakr Sidqi, Osmanlı Harp Akademisi mezunu bir subaydı ve daha sonra Irak’ın ilk askeri darbesini gerçekleştirecek kadar güçlü bir siyasal figüre dönüşecekti [16], [17]. Sidqi’nin ve benzer Osmanlı kökenli subayların etnik azınlıklara karşı kullandığı yöntemler, sadece askeri reflekslerden ibaret değildir. Bu şiddetin altında yatan zihniyetin kökenleri, 1915 Soykırımı’nda (Ermeni, Süryani ve Rum halklarına yönelik) katliamlarda şekillenen İttihatçı paradigmanın devamlılığıdır [24].
Simele Katliamı, bu yönüyle basit bir “etnik çatışma” değil, ulus-devlet kurma sürecinde homojenleştirici bir projenin ilk büyük eylemlerinden biri olarak değerlendirilmelidir. Mark Levene’in ifadesiyle, bu tür katliamlar, sadece önyargı ve ırkçılıkla açıklanamaz; esasen yeni kurulan devletlerin “gelişimlerinin önündeki engelleri ortadan kaldırma” arzusunun bir dışavurumudur [2]. Bu bağlamda Simele, modern soykırım kalıplarının bir prototipi olmanın ötesinde, Ortadoğu’da ulus-devletlerin azınlıkları nasıl bir tehdit olarak kodladığını ortaya koyan trajik bir laboratuvardır.
Katliamın ardından yaşananlar, bu olayın Irak devleti için bir tür “kurucu şiddet töreni” işlevi gördüğünü de göstermektedir. Askerler ödüllendirilmiş, basın bu “zaferi” övmüş, resmi söylem Süryanileri “hain unsurlar” olarak yaftalayarak kolektif hafizada meşrulaştırıcı bir çerçeve inşa etmiştir [17]. Bu durum,‘’modern’’ Ortadoğu devletlerinin azınlıklarla olan ilişkilerinde, yalnızca etnik farklılığı bastırmaya değil, aynı zamanda bu bastırmayı ideolojik bir “temizlik” olarak çerçevelemeye ne kadar yatkın olduklarını da göstermektedir.
Bu nedenle, Simele Katliamı, 20. yüzyıl Ortadoğu’sunun kırılgan ulus-devlet yapılarının ve bu yapıları kuran elitlerin, çokkültürlü ve çoketnili yapıları “devlet güvenliği” adına nasıl hedef haline getirdiklerinin bir örneği olarak okunmalıdır. Bu yönüyle, yalnızca Irak’a özgü değil, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e ve oradan Arap devletlerine uzanan etnik homojenleştirici siyasal geleneğin parçasıdır. Bu nedenle, Simele’nin tarihsel önemi, sadece ölü sayısıyla değil, açığa çıkardığı ideolojik sürekliliklerle anlaşılabilir.
Simele Katliamı’nın anlaşılabilmesi için, Irak’ta 1933 yılında uygulanan şiddetin yalnızca yerel veya konjonktürel bir refleks değil, daha derin ve tarihsel bir ideolojik sürekliliğin ürünü olduğu görülmelidir. Bu ideolojik miras, Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) döneminde şekillenen “etnik homojenleştirme” politikalarında kök bulmaktadır.
1915’te uygulanan Ermeni, Süryani ve Rum soykırımı, yalnızca savaş gerekçeleriyle sınırlı olmayan, kapsamlı bir toplumsal mühendislik projesinin parçasıydı. Osmanlı İTC yönetimi, “imparatorluğu Türk ve Müslüman kimlik etrafında yeniden kurma” amacıyla gayrimüslim unsurları devlet ve toplum yapısından tasfiye etmeyi hedeflemiştir. Bu süreçte Ermenilerin yanı sıra, Hakkari ve çevresinde yaşayan Süryani (Nasturi, Keldani) halklar da kitlesel sürgün, kıyım ve mülksüzleştirme uygulamalarına maruz kalmıştır[8], [3].
David Gaunt’un ifadesiyle, bu uygulamalar yalnızca savaşla açıklanamaz; Osmanlı merkezinin uzak ve zayıf bölgelerde “tam bir gayrimüslim temizliği” uygulamasına göz yumduğu belgelerle sabittir[8]. Bu dönemde hem Teşkilat-ı Mahsusa gibi paramiliter yapıların hem de yerel Kürt milislerinin aktif rol oynadığı belgelenmiştir. Süryaniler açısından bu süreç, yalnızca fiziksel bir yıkım değil, aynı zamanda kolektif hafızada kalıcı bir travmanın başlangıcı olmuştur.
Lozan Antlaşması (1923) sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin gayrimüslim azınlık politikası, İTC’nin mirasını devralan yeni ulus-devlet projesi kapsamında şekillenmiştir. Her ne kadar Cumhuriyet ideolojisi sözde “laiklik” ve “eşitlik” temelinde inşa edilmiş görünse de, uygulamada gayrimüslim unsurlar “ulusal homojenlik” arzusunun önünde engel olarak görülmüştür[24]. Bu bağlamda, Süryaniler de dahil olmak üzere, kalan azınlıkların vatandaşlık hakları sınırlandırılmış, dini ve kültürel varlıkları sistematik biçimde hedef alınmıştır.
Bu zihniyetin somut örnekleri arasında 1934 Trakya Yahudi Pogromu, ihtiyatlık ve ardından gelen 1942 Varlık Vergisi ve 1955 6-7 Eylül Pogromu sayılabilir. Ancak daha erken bir örnek olarak, 1924 yılında Türkiye’nin Hakkari bölgesindeki Süryani (Nasturi, Keldani) toplulukları sınır dışı etmesi, bu sürekliliğin en belirgin örneklerinden biridir. Bu tehcir, yalnızca sınır güvenliği gerekçesiyle değil, Musul üzerindeki siyasi iddiaları destekleyecek şekilde planlanmıştır [2], [3].
Simele Katliamı bağlamında Türkiye’nin dolaylı etkisini ortaya koyan en dikkat çekici örneklerden biri, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan subay kadrolarının bölgeye gönderilmesidir. Bunlardan biri olan Çerkez kökenli komutan Ali Şefik Özdemir, hem Osmanlı Teşkilat-ı Mahsusa’sında hem de Cumhuriyet ordusunda görev yapmış bir subaydır. 1920’lerde Mustafa Kemal’in özel görevlendirmesiyle Musul’a gönderilmiş ve burada Süryanilere (Nasturi, Keldani) karşı çete örgütlenmeleriyle ilişkilendirilmiştir [3], [26].
Bu faaliyetler yalnızca sınır güvenliğiyle açıklanamaz; aynı zamanda Musul’daki Hıristiyan halkların varlığına karşı oluşturulan sistematik baskının, Türkiye tarafından desteklendiği izlenimini vermektedir. Üstelik aynı belgede, Özdemir’in Osmanlı mirasını devam ettiren bir figür olarak sınır bölgelerinde Hıristiyan halklara yönelik “gizli operasyonlara” önderlik ettiği de aktarılmaktadır [3].
Türkiye’nin sınır politikaları ve Musul’a yönlendirdiği paramiliter unsurlar, Irak’taki merkezi yönetimin Süryani (Nasturi, Keldani) topluluklarını “dışarıdan gelen tehlikeli unsurlar” olarak görmesini beslemiştir. Mark Levene, 1924’te Türkiye’den gelen Süryani göçmenlerin, yerel halkta ciddi bir tehdit algısı yarattığını ve bu algının Irak ordusu içinde “önleyici tedbir” adı altında katliamı meşrulaştırmak için kullanıldığını belirtir [2].
Bu algının kurumsallaşmasında yerel yöneticilerin ve dini liderlerin zorla devlete sadakat açıklamaları yapmalarının da etkisi olmuştur. Amerikan diplomatik belgelerine göre, 1933’teki katliamdan sonra Irak hükümeti, Hıristiyan dini liderleri zorla tebrik mesajı göndermeye zorlamış, Papa Nuntius’un Vatikan’a göndermek istediği protesto telgrafı sansürlenmiştir[25], [27]. Bu belgeler, Irak devletinin katliamı yalnızca gerçekleştirmekle kalmadığını, aynı zamanda uluslararası kamuoyunda kendini aklamak için sistematik dezenformasyon faaliyetlerine de başvurduğunu ortaya koymaktadır.
Özetle, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan etnik homojenleştirme ideolojisi, yalnızca Türkiye sınırları içinde değil, sınır ötesi coğrafyalarda da doğrudan veya dolaylı etkilere yol açmıştır. 1915’te temelleri atılan bu zihniyet, 1924’te Süryanilerin Hakkari’den sürülmesi, 1930’larda Musul çevresinde çete faaliyetleri ve en nihayetinde 1933 Simele Katliamı ile kendini tekrar eden bir kalıp olarak göstermiştir. Irak’taki Arap subay kadrolarının bir kısmı da eski İttihatçı geleneğe aşina bireylerden oluşmuş, Osmanlı’dan miras kalan yöntemler bu kez yeni kurulan Arap devletlerinde yerli Hıristiyan halklara karşı uygulanmıştır. Simele Katliamı böylece hem doğrudan hem de yapısal düzeyde Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Osmanlı İTC zihniyetinin dolaylı etkisiyle şekillenmiş bir şiddet pratiği olarak karşımıza çıkmaktadır.
Simele Katliamı, Irak Krallığı’nın iç güvenlik siyasetinin bir sonucu olarak görünse de, bu siyasal atmosferin şekillenmesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin doğrudan olmayan fakat yapısal etkileri göz ardı edilemez. Sınır bölgelerindeki nüfus hareketleri, etnik kimlikler etrafında gelişen güvenlik söylemleri ve çetecilik faaliyetleri, Türkiye’nin politikalarının Irak’taki azınlık karşıtı yaklaşımlar üzerindeki dolaylı etkilerini açıkça ortaya koymaktadır.
1924 yılında Türkiye Cumhuriyeti, Lozan Antlaşması sonrası Musul üzerindeki hak iddialarından resmen vazgeçmiş, fakat bu durum Hakkari ve çevresinde yaşayan Süryani (Nasturi, Keldani) halkı için baskıların artmasına yol açmıştır. Türkiye, bu Hıristitan halkı “güvenlik tehdidi” olarak kodlamış ve topluca sınır dışı etmiştir. Mülteci konumuna düşen bu Süryaniler, özellikle Musul ve Duhok bölgelerine yerleşmiş; bu da Irak’ın demografik dengelerinde bir kırılmaya yol açmıştır[2].
Mark Levene’in ifadesiyle, bu nüfus hareketi Irak yönetiminde yalnızca bir demografik kayma değil, aynı zamanda “dışarıdan gelen ve potansiyel olarak ayaklanma yaratabilecek bir unsur” olarak algılanmıştır. Mültecilerin gelişi, İngiliz mandası altındaki Irak’ta zaten kırılgan olan etnik-dini ilişkileri daha da germiştir[2]. Özellikle Irak ordusu içindeki Arap milliyetçisi kadrolar, bu gelişmeyi İngiltere’nin kontrolünde bir “Hıristiyan devleti” kurma planı olarak yorumlamışlardır.
Bu bağlamda, Türkiye’nin 1924’teki sınır dışı etme politikası, yalnızca yerel bir iç güvenlik uygulaması değil; aynı zamanda bölgesel etkiler doğuran, ulus-devletleşmenin sınır ötesi sonuçları olan bir adımdı. Irak devleti içinde bu göçler, Süryanilere yönelik “iç tehdit” söyleminin ideolojik zemininin kurulmasına katkı sağlamıştır.
Türkiye’nin dolaylı etkilerinden biri de, paramiliter aktörler aracılığıyla sahada sağlanan nüfuzdur. Omid belgesine göre, Ali Şefik Özdemir adlı bir Osmanlı ve Cumhuriyet subayı, Mustafa Kemal’in özel talimatıyla Musul’a gönderilmiştir. Bu görev resmi olarak “sınır güvenliğini sağlama” kisvesi altında gerçekleşmiş olsa da, gerçekte Hıristiyan topluluklara karşı milis yapılanmaları örgütleme amacı taşıyordu [3].
Özdemir’in bölgede gerçekleştirdiği faaliyetler, yerel aşiretlerle işbirliği içinde gayrimüslim karşıtı çetelerin kurulmasını ve silahlandırılmasını içeriyordu. Bu durum, Irak devleti içinde “gayrimüslimlerle baş edebilmek için çete taktiklerinin meşruiyet kazanması” gibi tehlikeli bir süreci tetiklemiştir. Stafford’un gözlemlerine göre, Irak’ın kuzeyindeki güvenlik refleksleri, 1933 yazında birdenbire değil, yıllar süren bir birikimin sonucu olarak şekillenmişti [1].
Irak Kralı Faysal’ın 6 Temmuz 1931’de Türkiye’yi ziyareti, bu yakınlaşmanın diplomatik boyutunu gözler önüne sermektedir. Cumhuriyetin 80 Yılı adlı yayında yer alan bilgiye göre, Kral Faysal Ankara Garı’nda bizzat Mustafa Kemal tarafından karşılanmıştır[13]. Görüşmelerde “istikrar ve komşuluk ilişkilerinin güçlendirilmesi” gibi başlıklar öne çıkmış; ziyaretin ardından Süryani Ortodoks ve Keldani patrikleri, başlangıçta Faysal’ı tebrik etmeyi reddetmiş; ancak ilerleyen süreçte baskı ortamı nedeniyle kamuoyu önünde rejime sadakat bildiren mesajlar yayımlamışlardır[3].
Bu süreç, Süryani ve Keldani kiliselerinin Irak hükümetinin Arap milliyetçiliğine dayalı ideolojik yönelimine ve Türkiye ile kurduğu diplomatik yakınlığa karşı mesafeli bir duruş sergilediklerini göstermektedir. Ancak bu tutum, kilise içindeki tüm yapılar arasında homojen değildi; bazı ruhani liderler, rejimle uyumlu bir çizgiyi benimserken, diğerleri daha temkinli ve ihtiyatlı bir yaklaşımı tercih etmişlerdir. Nitekim patriklik makamlarının başlangıçta Kral Faysal’ı tebrik etmekten kaçınması, bu çekingenliğin bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Daha sonra gelen rejime sadakat bildiren açıklamalar ise, mevcut siyasi baskılar ve tarihsel işbirliği geleneğiyle açıklanabilir. Irak yönetimi ise bu mesafeli yaklaşımı yalnızca ihtiyatlı bir tutum olarak değil, özellikle ordu içindeki Arap subaylar nezdinde, Hıristiyan cemaatlere yönelik baskıcı politikaları meşrulaştıran bir bahane olarak değerlendirmiştir.
Irak devleti, İngiliz mandasından kurtulma sürecinde kendi içindeki “azınlık sorunu”nu çözmek adına, Türkiye’nin sınır politikalarını ve ulus-devlet söylemini örnek almıştır. Özellikle 1933 yazında Irak ordusunda sıkça kullanılan “ulusal birlik” ve “iç temizlik” söylemleri, Süryani (Nasturi, Keldani) topluluklara karşı yürütülen askeri operasyonları meşrulaştırmak için kullanılmıştır[1], [17].
Kürt General Bakr Sidki’nin öncülüğündeki katliamda, Türkiye modeline benzer bir güvenlik anlayışının etkili olduğu söylenebilir. Bu anlayışta, azınlıklar “potansiyel bölücü ve tehdit edici” unsurlar olarak değerlendirilmiş; Osmanlı’dan miras alınan merkezileştirici devlet refleksi, Irak’ta da yeniden üretilegelmiştir.
Kısaca Simele Katliamı, Türkiye Cumhuriyeti’nin doğrudan düzenlediği bir operasyon olmasa da; sınır politikaları, nüfus mühendisliği, paramiliter aktörlerin sevki ve etnik temizlik zihniyetinin bölgeye taşınması açısından Türkiye’nin dolaylı etkilerini açıkça ortaya koymaktadır. 1924’te Hakkari’den sınır dışı edilen Süryanilerin Musul’da oluşturduğu “yığılma”, Irak devletinin tehdit algısını artırmış; Şefik Özdemir gibi aktörlerin organize ettiği çete faaliyetleri ise bu algıyı daha da derinleştirmiştir. Ayrıca Türkiye-Irak diplomatik yakınlaşması, Süryani kiliselerinin dışlanmasına ve siyasi olarak marjinalleştirilmesine yol açmıştır.
Bu nedenlerle, Türkiye’nin Simele üzerindeki etkisi doğrudan bir fail olarak olmasa da; bölgesel ve yapısal bir aktör olarak “şiddeti mümkün ve meşru kılan zihinsel ve güvenlikçi haritanın” bir parçası olarak değerlendirilmelidir.
Irak Krallığı’nın kuruluşunda rol oynayan elit tabaka, büyük ölçüde eski Osmanlı subaylarından oluşuyordu. Bu subayların pek çoğu, İttihat ve Terakki ideolojisinden etkilenmiş, merkeziyetçi ve ulus-devlet odaklı düşünce yapılarını benimsemişlerdi. General Bakr Sidqi de bu geleneğin bir parçası olarak, Irak ordusunun yapısının şekillendirilmesinde ve özellikle Simele Katliamı’nın uygulanmasında kilit bir figürdü.
Bakr Şıdki (Bakr Sidqi), 1890 yılında Henegâh Osmanlı sınırları içindeki Kerkük’te doğmuş, İstanbul’daki Harp Okulu ve Harp Akademisi’nden mezun olmuş, ardından Arap İsyanı sırasında Emir Faysal’ın ordusunda görev almıştır. Bu yönüyle hem Osmanlı askeri geleneğini temsil etmiş hem de Arap milliyetçiliğiyle şekillenmiş bir kimlik taşımıştır. Büyük bir askeri lider olarak, Irak Krallığı ordusunda merkeziyetçi otoriteyi güçlendirmede önemli rol oynamıştır[10].
General Sidqi’nin siyasi kariyerindeki en trajik dönüm noktası 1933’teki Simele Katliamı’ydı. Bu katliam, Irak ordusu ile paramiliter Kürt ve Arap aşiretlerinin işbirliğiyle gerçekleştirilmiş ve yaklaşık 3000 Süryani (Nasturi, Keldani) sivilin öldürüldüğü tahmin edilmektedir[11]. Olay sonrasında Sidqi, ordu içinde itibarı artmış ve askeri kariyerinde ilerleme kaydetmiştir[12].
Irak’ı şekillendiren bu kadroların zihniyeti, “tek millet”e dayalı bir ulus-devlet inşasına meyilliydi. Eski İttihatçı düşünce, etnik ve dini azınlıkları “iç tehdit” olarak algılayan, merkeziyetçi ve baskıcı devlet reflekslerinden beslenmektedir. John Joseph’in çalışmaları, Süryanilerin Osmanlı sonrası Irak’ta da sürekli baskı gördüğünü ifade eder [14]. Ayrıca Martin van Bruinessen, bu devlet modelinde askeri otoritenin ve merkezileştirmenin ön planda olduğunu vurgular [15].
Bu ideolojik temelde, azınlıkların özerk yapılarını sürdürmesi, devlete itaat etmeyen unsurlar olarak görülmüş, “güvenlik” gerekçesiyle bu toplumlar üzerinde baskı ve kontrol mekanizmaları etkinleştirilmiştir.
Dolayısıyla Irak Krallığı’nın inşasında etkili olan Arap İttihatçı kadrolar, Osmanlı’dan devralınan merkeziyetçi ve ulus-devletçi ideolojiyi yeni rejime taşımış, özellikle General Bakr Sidqi gibi figürlerin askeri operasyonlarıyla bu zihniyet pratikte gerçekleşmiştir. Hristiyan halkları “iç tehdit” olarak kodlayan bu yaklaşım, merkezi otoritenin sertlik içeren biçimde tesis edilmesini sağlayan ideolojik zemini oluşturmuştur.
11 Ağustos 1933 sabahı, Irak Krallığı ordusunun motorlu makineli tüfek birlikleri Summayl (Simele) köyüne girdi. Erkekler sistematik olarak öldürüldü, kadınlar tecavüze uğradı ve çocuklar da dâhil olmak üzere yüzlerce kişinin yaşamına son verildi[1]. Mark Levene tarafından yapılan araştırmalar, bu katliamı yalnızca Simele köyüyle sınırlı kalmayıp, çevredeki 63 Süryani (Nasturi, Keldani) köyü kapsayan bir etnik temizlik sürecine dönüştüğünü vurgular[2].
Simele Katliamı sırasında öldürülen Süryani (Asurî, Nasturi, Keldani) sivillerin sayısı, kaynaklara göre değişiklik göstermektedir. Olayın gerçekleştiği dönemde İngiliz görevliler tarafından verilen bazı resmi raporlarda bu sayı yaklaşık 600 kişi olarak tahmin edilmişken[1]; Süryani kaynakları ve son dönem tarih yazımı, bu rakamın 3.000 civarında olduğunu belirtmektedir[28]. Katliam sadece insan kaybıyla sınırlı kalmamış; Süryani yerleşim bölgelerinde geniş çaplı yıkıma da yol açmıştır. Musul ve Duhok çevresinde yer alan yaklaşık 63 ila 71 köy, Irak ordusu ve destekçi Arap ve Kürt milisler tarafından sistematik biçimde tahrip edilmiştir. Bu rakam, hem Fransızca hem İngilizce kaynaklarda doğrulanmaktadır[12]. Köylerin büyük kısmı yakılmış, halkı sürülmüş veya katledilmiş, dinî ve kültürel mekânlar yağmalanmıştır.
Bu veriler, Simele Katliamı’nın hem demografik hem de kültürel açıdan bir etnik temizliğe dönüştüğünü ve Irak’ın ulus-devlet inşasında azınlıklara yönelik yapısal şiddetin nasıl kurumsallaştığını gözler önüne sermektedir.
Simele Katliamı sırasında Irak güvenlik güçlerinin uygulamaları son derece vahşi ve sistematikti. İngiliz R. S. Stafford, süreci “planlanmış, soğukkanlı ve sistematik bir kıyım” olarak tanımlamıştır [1]. Katliamın sahneleri arasında, makineli tüfeklerin evlerin pencerelerine yerleştirilerek içerideki sivillerin hedef alındığı, bazı vakalarda son derece acımasız bir şekilde çalıştığı belirtilmektedir.
Ayrıca Mar Shimun XXIII Eshai gibi Süryani kilise liderlerinin tanıklıkları, yaşanan vahşetin boyutlarını gözler önüne seriyor. Shimun, “Kızlar tecavüze uğradı ve çıplak halde komutanların önünde yürütüldü. Çocuklar askeri araçlarla ezildi. Hamile kadınlara süngü saplandı; kutsal kitaplar cesetlerin yakılmasında kullanıldı” şeklinde özetlenen ifadelerle bu dehşeti aktarmıştır [28].
Bu tanıklıklar, katliamın yalnızca askeri bir operasyon olmadığını; aynı zamanda belirli bir etnik- dinsel topluluğa yönelik sistematik bir sindirme, travmatizasyon ve kolektif hafızada kalıcı bir korku yaratma amacı taşıdığını göstermektedir.
Simele Katliamı, yalnızca Simele kasabası ile sınırlı kalmamış, Dohuk ve Musul çevresindeki Süryani köylerine de yayılmıştır. Savaş güçleri tarafından başlatılan saldırıların yanında, yerel Arap ve Kürt aşiretleri—bazı kaynaklara göre hükümetin gizli veya dolaylı teşvikiyle—Süryani (Nasturi, Keldani) köylerini yağmalayıp talan etmişlerdir[1]. Özellikle bazı tanıklıklar, bu yağma eylemlerini açık biçimde anlatmaktadır: “Kürt, Arap ve Yezidi kabileleri, Zakho’nun belediye başkanı tarafından teşvik edilerek köyleri yağmaladı; bazıları tamamen yakıldı ve çoğuna Kürt yerleşimciler yerleştirildi”[28].
Bu kapsamlı saldırıların yalnızca bir etnik şiddet değil, aynı zamanda devletle örtülü, örgütlü ve alanı kontrol eden yerel güçlerle işbirliğine dayalı bir operasyon olduğu görülmektedir. Öte yandan bu durum, katliamın aynı zamanda sosyal ve ekonomik tahribatla pekiştirilen sistematik bir saldırı olduğunu ortaya koymaktadır.
Simele Katliamı’nın ardından Irak merkezi yönetimi, bu askeri harekâtı kamuoyuna bir “güvenlik başarısı” olarak sundu. Olaylara dair dış kaynaklı tanıklıklar ve diplomatik belgeler, hükümetin ve ordu komutanlarının katliamın ardından herhangi bir hesap verme sürecine girmediğini, aksine operasyonun teşvik edildiğini göstermektedir.
Örneğin, Bağdat’taki Amerikan delegasyonunun 23 Ağustos 1933 tarihli gizli diplomatik telgrafına göre, General Bakr Sidqi’nin başında olduğu askeri birliklerin Simele’de gerçekleştirdiği operasyonlar, Irak hükümeti tarafından sorgulanmaksızın desteklenmiştir. Raporda, olaylara karışan subaylara herhangi bir yaptırım uygulanmadığı; aksine Irak kabinesi içinde bazı üyelerin bu operasyonları “zorunlu güvenlik müdahalesi” olarak değerlendirdiği belirtilmiştir [1].
Bu dönemde Irak ordusu içindeki üst düzey subayların bir kısmı, Süryani nüfusu İngiliz yanlısı bir tehdit olarak kodlamış, bu bağlamda askeri müdahalenin meşru bir “önleyici harekât” olduğu yönünde beyanlarda bulunmuştur[1]. R.S. Stafford’un aktardığına göre, bazı subaylar özel olarak terfi ettirilmiş ve takdir belgeleriyle ödüllendirilmiştir. Özellikle Bakr Sidqi’nin kamuoyundaki itibarı, katliam sonrası artmış ve kısa sürede Irak ordusu içinde yıldızı parlamıştır[18].
Bu durum, yalnızca Simele’de değil, aynı dönemde Süryani nüfusun yoğun olduğu Dohuk, Amadiya ve çevresindeki köylerde de ordu destekli baskıların ve yerel aşiret saldırılarının cezasız kaldığı bir siyasal atmosferin oluştuğunu göstermektedir. Devletin bu tutumu, etnik temizlikle sonuçlanan olayların “devlet eliyle örtük biçimde meşrulaştırıldığını” ortaya koymaktadır.
15 Ağustos 1933’te Bağdat ve Musul çevresinde gerçekleşen Simele Katliamı, Irak devletinin yeni kurumsal kimliğini biçimlendiren, etno-dinsel sınırları belirleyen ve bu sınırları şiddet yoluyla tesis eden bir dönüm noktasıydı. Bu yönüyle Simele, siyaset teorisinde “kurucu şiddet” (constituent violence) olarak adlandırılan bir örneği temsil eder: Devletin kuruluş sürecinde, toplumsal bütünlüğü sağlamak ve ulusal kimliği tanımlamak amacıyla uygulanan ve meşru sayılan şiddet biçimleri. Bu tür olaylar, yalnızca mevcut düşmanları yok etmeyi değil, aynı zamanda kimlerin “vatandaş”, kimlerin “öteki” olduğunu belirlemeye yarayan ideolojik ve hukuki sınırları da çizme işlevi görür [29], [30].
Simele Katliamı’nda uygulanan kitlesel şiddet, yalnızca bir güvenlik refleksi değil, aynı zamanda Irak’ın Arap-Sünni merkezli bir ulus-devlet olarak inşasında etnik ve dini homojenlik hedefinin zor yoluyla sağlanması anlamına gelmektedir. Bu bağlamda, katliam bir “kurucu travma” veya “kurumsal şiddet eylemi” olarak da değerlendirilebilir; çünkü şiddet, yalnızca mevcut bir soruna tepki değil, bizzat devletin siyasal haritasını ve vatandaşlık rejimini belirleyen bir araç olarak kullanılmıştır.
Öte yandan Süryani (Nasturi, Keldani) topluluğuna yönelik bu vahşet, hem askeri hem de ideolojik bir mesaj içeriyordu: yeni Irak, hristiyan halkları bastırarak “tek millet” ideolojisini güçlendirecekti. Yalnızca ağır insan kaybı değil, bu şiddet pratiğinin halk ve ordu tarafından zafer biçiminde kutlanması, devletin dönüşen kimliğini simgeliyordu.
1933 yılında Irak’ta yaşanan Simele Katliamı, yalnızca Asurî toplumu için tarihsel bir travma olarak kalmamış, aynı zamanda uluslararası hukukun gelişiminde önemli bir dönüm noktası olmuştur. “Soykırım” (genocide) kavramının mucidi olan hukukçu Raphael Lemkin’in, bu kavramı geliştirme sürecinde Simele Katliamı’nı açıkça referans aldığı bilinmektedir.
Lemkin, 1933’te Madrid’de düzenlenen Milletler Cemiyeti Hukuk Konferansı’nda sunduğu bildiride, Simele’de yaşananları, Osmanlı Ermenilerine uygulanan kitlesel kıyımlarla birlikte anarak “barbarlık suçu” başlığı altında değerlendirmiştir[31]. Bu değerlendirme, onun daha sonra soykırımı etnik, dini ya da ulusal gruplara yönelik sistematik yok etme amacı taşıyan bir suç biçimi olarak tanımlamasına öncülük etmiştir. Simele’de yaşananlar, etnik temelli hedef alma, sistematik şiddet ve yok edici niyet gibi soykırımın temel bileşenlerini içermesi bakımından, Lemkin’in kavramsallaştırmasında kritik bir örnek teşkil etmiştir.
Günümüzde bile Simele Katliamı, başta diasporadaki Süryani (Nasturi, Keldani) topluluklar olmak üzere, birçok tarihçi ve hukukçu tarafından modern dönemin ilk “tanımsız soykırımı” olarak görülmekte ve uluslararası tanınırlık için mücadele sürmektedir. National Review’de yayımlanan makaleye göre, katliamın yarattığı toplumsal travma, sadece fiziksel yok edimi değil, aynı zamanda Süryani halkının siyasal ve kültürel varlığına karşı sistematik bir tehdit olarak da okunmaktadır[31]. Bu bağlamda Simele, sadece geçmişin karanlık bir sahnesi değil, aynı zamanda uluslararası hukuk açısından normatif bir boşluğun habercisidir.
Lemkin’in bu olaydan etkilenmiş olması, Simele’nin yalnızca bir etnik kıyım değil, aynı zamanda uluslararası hukukun oluşumunda tarihsel bir yapıtaşı olarak değerlendirilmesini mümkün kılar. Dolayısıyla Simele Katliamı, yalnızca bölgesel bir trajedi değil, soykırım kavramının tarihsel ve hukuksal temellerinde iz bırakan küresel bir vaka olarak önemini korumaktadır.
Simele Katliamı sonrasında Irak’ta yaşayan Süryani ve Keldani cemaatlerinin dini liderleri, kamuoyu önünde Irak Kralı Faysal’a yönelik açık bir protestoda bulunmamış; aksine, bazı kilise liderleri rejime bağlılıklarını ifade eden tebrik mesajları yayınlamıştır. Özellikle Keldani Katolik Kilisesi ve Süryani Ortodoks Patrikliği’nin, 1933 sonbaharında Faysal’a gönderdikleri resmi mesajlar, cemaatlerinin devlete olan sadakatini vurgulayan bir dil [3].
Bu mesajlar, hem iç kamuoyuna hem de Irak Krallığı yönetimine yönelik bir “zararsızlık” teminatı sunmakta; cemaatlerin muhtemel bir ayrılıkçılık veya isyan hareketine destek vermediklerini göstermeyi amaçlamaktadır. Katliamın hemen ardından gelen bu tür açıklamalar, ahlaki açıdan tartışmalı olmakla birlikte, azınlık topluluklarının hayatta kalma stratejilerinden biri olarak görülmelidir.
Irak’ta 1920’lerden itibaren artan Arap milliyetçiliği ve merkezi otoritenin güçlenmesi, Hıristiyan cemaatleri üzerindeki baskıyı artırmıştı. Özellikle Süryani (Nasturi, Keldani) halkı, hem Osmanlı döneminden miras kalan “millet sistemi”nin etkisiyle hem de İngiliz Mandası döneminde aldıkları görece ayrıcalıklar nedeniyle, Arap milliyetçisi çevrelerce kuşkuyla karşılanıyordu [23], [14].
Bu bağlamda, Süryani ve Keldani kiliselerinin Simele Katliamı sonrası yayımladığı sadakat açıklamaları yalnızca teolojik ya da etik sorumluluklarla mı açıklanabilir; yoksa bu tutum aynı zamanda cemaatlerin fiziksel güvenliğini korumaya dönük bir tür “zarar azaltma” stratejisi miydi? Bu açıklamalar, Irak’taki Arap milliyetçiliği temelli devlet politikalarının baskısı altında, dini cemaatlerin kolektif cezalandırmadan kaçınma refleksini mi yansıtıyordu? Açık bir muhalefetin bedelinin ne olacağı bilinmediğinden, bu tür beyanlar bir çeşit pasif direniş biçimi veya pragmatik uyum göstergesi olarak da okunabilir. Dolayısıyla, kiliselerin tutumu sadece sadakat değil, aynı zamanda yaşanan şiddet sonrası yeni rejime karşı bir tür “hayatta kalma diplomasisi” olarak da değerlendirilmeye açıktır.
Simele Katliamı’nın hemen ardından Irak devletinin azınlık toplumlarına yönelik bakış açısı, yalnızca güvenlik merkezli değil, aynı zamanda sembolik sadakat göstergelerine dayanan bir kontrol politikası şeklinde gelişti. 1933 sonbaharında Süryani Ortodoks Patrikliği tarafından yayımlanan resmi mesajlar, yüzeyde barış ve istikrar çağrıları olarak okunabilir[3]. Ancak bu açıklamalar aynı zamanda, hükümete yönelik güven telkin etme çabası ve kamuoyunda “biz tehdit değiliz” mesajı verme arzusunun bir ürünü olabilir miydi?
Bu noktada akla gelen ilk soru şudur: Bu tür açıklamalar, gerçekten gönüllü sadakat beyanları mıydı, yoksa bir tür “hayatta kalma stratejisi” olarak mı işlev gördüler? Kiliselerin bu açıklamaları yaparken, patrikhaneler, kilise okulları, yardım dernekleri gibi kurumsal yapılara yönelik olası devlet müdahalesinden korunmayı amaçladıkları düşünülebilir. Özellikle ordunun ve Arap milliyetçisi kadroların etkinleştiği bir dönemde, açık eleştirinin veya direnişin faturasının çok daha ağır olacağı göz önüne alındığında, bu tür açıklamalar “zarar azaltma” amacı taşıyan taktiksel manevralar olarak değerlendirilmelidir.
Bununla birlikte, kiliselerin bu mesajlarının Irak hükümetine ait medya organları tarafından nasıl sunulduğu da dikkat çekicidir. Arapça yayımlanan al-Najm (Keldani Kilisesi’nin Musul’da yayınlanan bir organı) gibi devlet yanlısı gazetelerde, bu açıklamalar yalnızca duyurulmamış, aynı zamanda “azınlıklar rejime bağlı” söylemini güçlendiren ideolojik içerikler hâline getirilmiştir. Kiliselerin beyanları, bu şekilde devletin iç kamuoyuna ve ordu içindeki radikal unsurlara yönelik bir propaganda aracı hâline getirilmiş olabilir[17].
Tüm bu bağlamlar bir araya getirildiğinde şu sorularla karşı karşıya kalıyoruz: Kiliseler gerçekten rejime samimi bir sadakat mi duyuyorlardı? Yoksa bu sadakat gösterileri, baskı altındaki dini ve kültürel kurumları ayakta tutmak için geliştirilmiş “müzakereci bağlılık” biçimleri miydi[18]? Simele sonrasında bu tür mesajlar yayımlanırken, Süryani ve Keldani ruhani liderleri ne tür tehditlerle karşı karşıya kaldılar? Ne ölçüde özgürdüler?
Bu soruların kesin yanıtları her zaman elde edilemeyebilir. Ancak tarihsel bağlam göz önüne alındığında, bu açıklamaları yalnızca bir “ihanet” ya da “sessizlik” olarak damgalamak indirgemeci bir yaklaşım olur.
Bu tür tutumların, yalnızca pasif bir itaat ya da gönülden bağlılık göstergesi olarak değerlendirilmesi yanıltıcı olabilir. Aksine, dönemin baskıcı siyasal koşulları göz önüne alındığında, Süryani ve Keldani kiliselerinin sergilediği sembolik sadakat ifadeleri, cemaatlerin kurumsal varlıklarını sürdürmeye yönelik zorunlu ve hesaplı manevralar olarak da okunabilir. Öte yandan, bu tür açıklamaların, tarihsel olarak kilise hiyerarşisi içinde şekillenen “itaatkâr sadakat” geleneğinin bir devamı olarak da anlaşılabilir. Bu açıklamalar, doğrudan direnişin mümkün olmadığı bir ortamda, zarar azaltma ve toplumsal varlığı muhafaza etme amacıyla geliştirilmiş söylemler de olabilir. Dolayısıyla bu tür beyanların, “zoraki sadakat” ile sessiz ama dirençli bir duruş arasında salınan, karmaşık ve çok katmanlı bir siyasal dile işaret edip etmediği, üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir sorudur.
Simele Katliamı, 11 Ağustos 1933’te Irak ordusu tarafından Summayl köyünde başlatılmış, ardından 63 Süryani köyünü kapsayan geniş çaplı bir imha harekâtına dönüşmüştür. Kürt General Bakr Sidki’nin liderliğinde gerçekleşen bu saldırılarda yaklaşık 3000 Süryani (Nasturi, Keldani) öldürülmüş, kadınlara yönelik sistematik cinsel şiddet uygulanmış, köyler yakılıp boşaltılmıştır [1], [2]. Bu katliam, Irak Krallığı’nın ulus-devletleşme sürecinde, “sadakatten şüphe duyulan” Hıristiyan halklara karşı giriştiği ilk sistematik devlet şiddeti örneğidir. Fail olarak doğrudan Irak devleti, onun ordusu ve Arap milliyetçisi ideologlar öne çıkmaktadır.
Ancak, bu olayın yalnızca Irak iç dinamikleriyle açıklanamayacağı, geniş bir tarihsel bağlam ve bölgesel etkileşimler içinde analiz edilmesi gerektiği, çağdaş tarihçilikte giderek daha fazla kabul görmektedir[18], [3].
Mevcut tarihsel kanıtlar ve arşiv belgeleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin ya da bizzat Mustafa Kemal’in Simele Katliamı’nı doğrudan planladığını veya yürüttüğünü gösteren herhangi bir resmi emir, belge ya da telgraftan söz edilememektedir. Dolayısıyla, mevcut tarihsel ve belgesel bulgular ışığında Türkiye’yi doğrudan fail olarak nitelemek mümkün görünmemektedir. Ancak bu durum, Türkiye’nin bu katliamın altyapısını oluşturan ideolojik ve demografik atmosfer üzerindeki etkisini bütünüyle dışlamamaktadır. Bu nedenle, Türkiye’nin Simele Katliamı’ndaki konumu doğrudan failden ziyade, yapısal koşulları şekillendiren dolaylı bir aktör olarak değerlendirilmelidir.
1924 yılında Türkiye tarafından Hakkari bölgesindeki Süryani (Nasturi, Keldani) nüfusun zorla sınır dışı edilmesi, Irak Krallığı’nda “yabancı unsur” algısını tetiklemiş, özellikle Musul ve Duhok çevresinde büyük çaplı bir demografik baskı yaratmıştır[2]. Bu göç hareketi, Irak’taki Hristiyan nüfusun oranını artırarak, Arap milliyetçisi elitler nezdinde potansiyel bir “iç tehdit” algısının güçlenmesine yol açmıştır.
Ayrıca, Mustafa Kemal’in doğrudan onayıyla Musul’a gönderilen Şefik Özdemir gibi eski Teşkilat-ı Mahsusa subaylarının bölgedeki çetecilik faaliyetleri, hem Türkiye’nin gayrimüslim azınlıklara yönelik ideolojik duruşunu hem de sınır ötesi müdahale biçimini gözler önüne sermektedir[3]. Bu tür faaliyetler, Irak’taki güvenlik bürokrasisinin reflekslerini keskinleştirmiş; Süryani (Nasturi, Keldani) halkına karşı daha baskıcı ve şüpheci bir yaklaşımın yerleşmesine zemin hazırlamıştır[3]. Nitekim sınır dışı politikaları, paramiliter yapılarla ilişkiler ve etnik homojenlik vizyonunun bölgeye ihraç edilmesi, katliamın zeminini hazırlayan başlıca unsurlar arasında değerlendirilebilir.
Mevcut tarihsel belgeler ve arşiv kaynakları, Türkiye Cumhuriyeti’nin veya bizzat Mustafa Kemal’in Simele Katliamı’nı doğrudan planladığına ya da yönettiğine dair herhangi bir resmi emir veya telgraf sunmamaktadır. Ancak bu durum, Türkiye’yi mutlak anlamda dışlayan bir masumiyet zırhı da sağlamaz. Almanya’da ceza hukukçusu Claus Roxin tarafından geliştirilen dolaylı fail (indirect perpetrator through an organised apparatus of power) teorisi[33], bu türden karmaşık sorumluluk ilişkilerini açıklamada yardımcı bir çerçeve sunar. Roxin, Eichmann örneği üzerinden, doğrudan öldürme eyleminde bulunmayan bir kişinin bile, örgütlü bir iktidar aygıtı üzerinden şiddeti yönlendirmesi ve organize etmesi hâlinde, cezai sorumluluk taşıyabileceğini ileri sürer[32], [33].
Benzer biçimde, Türkiye’nin 1924’te Hakkâri’den Süryanileri sınır dışı etmesi[19, bu nüfusun Irak’ta hedef hâline gelmesine yol açan nüfus hareketliliğini tetiklemiş; Musul’a gönderilen Şefik Özdemir gibi eski İttihatçı subaylar aracılığıyla bölgede paramiliter yapıların kurulmasına dolaylı destek sağlanmıştır[34]. Türkiye’nin etnik homojenleşme yönündeki resmi ideolojisi, sadece kendi sınırları içinde değil, bölgesel düzeyde de benzer eğilimleri meşrulaştıran bir zihniyet iklimi üretmiştir[24], [3]. Bu nedenle Türkiye, Simele Katliamı’nın organizatörü olmasa da, yapısal şiddeti kolaylaştıran koşulları inşa eden bir aktör olarak “dolaylı failiyet” kategorisine dâhil edilebilir.
Osmanlı’dan miras alınan “etnik homojenleştirme” ideolojisi, sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin iç siyasetinde değil, aynı zamanda sınır ötesi ilişkilerinde de belirleyici olmuştur. 1915 Soykırımı, İttihat ve Terakki’nin ulus yaratma projesinin temelini oluşturmuştur[35], [3]. Bu ideolojik yapı, Cumhuriyet kadroları eliyle “ihtiyatlık” adı altında Müslüman olmayanların toplandığı toplama kampları, Varlık Vergisi, Trakya Pogromu ve Kürt isyanlarının bastırılmasında sürdürülmüştür.
İşte bu zihniyet, Irak’a da doğrudan olmasa da dolaylı yollarla taşınmıştır. Özellikle Arap İttihatçıları olarak adlandırılabilecek, Osmanlı ordusundan gelen Iraklı subaylar – örneğin General Bakr Sidki – bu zihinsel kalıbı, Irak devletinin kuruluş sürecine taşımıştır[16]. Böylece Türkiye’nin kendi içinde kurduğu etno-seküler ulus-devlet modeli, sınırın diğer tarafında “güvenlikçi Arap milliyetçiliği” şeklinde yeniden üretilebilmiştir.
1931 yılında Irak Kralı Faysal’ın Türkiye’yi ziyareti ve Mustafa Kemal tarafından bizzat karşılanması, iki ülke arasında yeni bir diplomatik sayfa açmıştır. Bu yakınlaşma, sınır güvenliği ve bölgesel istikrar konularında ortak bir anlayışın geliştirildiğini göstermektedir. Nitekim bu görüşmeden yalnızca iki yıl sonra Simele Katliamı gerçekleşmiş, bu süreçte Türkiye, Irak’taki Hristiyan azınlıkların uğradığı kıyımla ilgili herhangi bir resmi açıklama yapmamıştır[13], [3].
Keldani ve Süryani Ortodoks patriklerinin Irak Kralı Faysal’a yönelik tebrik mesajları yayımlamak durumunda kalmaları[3] ve bu mesajların Bağdat merkezli Arap basını tarafından rejim propagandasına dönüştürülmesi; yalnızca Irak’taki azınlık politikalarına özgü bir durum olarak görülemez. Bu pratiği, etnik ve dini grupların siyasal iktidara sembolik sadakat göstermek zorunda bırakıldığı daha geniş bir bölgesel dönüşümün parçası olarak okumak gerekir. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin erken döneminde uygulamaya koyduğu etnik homojenleştirme politikalarının ve ulus-devlet inşa sürecinin bölgedeki diğer oluşumlara ideolojik bir model teşkil ettiği göz önüne alındığında; Irak Krallığı’nın da benzer bir siyasal refleksle azınlıkları denetim altına almaya yöneldiği söylenebilir. Bu gelişmeler, Osmanlı sonrası Ortadoğu’da otoriterleşme, merkeziyetçilik ve azınlıkların “iç tehdit” olarak kodlandığı devlet yapılarına giden yolu döşemiştir[24].
Simele Katliamı’nın tarihsel bağlamı, yalnızca Irak Krallığı’nın kendi iç güvenlik politikalarıyla açıklanamayacak kadar çok katmanlı ve bölgesel bir mahiyet taşımaktadır. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin rolü, doğrudan bir fail konumunda olmamakla birlikte, katliamın gerçekleşmesini mümkün kılan yapısal, ideolojik ve jeopolitik koşulların üreticisi ve taşıyıcısı olarak değerlendirilebilir.
Cumhuriyet yönetimi, Osmanlı’dan devraldığı etnik homojenleştirme zihniyetini sistematik biçimde yeniden üretmiş; özellikle 1924’te Hakkari bölgesindeki Süryani (Keldani, Nasturi) halkını zorla sınır dışı ederek Musul vilayetine yönlendirmiştir. Bu nüfus hareketi, yalnızca demografik bir değişim değil, aynı zamanda Irak’taki etno-dinsel dengeleri bozan bir güvenlik krizini tetiklemiştir. Irak yönetimi bu gelişmeyi, sınırlarının ötesinden gelen kolektif bir tehdit olarak yorumlamış ve gayrimüslim halklara yönelik güvenlik politikalarını sertleştirmiştir. Türkiye’nin sınır ötesi paramiliter operasyonları ve Şefik Özdemir gibi Teşkilat-ı Mahsusa geleneğinden gelen subayların Musul’a gönderilmesi ise, bölgedeki etnik gerilimleri daha da derinleştirmiştir[3], [34].
Ayrıca, Türkiye’nin erken dönem ulus-devlet modeli ve uyguladığı homojenleştirme stratejileri, Arap subayların öncülüğündeki Irak yönetimine de ideolojik bir örnek teşkil etmiştir. Türkiye’nin Lozan sonrası gayrimüslimlere yönelik tasfiye politikaları, Irak’ın elit kadroları tarafından yakından izlenmiş; “tek din, tek mezhep, tek millet” anlayışı Ortadoğu’nun yeni devletlerine sirayet etmiştir[24]. Bu fikirsel aktarım, yalnızca ideolojik düzeyde değil, aynı zamanda pratikte de etki yaratmış; etnik ve dinsel azınlıkların bastırılması meşrulaştırılmıştır.
Bu çerçevede Simele Katliamı, modern Ortadoğu’da azınlıklara yönelik ilk geniş ölçekli “devlet şiddeti” örneklerinden biri olarak okunabilir. Ancak bu şiddetin yalnızca Irak’a ait yerel bir mesele olarak değerlendirilmesi yetersizdir. Katliamın arka planındaki zihinsel harita, Osmanlı sonrasındaki Müslüman çoğunluklu devletlerin ortak mirası olan “azınlık korkusu” ve “iç düşman” algısıyla şekillenmiştir. Türkiye ise bu mirası hem üreten, hem de bölgesel düzeyde ihraç eden bir güç olarak, bu yapısal şiddet ortamının asli aktörlerinden biri hâline gelmiştir.
Sonuç olarak Türkiye, Simele Katliamı’nın doğrudan faili olarak tanımlanmasa da; bu katliamın gerçekleşmesine zemin hazırlayan jeopolitik baskıları, etnik mühendislik uygulamalarını ve milliyetçi zihniyet kalıplarını besleyen tarihsel bir işlev üstlenmiştir. Bu bağlamda Türkiye’nin konumu, “dolaylı fail” olarak kavramsallaştırılabilir: Ne doğrudan komuta eden bir güç, ne de tamamen dışsal ve masum bir gözlemci.
Baarda, C. (2023). ‘Missionary Involvement with the Simele Massacre in 1933: The End of American Sympathy for the Assyrians’, British Journal of Middle East Studies, 52(1), pp. 124–127. DOI:10.1080/13530194.2023.2233218.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.